26 Nisan 2018 Perşembe

Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler - José Ortega y Gasset

"Batı bizden şu kadar yıl ileride abi" söyleminin banalliği ortada olmasına karşın mutlaka doğru çıktığı hususlar oluyor. Bu ileride olma hali mutlaka teknik veya ekonomik bir üstünlüğe işaret etmek zorunda değil, hatta ilerilik her zaman üstünlük anlamına gelmeyebiliyor da. Benim gözlemime göre bu çağ farkının en bariz olduğu alansa sosyokültürel tartışmalar diyebiliriz. Söz gelimi "kent hakkı" meselesinin -o da tesadüfen- gündeme gelişinin 2013'ü bulması bunun en has örneğidir, gibi.

Kanımca en geriden geldiğimiz tartışmaysa estetiktir. İkincil önemdeki bir züppe meselesi sayılan estetik tartışması, üstüne bir de yaşadığımız onlarca hayati sorunun gölgesinde kalınca ülkece bir "zevk krizi"nin içinde debelenip duruyoruz. Bütün bir Anadolu'nun Keçiörenleşmesiyle sonuçlanan mimari zevksizlik, heykelciliğin ufkunun yöresel mahsullerle sınırlı olması, görsel gücü yüksek filmler çekebilen yönetmenlerin sayısının bir elin parmağını geçmemesi... Tüm bunlar, ülkece teknik ve ekonomik atılımlar da yapsak, barış içinde örnek demokratik bir ülke de kursak devasa bir mutluluk sorunuyla cebelleşmekten kaçamayacağımızı gösteriyor.

Image result for Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler - José Ortega y Gasset
Gasset'in kitabını (ilk basım 1925) okurken bunu düşündüm ister istemez. Avrupa'yı kasıp kavuran 1. Dünya Savaşı yeni bitmiş, Hitler "Kavgam" kitabını yazalı 1 yıl olmuş. Yazarın bizzat kendi ülkesi çok değil 10 yıl sonra Franco'nun darbesine sahne olacak. Fakat Gasset, akademik ilgi alanı da olmamasına karşın yeni sanatın, genç yazarların peşine düşüyor ve 20. yüzyıl sanat ve edebiyatının gelişim çizgilerine ve sorunlarına dair kafa yoruyor.
Bu "Batı bizden şu kadar yıl ileride"nin bir başka örneğini de bu tespitlerde yakalıyoruz. Romantik akımın popülaritesinin karşısında "yeni sanatın" ayrıcalıklılara, sanat aristokrasisine yönelik olduğu, sanatın kendi içine kapandığını gözlemliyor Gasset. Tıpkı 80'lerin sonuyla birlikte Türkiye'de sanatın çözülmeye başlayıp aşağılanan "entel" tipolojisinin ortaya çıkışını andırıyor bana bu. Fakat bu noktada Gasset'le ayrışmaya başlıyoruz (Gasset'in çok da umurundaydı). Gasset açıkça sanatın aristokratikleşmesinde bir tür arılaşma eğilimi görüyor. Kant'ın yargı gücünü (beğeniyi) akıldan ayrı bir kategoride değerlendirmesi doğrultusunda ilerleyerek, estetiği toplum ve felsefeden azade, onları aşan, yalnızca lezzet dairesinde kalan bir şey olarak ele alıyor ve bu anlamda ilkin kulağa negatif gelen "sanatın insansızlaşması"nı olumluyor Gasset. Sanatın gerçeklikle ilişkisinden tam bir kopuş öneriyor, bunun da sanatın bizzat tanımı gereği (kim yapıyor bu tanımı?) olduğunu açıklamaya girişiyor. Gerçekle kurduğu sorunlu ilişki, edebiyatta özel olarak harekete ve olaya açtığı savaşta doruk noktasına çıkıyor ve romancılardan ne idüğü belirsiz, handiyse devinimsiz hayal dünyaları talep ediyor. Öte yandan, tam da beğendiği doğrultuda ilerleyen bu yeni akımın sanatçıları için sanatın artık önceki yüzyıllara nazaran önemsiz olduğunu da kabul ederek çelişkiye düşüyor. 

Ne olursa olsun, elitist fikirleri okura ters de gelse verimli bir tartışma açıyor Gasset. Özellikle İspanya için artık eskimiş olan bu konuların Türkiye için taptaze olduğu düşünülürse. Gasset'in muhteşem örneklerle bezediği anlatımı da tartışmayı kuru teoriden kurtarıp capcanlı bir meydana taşıyor.

24 Nisan 2018 Salı

Ankaralı Dört Hanım - Claude Farrére

Edebiyat okurluğunda iki zıt uç var, malum: 1) Eserin sanatsal boyutundan, yani dilinden, kurgusundan, atmosferinden vs. haz almak için okumak. 2) Eseri yazıldığı döneme, seçilen konuya ilişkin bir veri kaynağı olarak yaklaşarak bilgi edinmek için okumak.

Ben daha çok ikinci gruba giriyorum. Estetik haz için de okuduğum olur elbet fakat söz gelimi "zor" bir metni sırf sıradışı bir dil veya teknikle yazıldığı için alkışlayamam, müellifini asla sevemem. Okumanın kendisi zaten başlı başına zor bir iş bugün. Etrafta dikkat dağıtan onlarca uyaran, sürekliliği bozan bir sürü parçalı iş. Şöminenin yanı başındaki sallanır koltukta zor metinlerin derinlerine inmek yalnızca bir fanteziden ibaret.

Image result for Ankaralı Dört Hanım - Claude Farrére
Claude Farrére'nin kitabından bir şekilde haberdar olmuş ve ilgilenmiştim. Kitabın erken cumhuriyet dönemine dair çok enteresan gözlemlerin kapısını aralayacağı kapak yazısında da bangır bangır ilan ediliyordu zaten [1]. Sonra sahafta 5 liraya bulunca affetmedim.

Mustafa Kemal'in sırf kendisiyle görüşmek için İzmit'e gittiği söylenen ünlü bir Fransız yazarın Cumhuriyet romanı yazmış olması az şey mi? Üstelik de romanın "geri kalmış Türklerin aydınlanma çabası" gibi üstten bir bakışı da yok. Aksine amiyane tabirle "modernleşme sancıları" çok objektif bir noktadan yakalanarak tartışılıyor ve romanda birkaç kez Fransa'yla Türkiye'nin pek bir farkı olmadığı da vurgulanıyor.

Fakat Yaban vb. okumuş ve 2000 sonrası dönemde Kemalizmin günahları ve sevapları üzerine her iki cenahtan nutuk dinlemekten yılmış bir jenerasyonun ferdi olarak romanda özel olarak aklımı başımdan alan bir "bilgi" olduğunu söylemem çok zor.

Fakat bu noktada girişte açtığım konuya geri döneceğim. Yazarın genç Cumhuriyet'e ilişkin gözlemlerini iki aşk hikayesi üzerinden verme yönündeki seçiminin açtığı kapıya. Romandaki ucuz romantik trajedinin temel dinamiğinin Kemalist kimlik bunalımı üzerine inşa edilmiş olmasındaki teknik yenilik beni hiç beklemediğim bir yerden vurarak birinci tip okurun hazzını almamı sağladı. Kısmen alakalı olarak, roman boyunca yer verilen kimi gözlemlerin (örneğin cenaze defninin tabutla yapılmaya başlanması) gerçek mi yoksa yazarın fantezisi mi olduğu yönünde düştüğüm çelişkilerin ironik hazzı da aynı hattan ilerlemiyor mu?

Bildik temaların farklı zaman veya mekanlara şablon olarak uygulanmasındaki sönüklüğe kıyasla aynı temanın böyle hibrit bir zaman-mekana uygulanmasının açtığı alanın böylesine verimli olması ise işin bambaşka bir ilginçlik yönü.


[1] Büyük bir devrim... Büyük toplumsal değişimler... Yeni değer yargıları, yeni yaşam ve düşünce tarzları. Ancak kişiler bir bocalama içindedir... Bir taraftan; asırlarca devam eden değer yargıları, düşünce tarzları ve dolayısıyla yaşam, diğer taraftan ise yeni kalıplar... İşte büyük ikilem, doğrular hangileri, yanlışlar neler?... İşte yeni Ankara ile yeni İstanbul... Ankaralı Dört Hanım'da iki aşk hikayesi etrafında, 1920 sonları ile 1930'lu yılların başlarındaki Yeni Başkent'le İstanbul'un sosyo kültürel örgüsü irdeleniyor

17 Nisan 2018 Salı

Şeytan Tangosu - Laszlo Krasznahorkai (OKUMADIM)

Bu kitap okunmayıp boykot edilmeli.

Böyle bir şeyi yazmaya bile gerek yok ya, yine de: Çeviri kitap yayınlamanın birinci kuralı öncelikle iyi bir çevirmen bulmak olsa gerek. Hele ki Can Yayınları gibi afedersiniz deveyi hamuduyla götüren bir yayınevinin long seller adayı böyle bir kitap için ne yapıp edip titiz davranmasını beklersiniz.

Oysa kitabı Macarcadan çeviren Bülent Şimşek'in Macarca yetkinlik seviyesi muğlak. Biyografisine göre çevirmenimiz 5 sene Macaristan'da yaşıyor, Türkçe dersleri veriyor ve bu sırada da "Macarca öğreniyor." Yani ders alıp almadığı bile şüpheli. Ona bakılırsa 30 yıldır Almanya'da yaşayan gurbetçilerimiz var, onlar da o esnada Almanca öğreniyor, fakat rastgele biri seçilip kolay kolay Goethe çevirisi teslim edilmiyor.

Neden bu kadar öfkeliyim? Şundan: Kitap K.F. adlı birinden yapılmış bir epigrafla açılıyor. Durumdan şüphelenip araştırıyorum ve evet: K.F.'nin Kafka olduğu anlaşılıyor. Orijinalinde K.F. yazması doğal, çünkü Macarcada önce soyisim sonra isim yazılır. Fakat Türkiyeli okura bunu F.K. olarak aksettirmek gerekiyor. Başka biri bu hatayı yapsa anlarım ama kitabı Macarca aslından çeviren biri bunu nasıl atlar inanılır gibi değil. Tabii çevirmenin lütfedip bu K.F.'nin kim olabileceği üzerine tefekkür etmesi gerektiği konusuna hiç girmiyorum.


Devamı da var. Bu K.F.'den yapılan alıntı şöyle: "Madem durum böyle, benim hatam, işi bekletmek olsun." Zor, tuhaf bir cümle. Dikkat çekiyor. Hemen İngilizce çevirilerine bakıyorum. Alıntı şöyle: "In that case, I'll miss the thing by waiting" Yani mealen "Şu durumda, beklediğim şeyi sırf beklediğimden kaçıracağım" Türkçe çevirininse bu anlamla yakından uzaktan alakası yok! Bırakın kötü olmayı, düpedüz alakasız, yanlış bir çeviri. 

Şimdi Allah aşkına, daha epigrafta böyle berbat çeviri sorunlarıyla başlayan üstelik zor olduğu bilinen bir kitabı okumaya devam etmek için tek bir neden var mı?


Akademisyenlerden KHK Öyküleri - Kolektif

Image result for Akademisyenlerden KHK Öyküleri"Bu Suça Ortak Olmayacağız!" bildirisini imzalayan ve en güzelinden bir adlandırmayla "Barış Akademisyenleri" olarak bilinen insanlar, 7 Haziran sonrası dönemin gururla hatırlanacak az sayıdaki tertemiz unsurlarından oldular. Doğruyu söylemek için tereddüt etmediler, ülkenin legal ve yarı-legal bir numaraları mafyalarınca hedef gösterildiler ve sonunda birçoğu işinden, bir kısmı da kısa süreli de olsa özgürlüğünden edildi. Üstelik hala açılan davalarla boğuşuyorlar. 

Kitabı sadece dayanışma maksadıyla almıştım. İsimlere göz atar, birkaç kişinin hikayesini karıştırırım diyordum fakat kahramanlarına yakışır biçimde öğretici de bir kitap oldu benim için.

Sayısı binleri bulan barış imzacısı akademisyenlerin her birinin özgün hikayesini dinlemek pek mümkün değil, fakat kendilerini "sivil ölü"ye çevirmeye çalışacağına tereddüt etmedikleri bir otoriteye karşı duran bu insanların nasıl da hayatın tam içinde olduğunu tekrar tekrar hatırlamak için "Akademisyenlerden KHK Öyküleri" gibi kitaplara gerçekten ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.


9 Nisan 2018 Pazartesi

Morel'in Buluşu - Adolfo Bioy Casares (Spoiler İçerir)

Borges'in yalnızca Kum Kitabı'nı okudum, kendisi hakkında uzun boylu laflar edecek kadar derinlemesine incelemişliğim yok. Fakat bu kitaba yönelik eleştirim, Borgesperestlerin verdiği izlenimle çakıştığı için rahatlıkla Borges'i sevmediğimi söyleyebiliyorum: Borges çok iyi öykü fikirleri bulan biri, orası kesin, ancak bu fikirler öyküye dönüşmüyor. Bence öykü "Bir kitap olsa, sonsuz sayfası olsa..." ya da "Bir adamın gençliği ve yaşlılığı aynı bankta buluşsa..." ifadelerinde üç noktadan sonra gelen "... ne olurdu?" sorusunun cevabıyken, Borges ortaya yalnızca o üç noktanın öncesini, yani fikri atıp çekiliyor. Açıkçası Arjantinli olduğu dışında hayat hikayesini bile bilmiyorum ama, ben seveyim ya da sevmeyeyim (edebiyat dünyasının da çok umrundaydı benim sevip sevmediğim), en azından Latin Amerika edebiyatı için Borges'in bir düğüm noktası olduğu aşikar. Sanki Latin Amerika edebiyatının tarihsel çizgisi "Borges'i etkileyenler", "Borges" ve "Borges'ten etkilenenler" üzerinden gidiyor gibi görünüyor.

Morel'in BuluÅŸuKapakta "Borges'in önsözü" olunca ve yalnızca nitelikli edebiyat basan ender ekiplerden Helikopter Yayınlarından bir şeyler okuma arzusu da dürtünce merak etmiştim bu kitabı ben de. Oldukça kısa bir kitap - önsöz de hayatımda okuduğum en kısalardan fakat yazıldığı tarih itibarıyla edebiyatçıların "Ne anlatmalı?" sorusu karşısında ciddi anlamda bocaladığını pek güzel anlatıyor. Rus yazarlar sağ olsun insan psikolojisinin edebiyat vasıtasıyla keşfedilebilecek bir yanının kalmamış olabileceği, "olay"ın da "olay yaratan" eserler ortaya konmasına git gide daha az katkı sunduğu, bir bakıma edebiyatın tıkandığı tespiti yapıyor Borges. Casares'in kitabının da bu anlamda çığır açıcı olduğunu iddia ediyor.

Gerçekten öyle mi? Tabii ki hayır. Eş dost ilişkilerinin seviyesini bilemeyeceğim ama muhtemelen bir dostu tarafından yazılmış, zira Borges'in kendisine ithaf edilmiş bir kitabın önsözünde "Aman canım alelade bir kitap işte" yazacak hali yoktu herhalde, herkes gibi Borges de arkadaşını biraz fazla övmekle malul olacaktı elbet. 

Spoiler'lı bölüm geldi, dikkat:

Bu tür "Burus Vilis aslında ölüymüş" oyunlarına yaslanan kitaplarda okura ipuçlarını verme ve gerçeği açıklama dengesi kritiktir, bilirsiniz. Bu kitapta ne yazık ki okura neredeyse gerizekalı muamelesi yapılıyor, her şey ayan beyan ortada olmasına karşın karakterin olayı anlamamaya devam etmesi yıpratıcı oluyor. Morel'in Buluşu bence en çok bu nedenle mükemmellikten uzak.

Fakat yine de etkileyici bir kitap olduğu da kesin. Bunun iki sebebi var:

1) Tür: Kitap bir tür Robinson Crusoe hikayesi, öte yandan içinde en iticisinden romantizm de var, ve ta ta ta tam - bilim kurgunun da hası var. Kolay değil: Genç Werther'in Acıları stili ağlak bir aşk anlatısını Jules Verne'vari bir bilimkurguyla çakıştırarak buradan yeni bir felsefe üretmek.

2) Felsefe: Peki nedir bu üretilen "felsefe"? Bunu detayda yakalıyoruz. Öykü henüz ilk sayfada "Malthus'a övgü" adını almak üzere yazılmaya başlanan bir günlük. Bambaşka bir olayın anlatısına sonra sonra evriliyor. Yine de satır aralarında Malthus atıfları yapılmaya devam ediliyor. Malthus: İnsan nüfusunun besin miktarına göre çok daha hızlı arttığını hesaplayan ve buna çözüm aranması gerektiğini ileri süren adam. Bu Malthus referansı, insanları kaydedip gelgit enerjisi vasıtasıyla yeniden ve yeniden oynatarak ölümsüzleştiren Morel'in buluşuyla beraber düşünüldüğünde müthiş bir kapı açmıyor mu? "Evet, insanlık kendini tüketmeye doğru gidiyor," diyor kitap, "Fakat bunun acısıyla başa çıkacak tekniğe sahip olmaya doğru da hızla ilerliyor." Bu yönüyle müthiş derecede bilimperver bir öyküyle karşı karşıyayız.

Fakat... Aşık olunan kadın karakterimizin adının Faustine olmasına ne demeli? Faust'a gelen bu güncelleme de neyin nesi? Morel'in insanları onların rızasını almadan ölümsüzleştirdiğini ve kahramanımızın da makinelerin kontrolünü ele geçirdiğinde bu ölümsüz zamanı kendi arzusunca manipüle ettiğini hatırlayalım. Şunu anlıyoruz: Bugün Goethe'nin Faust'undaki gibi Şeytan'la rasyonel bir anlaşmanın zemini ortadan kalkmış durumdadır. "Ben sana ruhumu satayım, sen de bana karşılığında şunları şunları ver," pazarlığı bitmiştir. Şeytan artık bizim ruhumuzu "istimlak" etmekte ve karşılığında kendince bir karşılık vermektedir. Faust Faustine olmuştur, yani dişil, pasif, maşuk; Şeytan'sa Goethe'deki gibi tüccar değildir, aşıktır o, fakat tek taraflı, deli bir aşk. Bireyin ruhunu çürütme pahasına ona cenneti bu dünyada vaat eden 19. yüzyıl aydınlanması geçersiz bir naif düşüncedir artık; 1940 yılına geldiğimizde gücü elinde bulunduranlar kimse cennetin tanımını da onların yaptığı ve bize dayattığı anlaşılmıştır.

Dolayısıyla Aydınlanma'ya doğru ilerlerken ışıktan gözleri kör olmadan eleştirel de bakabiliyor Morel'in Buluşu. 1940 yılında yazılmış bir Black Mirror bu, fakat önerdiği şey "yeni"den nefret etmek değil, "yeni"nin tanımını değiştirmek.