24 Ekim 2017 Salı

Burhan Sönmez'in İstanbul İstanbul'u: Bu Zindanlar Ne Yana Düşer?

"İstanbul İstanbul" iddialı bir isim. Tanpınar'dan sonra İstanbul'un duygu coğrafyasından bahsetmek çok ama çok zor. Örneğin kimileri için belki de Tanpınar'ı geride bırakmıştır -ki Nobel ödülü bile "kentinin melankolik ruhunun izini sürmesi ile ilişkilendirilmiştir- fakat Orhan Pamuk'un bile İstanbul'a yeni bir anlam katmanı eklemekteki başarısı bence yok denecek kadar azdır (zaten Orhan Pamuk büyük bir balon ya neyse). İhsan Oktay Anar'ın yarı tarihi-yarı masalsı İstanbul'unu da unutmamak gerek. Öyle bir kent ki, bazı yazarlarının birlikte anılma ölçeği semtlere kadar inmiş, Sait Faik - Burgazada gibi, Demir Özlü ve Beyoğlu gibi. Hal böyleyken bir edebiyatçı için İstanbul'u ele almak, İstanbul tabelasını görünce "Sana yenilmeyeceğim!" diye bağıran yurtiçi gurbetçinin hissiyatı gibi Don Kişotvari bir deli cesareti ister. Hal böyleyken postmodernizm imdada Hızır gibi yetişir. Sözcüklerle inşa edilen bir İstanbul, "herkesin İstanbul'u kendine özel" fikrinden yola çıkarak yazmaktan başka yol kalmamıştır. 
Burhan Sönmez de buna girişmiş, bildiğimiz anlamıyla İstanbul'u değil, karakterlerin hikayelerinde kurulan kavramsal İstanbul'u anlatmış. Bazen bir düş ülkesi yapmış onu, bazense modern medeniyetle, yani büyük harfle yazılan Kent'le eş anlamlı kılıp insana dair kimi soruşturmalara dekor olarak kullanmış. Alt alta iki İstanbul, hangisinin daha "gerçek" olduğu sorusunu uyandırarak tam yerinde kullanılmış. En nihayetinde bu büyük bir başarıdır. Dil büyüleyemese de çok çok nadiren aksamış, oldukça sık şiirselleşmiş, muhteşem ince bir işçilik ürünü değilse de göze hitap etmeyecek tüm unsurlardan özenle arındırılmış, süslemeleri olmayan ama çok zarif bir yapı gibi. Kurgu usta işi, hikayenin oyuncu yönü muazzam.

Elbette beğenmediğim çok kısım var. Örneğin her ne kadar metinlerarasılık diye meşrulaştırmak kolay olsa da hikayeciliği bu kadar başarılı bir yazarın metninde Moby Dick vb. gibi halihazırda var olan hikayelerin İstanbul'la zayıf bir şekilde dahi ilişkilendirilmeye gerek kalınmadan yeniden anlatılması doğru olmamış, doğru olmamaktan öte esprili bildiğiniz bir arkadaşın Yiğit Özgür'den gördüğü esprileri yanınızda tekrar yapması gibi yazarın kabiliyetini yeniden sorgulatan bir etki yapmış. İşkencenin sanatta kullanımı konusu da kanımca oldukça hassastır, işkencecinin karanlık yüzünü anlatmak önemli bir iş, fakat sobaya yanaşan çocuğa cısss yapar gibi insanlara "Devrimci olursanız başınıza işte bunlar gelir," diye sayfalar dolusu acı tasviri yapmanın muhalif bir tavır olmadığını düşünüyorum. 

Bu iki itirazım da öyle dipnot değil, beni ciddi ölçüde rahatsız eden hususlara dair. Fakat bir sonuncusu daha var ki bence kitabı en çok boşa düşüren kısım da bu: Yazarın reel İstanbul'u bilmemesi. 

Evet Burhan Sönmez kapasitesinin farkında olarak girişmişti İstanbul anlatısına, o bir Tanpınar ya da Orhan Pamuk değildi, onlar gibi İstanbul doğumlu da değildi zaten ve kendisi de bunu bildiğinden İstanbul'un kendisi için opak kalan kısımlarını edebiyatın yorumuyla billurlaştırmıştı. Fakat aynı dertten muzdarip İhsan Oktay Anar bunu masala ve tarihe kaçarak yaparken Burhan Sönmez romanının zamanı olarak bugünü seçtiği için bu gardlarından biri (tarih) düşmüş ve laf ne zaman reel İstanbul'a gelse (ki konu itibarıyla ne kadar kaçsanız da gelmek zorundasınız) reel şehir tıpkı Kültür ve Turizm Bakanlığı broşürü gibi "anıtsal İstanbul" etrafında dönüp durmuş -kitabın kapağı da bu kapsamda çok manidar. Kız kulesi, adalar, saraylar... Evet, İstanbul'un landmark'ları bunlar. Fakat İstanbul bundan ibaret değil, hele ki kahramanlarınız devrimcilerse hiç değil. Atıldığı hücrede "Burası İstanbul mu?" diye soran Küheylan Dayı gibi, merdivenaltı tekstil atölyelerinde "Burası İstanbul mu?" diye soran insanların şehri burası. Kitap yanımda değil, bu nedenle tam cümleyi aktaramadığım gibi sayfa numarası da veremeyeceğim, fakat yazarın bu yoksunluğunu ele veren çok kısım var romanda. Bir yerinde "Sirkeci'den trene bindik, yıkık mahallelerden geçerek son durağa kadar gittik," diyor. Yıkık mahallelerin, son durağın adı yok. İstanbul'da yalnızca merkez bir isim kazanıyor yani, bazen Sirkeci, bazen Haliç oluyor, onu çepeçevre saran varoşlarsa "varoşlar" olarak kalıyor. Aynı şekilde ve hatta tam olarak yazarın bakışını veren nokta, karakterlerimizin buluştuğu Doktor'un balkonu. Yahya Kemal'in "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul"u gibi merkezi ve yüksek bir konumdan kente bir haz nesnesi olarak bakan bu balkonda bakış merkezin dışına (benim görebildiğim kadarıyla) bir kez kayıyor, "Anadolu yakasının varoşları," denilip geçilirken. Gerisi varsa yoksa batan günışığında Kalamış manzarası, falan filan... Karakter tercihleri de yazarın bu zaafını ele veriyor: bir doktor, bir öğrenci ve yazarın hemşehrisi bir köylü. Bir tek diğer karakter, Kamo bize bizzat "Öteki İstanbul"un temsilcisi olma potansiyeli taşıyor fakat hayır, "marka İstanbul"dan bir kez çıkıyor Kamo, evsizlerin arasına (yine Suriçi'nde!) karıştığında, fakat bu imkan penceresinde bile şarap içip şiir okuyan, son derece banal bir "evsizlik" arketipi görünüp kayboluyor ancak. Yazarın hakkını yemeyelim, öğrenci Demirtay'ın bir varoş mahallede saklanması gibi kısımlar da yok değil. Fakat nicel olarak yeterli değil bu yan hikayecikler. Nitel olarak da değil: Herkes hikayelerinde kendi İstanbul'unu kuruyorsa eğer, varoşların da yarınların yapı taşı olmak üzere kurduğu bugünün hikayeleri, masalları olsa gerek. Efsanevi direnişlerin, ilham veren dayanışmaların hikayeleri olsa gerek, arka sokaklarda bir yerlerde Robin Hoodlar, İnce Memedler vücut bulsa gerek...

Dolayısıyla iki İstanbul var evet, biri üstte biri altta tamam, ezenler ve ezilenler, eyvallah. Fakat yazarın indiği "aşağıdaki İstanbul" o gerçek "aşağıdaki İstanbul" değil ne yazık ki, aşağısıyla ve yukarısıyla "gerçek İstanbul"dan kaçılmış bir sığınak yalnızca.

17 Ekim 2017 Salı

Yahudi Sorunu - Karl Marx

Bu kitap Marx'ın ilk eseri. Yıl 1843. Ele aldığı konu ve yaklaşımı ise 170 küsür yıl sonrası için hala çok yakıcı.

Bruno Bauer'in Hristiyan devlette Yahudilerin statüsünü ele aldığı metnini eleştiren Marx, özetle "Yahudi"nin dini bir kimlik olarak ele alınmasını sorunlu buluyor ve toplumsal koşulların yarattığı (dindarıyla, seküleriyle) gerçek Yahudi'nin kimlik meselesini ortadan kaldıracak olan çözümü tartışmalıyız, diyor. Bunun yolunun da insanı dine yönelten ihtiyaçların toplumsal olarak giderilmesiyle dinin ortadan kalkması, Yahudi'yi kendini koruyabilmek için para kazanmaya iten çarpıklığın da paranın çözdüğü sorunların toplumsal olarak çözülmesiyle ortadan kalkacağını, böylece ortada ne din devleti, ne dini ortadan kaldırıp dindarlığı güvence altına almaya çalışan ikiyüzlü laik devlet kalacağını söylüyor.

Kısacası Marx tartışmalarında pek de lafı geçmeyen bu küçük kitap günümüzün hararetli konuları için gerçekten çok aydınlatıcı bir çıkış noktası.

16 Ekim 2017 Pazartesi

Seher - Selahattin Demirtaş

Arka kapak yazısında Oya Baydar ve Zülfü imzası gördüğüm için almaya elim gitmemişti. Şuydu, buydu derken içim yana yana aldım. Uzun süredir bir gün içinde okuyup bitirdiğim tek kitap oldu. Arka kapak hariç çok güzel bir kitap. Elbette amatör öyküler de barındırıyor, ama içinde oldukça maharetli yazılmışları da var ("Mustang" gibi), en samimi olanlarsa otobiyografik olanlar. Uzun uzadıya eleştirisine girişmeyeceğim fakat gerçekten de Selo başgan'ın kendini verir de ince ince edebiyat dokursa çok çok enteresan işler çıkaracak bir kumaşı var.


11 Ekim 2017 Çarşamba

1844 Elyazmaları - Karl Marx

Çok uzatılacak bir konu değil. Zamanında okuduğum ama hiçbir şey hatırlamadığım (muhtemelen okuduğumda da pek anlamadığım) Elyazmaları'nı bu kez ders için, dikkatle ve dersin ışığında okudum. Daha iyi bir okuma yapabilmek için de, devrimciliği nedeniyle destek olmak istediğimiz fakat Çağatay Türkçesi kullanımına ifrit olduğum Sol Yayınları'nın baskısı yerine (Allah affetsin) nefret etsek de iyi çeviri olacağını düşündüğüm İletişim'in Birikim Kitapları versiyonunu aldım. 

Almaz olaydım! Çeviri İngilizce metinden, bizzat Murat Belge'ye ait. Ne ki bu da Çağatay Türkçesi!?! Tanıtlamalar, saltıklıklar falan hiçbir açıklamaya yer vermeksizin havada uçuşuyor. Bu işin linguistik kısmı. Felsefi olarak ise söz gelimi Hegelci terimlere düşülmüş hiçbir dipnot yok, bu da tam bir kavram karmaşasına yol açıyor. Hadi bunu geçiyoruz, üç el yazmasından oluşan kitabın "İçindekiler" bölümünde el yazmalarına atıf yok, yalnızca her bir el yazmasının sonunda "Bu el yazması da burada bitiyor" notu var. Okura böylesi bir kolaylık sağlamaktan bile imtina edilmiş.

Bu nedenle bu bir pişmanlık postudur. Ben ettim siz etmeyin, düşmanın oyununa gelmeyin. Alacaksanız Sol Yayınları'ndan alın bu kitabı. Ne de olsa anlamayacaksınız, bari onu anlamayın.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Hüküm - Türker Armaner

Hüküm, edebiyatçılığının yanında felsefe profesörü de olan Türker Armaner'in üç öykü kitabı ve bir romandan sonra gelen romanı. Bu anlamda, olgunlaşıp oturmuş bir edebi stil beklentisi içindekileri hayal kırıklığına uğratabilir. 

Roman; çok ama çok nadiren, karakterlerin zihinsel bulanıklıklar yaşadığı anlardaki bir, iki paragraflık -ve hakkını teslim edeyim ki gayet güzel- dil değişimleri bir yana bırakılırsa üzerinde pek çalışılmamış bir anlatıma sahip. 

Ancak eksiklik dille sınırlı değil. Okurla metin arasındaki anlam oyununda okura bir nefes alanı dahi bırakmayan, karakterlerin sürekli sesli düşünerek davranışlarını okura açıkladığı (Türk tv dizilerindeki gibi) romanda, ilk birkaç bölümde oluşturulan polisiye havanın da boş çıkmasıyla okurun okumaya niçin devam etmesi gerektiği sorusu ortaya çıkıyor.

Elbette yazarın felsefeci olmasının metne verdiği bir güç var; ama metne yedirilmemiş, edebiyatın gücünü kullanmayan, dolayısıyla romanı felsefe-yoğun bir edebi metin olmaktan çok edebiyat görünümlü bir felsefi metin kategorisine çeken bir güç bu. Lastik reklamındaki gibi, kontrolsüz güç.

Yazarın diğer eserlerini bilmiyorum ama bu kitabın (muhteşem kapağı dışında - ki insan en çok da ona kanıyor) şevk kırıcılığı nedeniyle merak da edemeyeceğim ne yazık ki.