19 Mart 2020 Perşembe

Muzaffer Buyrukçu - Sıcak Sularda Buzdan Bir Yelkenli

Okur-yazarlığın da merhaleleri var. 

Eserlere yalnızca sürükleyiciliği ve/veya popülaritesine bakılarak değer biçilen, orijinal-korsan ayırt etmeksizin, yazar isimlerini anımsamaksızın kitap okunan, okumasan sanki daha iyi olacak o ilk cehalet dönemi. Şu okur-yazarlık serüvenimde en mutlu anımsadığım zamanlar. Kötü kitaplara kötü diye sinirlenmediğim, sıkıcı kitapları bitirebilmek için kendimi zorlamadığım. Cehalet mutluluktur.

İkinci ve üçüncü aşamalar okurun ufak ufak favori yazarlarını belirlediği, "çok satanlar" ve korsan tezgahları dışında da raflar olduğunu fark ettiği ve nihayet okudukları üzerine "çok sürükleyiciydi" demekten fazlasını düşünebildiği dönemler. Çoğu okur, biliyorsunuz, ömrünü bu üçüncü aşamanın bir üstüne asla çıkamadan tamamlıyor.

Image result for Sıcak Sularda Buzdan Bir YelkenliDördüncü aşama "yüksek edebiyat" kapısının açılması çünkü. Sıkıcı denilen kitapların arkasında yatan tarihselliği ve teknik tercihleri anlamaya başlamak, işyerinde ya da arkadaş çevresinde okuma grupları kurup metinlerin derinlerine nüfuz etmeye çalışmak, kitap tavsiyelerinin pasif değil aktif bir arayıcısı olmak, bir kitabı bitirdikten sonra blogları, gazetelerde çıkan eleştirileri karıştırmak. Neyse ki günümüzde bu aşamaya geçen insan sayısında epey artış görülüyor gibi.

Beşinci aşamada artık okurluk yetmez olup yazma faslı başlıyor. Bazen okunanlar üzerine eleştiri denemeleri, ama daha sıklıkla (bütün bu aşamaya gelen kadar çoğunlukla berbat şeyler okumanın verdiği "ben de yazabilirim" cesareti sayesinde ve ayrıca "Bir roman üzerinde çalışıyorum" ya da "Ben de bir öykücü olarak..." demenin hazzını tadabilme arzusuyla) kurmaca yazmaya girişmek. Burası en zor, en üzücü aşama. Çünkü yazmanın hiç de o kadar kolay olmadığı ve hatta bırakın yazmayı, yazmaya değer bir fikir bulmanın bile başlı başına bir iş olduğu burada anlaşılıyor. O ana kadar kafasında Dostoyevski'yi bitirip Cervantes'i un almaya gönderen okurun bir anda kendi çelimsiz cümleleri, kör göze parmak mesajları, ete kemiğe bürünemeyerek tip düzeyinde kalmış karakterleriyle yüzleşmesi çok zor elbette (doğuştan yetenekli yazarları ayrı tutuyorum). Yazar olmanın öncelikle çok çalışmak, silip silip baştan yazmak, sert eleştirileri göze almak, yeri geldiğinde haftaların, ayların, yılların emeğini çöpe atmak, tam "Oldu" dediğinde ve ürününü bir dergiye, yayınevine gönderdiğinde gelen olumsuz yanıtları kabullenmekle ilgili bir sınav olduğunu öğrenmek zor oluyor. 

Fakat bu işin "mesleki" yönü. Bir de sosyo-psikolojik boyutu var. Yazar (adayı) olduğunuzda, kaç yaşında olduğunuz, sosyo-ekonomik arka planınız, şu anda ne iş tuttuğunuz vs. umursanmaksızın literatüre yüzde yüze yakın bir oranda hâkim olmanız bekleniyor (Burada fantastik, korku vb. tür edebiyatını istisna tutuyorum. Fakat onlardan da elbette kendi türleri özelinde, üstelik bu kez %100 düzeyinde hakimiyet beklendiğini belirtmek gerek). Sanki edebiyat bir bilimmiş de, yapacağınız her yeni keşif için daha önceki külliyatı hatmetmeniz gerekiyormuş gibi. Yirmili yaşlarının ikinci yarısında, ufak ufak kalem oynatmaya başlamış birinin Rus ve Fransız klasikleri başta olmak üzere "mutlaka okunması gereken ilk yüz kitap" listelerindeki o ilk yüzü de okumuş olması gerekiyor ama yetmiyor, çünkü Freud'undan Bakhtin'ine, edebiyatın okunmasına olanak sağlayacak yardımcı literatürde de zayıflık kabul edilebilir gibi görünmüyor. Bir de Türkçe yazacağı için birkaç yüz kitaplık liste de Türk edebiyatında kendisini bekliyor yazar adayımızın. Ne var ki bir ödevi daha var: Günceli de yakından takip etmek, yaşayan ustaların ve umut vaat eden isimlerin neler yazdıklarından da an be an haberdar olmak.

Bu beşinci aşama çok stresli, çünkü sırayla yapılacak iş değil bunlar. İnsan önemli bir klasiği okurken bir gören olacak diye utanıyor neredeyse, sorarlarsa "Yeniden okuyorum" yalanını hazırda bulunduruyor vesaire. Aynı şey yerli önemli isimleri okurken de oluyor. "Aaa, Nahid Sırrı Örik'i yeni mi okuyorsun?"

Ben de baktım ki olmayacak, bu aşamaya geçtiğimde bir plan yapmıştım kendimce. Bütün bu okuma listesinin hakkını vermek teorik olarak bile imkansız olduğuna göre, en azından her yazar hakkında fikir edinmek üzere birer eser okuması yapayım. Söz gelimi biri "Madem öykücü geçiniyorsun, söyle bakalım Erhan Bener'i nasıl buluyorsun" diye sıkıştırdığında boynumu bükeceğime, en azından bir kitabını okumuş olayım da edecek lafım olsun diye bir eklektik okuma atılımı başlattım.

Muzaffer Buyrukçu da elbette taranacak isimlerden biriydi. Kırmızı Kedi'den Allah bin kere razı olsun, aslında "Her Yer Karanlık" kitabının içinde yer alan Sıcak Sularda Buzdan Bir Yelkenli'deki başlı başına iş yapma potansiyelini görmüşler de Buyrukçu hakkında fikir sahibi olmak isteyenler için hap niyetine bir okuma çıkmış ortaya. Alıp iki günde çitiledim.

Ve bayıldım diyebilirim.

Muazzam bir dil hakimiyeti, şizofrenik bir hayal gücü, eleştirel bir mizah. Aradığım çok şeyi buldum bu uzun öyküde. Üstelik, işte esas bunu yapmak maharet ister öyküde, hikâyenin omurgasını oluşturan çatışmayı toplumsal arka planına oturtup etrafını da nakış gibi işleyerek bırakmamış öyküyü Buyrukçu. Finalde beklediğimiz numarayı göstere göstere değil, tam aksine yalnızca arayanın bulacağı nazik bir geçişle kıvırıvermiş. Böylece o ana kadar inşa ettiği o iskambil kağıdından titizlikle evi "o son numara"nın rüzgarıyla yıkma riskini almaktansa, yeni bir kart açıp "Dikkatli bakarsanız, aslında numara evi inşa etmekte değil, buradaydı" diye göstermiş. Çok ihtişamlı geldi bu bana.

Mehmet Günsür - İçeriye Bakan Kim faciasından sonra, adı çok zikredilen ama ısrarla da önerilmeyen insanların okunmasına belki çok da gerek olmayabileceği önyargım kırılmış oldu. Buyrukçu'ya bir ara mutlaka yine döneceğim.

9 Mart 2020 Pazartesi

Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? - Hatice Meryem (Parşömen Fanzin Yazısı)

48647960. sy475 8 Mart vesilesiyle bir kadın metni okumak istedim ve bir erkek okur olarak beni tam da üzerime düşen görevlerin başında gelen "yüzleşme"ye davet eden bu kitaba yöneldim. Zira kitapta her biri bambaşka bir akıl almaz gerekçeyle işlenen erkeklik cinayetini anlatan on öykü, ayrıca acı bir kara mizah örneği olarak bir adet kadın öldürme rehberi ("Yarın Bir Kadını Öldüreceklere Tavsiyeler") ile yazarın kitabı yazma gerekçesini anlattığı sonsöz mahiyetinde bir metin var.
Cinayetlerin anlatıldığı on öyküde okur, "sen anlatıcı" vasıtasıyla katil erkeğin zihnine yerleştiriliyor ve böylece suçluyu dışsal bir karakter olarak görme lüksü elinden alınarak daimi bir iç hesaplaşmaya çağrılıyor. Bu yönüyle güzel bir kitap. Anlamlı bir çaba.

Öte yandan öyküler teknik ve derinlik anlamlarında biraz zayıf kalıyor. Kitabın erkekleri rahatlıkla cinayete sevk eden sebeplerin akıl almazlığını vurgulamak istemesini anlıyorum, fakat bu amaca binaen bütün öykülerin cinayete giden sürecin ve cinayet anının anlatımı ile sınırlı kalması teknik anlamda bir tekdüzeliğe sebep olduğu gibi (aynı anlatı şablonunun farklı sosyo-psikolojik durumlara uygulanması), girişilen analizi derinleştirme babında da bir fırsatın tepilmesiyle sonuçlanmış gibi görünüyor. Erkek karakterlerin toplumsal cinsiyet temelli psikopatolojileri ("sen anlatıcı" tercihi yine korunarak) farklı zamansallıklar içinde aktarılabilirdi örneğin: Bir adamın karısını katletmesinden seneler sonra bu olay üzerine düşünmesi konu edinilebilir ya da bir çocuğun birlikte oyunlar oynadığı ablasını büyüyünce nasıl öldüreceğini gelecek zaman kipinde anlatılabilirdi. 

Bu kapsamdaki farklı bir deneme, "De Ki Kalem Kâğıttan" adlı öyküde biçimsel olarak yapılmış. Manzum bir metin olan bu son öykü, daha önceki öykülerde anlatılan katil erkeklerin hiçbiriyle özdeşlik kurmamayı başarmış olan "yüksek kültürel sermayeli" erkek okurun kadınları öldüren erkekleri belirli bir toplumsal kategoriye sıkıştırarak kendisi için bir kaçış alanı yaratamaması ve kendisinin de potansiyel bir katil olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi için kritik bir rol oynamış. Biçim-içerik uyumunun metnin amacına ulaşmasını pekiştirdiği böyle çeşitlemelere sanki daha çok gidilmeli, örneğin dindar bir erkek karakterin anlatıldığı öyküde dil de buna göre kurulmalıydı.

Kitaba dair en şaşırtıcı unsur ise (belki ilk öykü hariç) hiçbir öykünün şaşırtıcı olamaması. Fakat burada yazarın hiç ama hiçbir suçu yok. Bugünün Türkiye’sinde "Böyle bir şey için de cana kıyılır mı?" dedirtecek bir eril cinayet öyküsü yazmak ne yazık ki imkânsız. Kitabı okuduğunuzda anlıyorsunuz ki bu ülkede akıl almaz kadın cinayetlerini anlatmaya soyunan her yazar bir dereceye kadar başarısız olmaya mahkûm çünkü utanç verici bir biçimde anlatılabilecek bütün eril psikopatolojilere dibine kadar aşinayız.

5 Mart 2020 Perşembe

Lanetli Avlu - İvo Andriç (Mesele 121 Yazısı)

Ezber değil, bilimsel bir kanunun veciz ifadesi: Değişim dönemleri sancılı olur. Yeni olanı iyi ile özdeşleştiren aydınlanmacı alışkanlığımızdan ötürü olsa gerek, bu vecizede bir dil ekonomisi yapılmış gibi görünür ilk başta. Zira herkes bilir ki sancı ile kast edilen elbette ki "doğum sancısı"dır. Bu ağrı, sızı, çalkantı, kan ve gözyaşının içinden tertemiz, gürbüz bir şey doğacaktır.

Image result for “Lanetli Avlu”
Burada bir diğer "bilimsel vecize" gelir akla ister istemez, tarihteki mükerrer olayların ilkini trajedi, ikincisini komedi olarak saptayan. Küresel dünya tarihi için su götürmez bir hakikat. İlk doğum trajediyle sonuçlanmıştı: İki dünya savaşı, reel sosyalizmin yarattığı hayal kırıklığı, neoliberalizmin zaferi ve nihayet aristokratik zenginleriyle, kurumsallaşmış dinleriyle vesaire, orta çağın geri dönüşü. İkincisi de komedi oluyor şüphesiz: Doğum sancısı sandığımız şeyin aslında ishal sancısı olduğunu fark ediyoruz yavaş yavaş, tüm bu çalkantının sonunda ortaya yeni, gürbüz bir hayat değil, bombok bir şey çıkacağını. Şimdiki zamanın acılarının gelecekteki daha kötü günleri haber verdiğini düşünüyor çoğumuz. Havadan sudan muhabbet eder gibi antroposeni konuşuyoruz, dünyanın insan eliyle yok oluşa doğru gittiğini. Bahis konumuz da bunu nasıl durduracağımız değil, son darbeyi vuranın ne olacağı: İklim değişimi mi, virüsler mi, nükleer felaket mi falan.

TC toplumu olarak tarihi romanları severiz, çünkü Heinrich Heine'ye atfedilen bir başka vecizenin dediği gibi: "patatese benziyoruz, işe yarar her şeyimiz toprağın altında"dır. Özellikle Osmanlı'nın kozmopolitanizmini (sorunlu yanlarını fazla gözümüze sokmadan) hatırlatan eserlere toplumca zaafımız vardır. Biz bize kaldıktan sonra birbirimizden nefret etmeye başlamamız bizi nostaljik arayışlara ittiğinden, bizi farklılıkların hayata renk kattığı o muhayyel "altın çağ" dönemlerine götürecek gemilere binmekte buluruz çoğu zaman çareyi. Kimisi (görece daha "Aydınlanmacı" olan kesim demek doğru bir tespit olur herhalde) meşrebine göre erken Cumhuriyet dönemi İstanbul'una ("getir rakıyı vre Barba Dimitri!") gitmeyi sever; Sait Faikler, Orhan Veliler vesaire. Kimisiyse (bunlar da daha "postmodern"ler oluyor) modern problemlerin esamisinin bile okunmadığı Osmanlı'ya kadar geri gitmek zorunda hisseder kendini. Neticede bugünkü kötü günlerin çağrışımlarıyla yüklüdür erken Cumhuriyet dönemi eserleri. Zaten bu yüzden muhayyeldir ya bütün altın çağlar da, hakikatin hatırası altın çağa imkan tanımaz.

Fakat tarihe bakışımızı da bütünüyle değiştirmeye müsait, çağın ruhuna uygun, çok farklı bir psikolojimiz var bugün. Günün karamsarlığından geçmişe sığınmak işleyen bir kaçış stratejisi sanki artık. Zira her nostaljik edim, kelime kökeninin de ifade ettiği gibi (nostos "geri dönüş" demektir, algos ise "acı")  kaçırılmış bir fırsatın acısını içerir. Ve çağdaş insanın artık daha fazla acıyı kaldıracak takati yok gibi görünüyor. Bunun yerini oldukça tatmin edici bir başka duygu dolduruyor şimdilerde, daha "muhafazakar gerçekçi" bir tutum: "İnsanın hâli bugün kötü ama dün de en az bugünkü kadar kötüydü. Çünkü insan budur."

(Üvey kızını istismar ettiği yönünde ciddi ithamlar bulunduğu için adını anmak istemediğim ünlü bir yönetmenin Paris'te geçen filmi esas olarak aynı şeyi söylemiyor muydu: "Altın çağ sandığımız dönemlerde yaşayan insanların da altın çağları vardır.") 

Bu yeni tarih okuması oldukça bereketli. Çünkü yalnızca "altın çağ" addettiğimiz dönemlerde yaşayan, nicedir kıskandığımız insanlara duyduğumuz hıncı çıkarmakla kalmıyor, tarihten ders çıkararak meşhur "mümkün dünyaların en iyisi" çözümüne sığınabiliyoruz artık. "Daha iyisi olabilseydi, zaten olurdu." Bugünün dünyasının öğrenilmiş çaresizliğini rasyonalize edebiliyoruz böylece.

İvo Andriç'in Lanetli Avlusu bu tarih okumasına tabiri caizse "çift dikiş" atıyor: Bir yandan anlattığı Osmanlı hapishane manzarası üzerinden bugünün Türkiyesiyle şaşırtıcı paralellikler kurmamızı sağlarken bir yandan da bir tarihi roman içerisinde tarih meraklısı kötümser bir karakterin (Kamil/Cemil Efendi) kötümser yorumlarına yer vererek "tarihin yatay seyri" söylemini (toplumun birey üzerindeki tahakkümünün değişmezliği üzerinden) pekiştiriyor. Kitapta resmedilen Osmanlı idari ve toplumsal yapısı ile günümüz arasındaki benzerlikler hakikaten şok edici. Batılı bir ülkeyi cezalandırmak için kendi vatandaşını rehin almaktan tutun da, tutuklattığı bir insanın çok sayıda kitabı var diye öfke ve nefret hislerine boğulan valisine varıncaya kadar, anlatılan adeta bugünün Türkiyesi. Hal böyle olunca, rejim (hem de birden fazla kez) değişmiş, kuşaklar değişmiş, küresel bağlam ve bilim ve teknik de değişmiş olmasına karşın vaziyetin aynı kaldığıyla karşılaşmanın kitabın kehanetini doğrulayıcı bir rol oynadığını kabul etmek gerek. Benzer şekilde, kitapta uzun uzun anlatılan Cem Sultan'ın kaderinden çıkarmamız istenen ders, yani sultan bile olabilirken "kendisi olamama" ve küresel güç savaşları içinde yapayalnız tutsak olma hâlleri, hakikaten de bugün üzerine kafa yoran bir kişinin kendi durumuna baktığında da tespit edebileceği ilk gerçekliklerden biri değil mi?

Öte yandan, mevcut durum bünyesinde her zaman çelişkiler barındırdığını akılda tutmak ve belki de tarihte görmek istediğimiz yere bakmak gerek. Kaçıp saklanacağımız bir altın çağa ya da bugünü meşru kılmamızı sağlayacak bir paralelliğe değil, sancıların doğumla sonuçlandığı dönemlere.