22 Temmuz 2020 Çarşamba

Bülent Diken - İsyan, Devrim, Eleştiri (Toplum Paradoksu)

Bülent Diken'in daha önce Nihilizm kitabını okumuş ve gündelik pratik seçimlerimize ilişkin (şahsen Marx'ta cevabını bulamadığım) soruları Nietzsche'nin karşılayabildiğini, ve aslında "praksis" çerçevesinde Nietzsche ile Marx'ı beraber düşünmenin gayet de mümkün olduğunu görmüştüm. Kitap, dünyayı a priori belirlenmiş ahlaki ilkelerin Prokrustes yatağına yatırma çabasının sonuçsuz yıkıcılığı ile dünyayı değiştirilemez kabul etme edilgenliğinin alternatifi olarak ahlakı yapılabilirlikle, yapılabilirliği ahlakla sınayan, bu nedenle sürekli yeniden kurulması gereken dinamik bir anlayışı öneriyordu. Marksizm-Leninizmin bu meseleyi sınıflı toplum sonrasına atmasının, ondan öncesindeyse sınıf savaşına endeksli bir pragmatizmin lensleriyle ele almasının son kertede marksistlerin elini zayıflattığını, salt propagandist açıdan bakıldığında bile "Nasıl Davranmalı" sorusunun "Ne Yapmalı"dan daha az önemli olmadığını savunan biri olarak bu kitap bana ilaç gibi gelmişti. 

İsyan, Devrim, Eleştiri: Toplum Paradoksu | E-Dergi, Sanat TarihiDiken bu kitabında da çok kritik bir meseleye, (kendi ifadelerimle söyleyecek olursam) programatik olana galebe çalacak spontanlığı formüle etmeye çalışıyor. Bir diğer deyişle, hesaplanmış devrimlerin ve planlamalı sosyalizm inşası anlayışlarının karşısına bu hesapçılığın kısırlığını ve kuruluğunu aşan, tam da bu yönüyle ona "ruh" veren insan eyleminin ortaya çıkış dinamiklerini araştırıyor. Daha doğrusu, niyeti bu. 

Gerçekten de ufukta pek de sosyalizm varmış gibi görünmeyen, "dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay" olduğu bu berbat çağda insanları devrimci bir inançla eylemeye, hatta gerektiğinde hayatını bunun için feda etmeye hazır tutacak bir felsefenin yoksunluğunu çekmiyor muyuz? Bunun için ayağı toprağa basan, seküler bir maneviyat kurulmalıymış, kurulabilirmiş gibi geliyor.

Kitapta bu felsefenin ipuçlarını bulmak mümkün. Komünizm hayalinin hiçbir zaman erişilemez olduğunu, ama (buna rağmen) ve (belki de tam da bu yüzden) komünizmin hep şimdileşme potansiyeli taşıyan, rasyonel, programatik akılla anlaşılamayacak bir aktifleşme ontolojisinin olduğunu öne sürüyor Diken. Fiili olanla potansiyel olan [1] arasında kavraması zor fakat her an aktifleşebilecek bir ilişkiyi temel alarak devrim fikrini güncel tutmaya çalışıyor. Kitapta Tahrir Meydanında fiilen Mübarek'in istifası için toplanan insanlarda bir anda tecessüm ediveren komünist pratiğin örneği veriliyor. Siz buna Gezi'ye çıkan insanlarda önceden öngörülemeyen kardeşleşme, paylaşım gibi duyguların bir anda serpilivermesini ekleyebilirsiniz. İşte bu gibi nedenlerle devrimin zamanını ölçtüğümüz(ü sandığımız) somut göstergelerin işlevsizliğini ilan ediyor Diken. Risk almayı, şansını denemeyi, Weber'in "demir kafes"inden kendimizi kurtarıp yönetici aklın karşısına oyunla çıkmayı öneriyor. Bunun için, diyor Bülent Diken, herhangi bir isyan dinamiğinin sistem içi araçlarla sönümlenme tehlikesi ne kadar varsa, onda komünizm fikrinin patlak verme ihtimalinin de var olduğuna inanmamız gerekir. Devrimcinin buradaki görevi ne isyanı belli bir stratejiye yönelik taktik hamlelerle yönlendirmek, ne de kendini tamamen ona bırakmaktır, bu ikisinin arasında gerili ipte yürümektir devrimcilik, Diken'e göre:

"Böyle bir müdahale daima stratejik bir kararı gerektirir, ânı 'ele geçirmeye' çalışır; bununla beraber âna layık hale gelmeye hazırlıklı olmayı, an tarafından 'ele geçirilmekten', yani kendini âna kaptırmaktan doğan bir sarhoşluğu da gerektirir." (sf 25)

Aslında Türkçesi şu: Dönüşüm, dönüştürücü bir programa indirgendiği müddetçe asla gerçekleşemez. Kaygıyı arzuya, arzuyu cesarete ve neticede kazanıma çeviren duygu akışlarıyla girilecek diyalektik ilişki devrimcilik için elzemdir.

Bu bakımdan soldaki tıkanmanın aşılabilmesi için de muazzam bir öneri bu kitap. Bugün Ortadoğu toplumlarının haline baktıkça karamsarlaşmak için her türlü geçerli sebebi bulabiliyoruz. Özellikle sanatta var olanın kötülüğünü ilan etmek, hatta bilfiil mizantropi üretmek "sol" bir tavır sayılıyor. Ancak unutmamalıyız ki bu bakış, halin kendisine içkindir. "Sarhoş", arzulu bir bakış, aynı zamanda dönüştürücü de bir bakış olacaktır. Eskiden solcuların yaptığı da bu değil miydi? Toplumun daha az "cahil", daha az faşizan, daha az kadın ve LGBT düşmanı olmadığı zamanlarda bugün solun tabela asmaya çekindiği coğrafyalarda miting düzenleyecek kitlelere erişebilen ve bu kitleleri antifaşist mücadeleye katabilen bir soldu o. 

Nazım Hikmet değil miydi, "akrep gibisin" demekten çekinmediği insanlara baktığında beyaz gömleğiyle bir laboratuvarda insanlar için ölebilecek olanı gören? Zira "mesele gerçeklik ve yanılsama karşıtlığı değil - ki bu bir nihilizm belirtisidir - olumlayan yanılsamalar ile yaşamı olumsuzlayanları ayırt edebilmektir" (sf 48). Tıpkı Marx ve Engels'in birleşmeye çağırdığı işçi sınıfını aslında sınıf olarak bizzat bu sözleriyle kurması gibi (sf 134).

***

Fakat kitabın eksileri de var. Çok fazla alıntıyı, çok farklı bağlamlarda uç uca ekleyerek bir eklektik bir teori çorbasıyla karşı karşıya bırakıyor bizi. Badiou, Ranciere, Deleuze, Derrida, Foucault, Agamben, Negri, Zizek gibi düşünürlere verilen sayısız referans iç içe geçiyor, bütün bu düşünürleri birbirinden ayıran kalın çizgiler silikleşiyor, birbirine yabancı kavramlar görücü usulü evlendirilmiş gibi daha birbirleriyle tanıştırılmadan gerdeğe sokuluyor. Okur için çok yorucu, yer yer kafa karıştırıcı, açıkçası akademik olarak da sorunlu bir yazın pratiği bu. Keşke Diken bu kadar fazla düşünürü yardıma çağırmaya gerek duymadan, çok iyi bildiği sanat eleştirisinden yola çıkaracak özgün dilini bulsa diye düşünmeden edemiyor insan.

[1] Orijinal metinde virtual olarak geçen bu terimi Türkçeye "gücül" diye çevirmişler, hoşuma gitmediği için "potansiyel" demeyi daha uygun buldum.

9 Temmuz 2020 Perşembe

Freud'dan Lacan'a Psikanaliz - Saffet Murat Tura

Freud'dan Lacan'a - %25 indirimli - Saffet Murat Tura - Ayrıntı Yayınİlgiyle izlediğim çok düşünür var ama örnek almaya çalıştıklarımın sayısı az. Felsefenin güncel çıkmazlarına inanılmaz bir sükunetle yaklaşarak kendi yorumunu katan, tıkandığı yerde geri çekilmeyi bilen, bunu yaparken muhteşem bir etik icra ederek obskürantizmin gölgesinde kaçak güreşmeyi kolayca başarabilecekken fikirlerini muhteşem bir netlikle ifade ederek pozisyonunu saldırıya açık halde tutan çalışmaların altındaki imzasıyla Saffet Murat Tura bunlardan biri.

Freud'dan Lacan'a Psikanaliz'de de bu yaklaşımının yansımasını görüyoruz her şeyden çok. Kitap psikanalizin güncelliğini, "ortodoks Freudculuğa" karşı çağdaş bilimsel ve felsefi ilerlemelerin ışığında psikanalizin nereye yerleşebileceğini tartışıyor her şeyden önce. 

Bu kapsamda psikanalizin klinik uygulamalardan çok insanın toplumsallığının temellerini aydınlatmaya yönelen sahalarda (sosyoloji, antropoloji, politik psikoloji...) daha iyi kullanılabileceğini savunuyor ve "değişik kültürel faktörlerin kişiliğe etkisini değil, bu kültürlerin temelindeki ortak psikanalitik yapıyı açıklayabileceği için" de Lacan'ın öneminin altını çiziyor. 

Kitap boyunca Popper'dan Sartre'a, Descartes'tan Heidegger'e pek çok filozofla tabiri caizse göğüs göğüse çarpışarak Lacancı psikanalizin "yanlışlamalarını yanlışlıyor" öncelikle Tura. Lacan'în Saussure ve Levi-Strauss referanslarıyla bilinçdışı-dil ilişkisini nasıl kurduğunu ve bunun "kültürel özne"nin kurulumunu nasıl açıkladığını tane tane gösteriyor. Ayrıca Freud'un teorisindeki (bastırma mekanizması, kastrasyon korkusunun filogenetik aktarımı vb.) açıkları Lacan'ın nasıl kapatabildiğini de detaylandırıyor. 

Kitap büyükölçüde psikanalizin güncel değerlendirmesine ve psikanalizin klinik dışı alanlarda çalışabilirliğini göstermeye adandığı için "Lacan 101" ders kitabı niteliğinde değil. Lacan'daki pek çok temel kavramın (joussiance, matheme vb.) bir kez bile adı geçmiyor. 

Bu açıdan Lacan'ı bilmeden okuyacak olanlar için yeterli olmayabilir, hatta kafa karıştırıcı bile olabilir. Fakat teorilerin büyüsüne kapılmış olanlar için teori ile bilimsel pratik ilişkisinin nasıl kurulacağı konusunda muazzam bir "ders kitabı".

İkircikli Bir İzmir Ütopyası - Delibo (Eleştirel Kültür Yazısı)



Delibo aceleci bir roman. Telaşlı bir koşturmaca içerisinde, kayıp kahramanı Delibo’yla beraber kendi kendisini de arayan. Anlatının mekânında bir yere çıkmayacağı belli olan ara sokaklara girip girip geri dönen, bazen durup soluklanan, kimi zaman yatağını bulup aksa da sonra yine yolundan sapan. Biraz kederli, biraz öfkeli, biraz da gamsız bir “sarhoş metin”. Romantik birisi olsam “İzmir gibi bir roman…” diye de tanımlayabilirdim belki.

Delibo , Murat Uyurkulak - Fiyatı & Satın Al | idefixBu acelecilikten olsa gerek, daha ilk sayfasında çıkarıyor ağzındaki baklayı Delibo. Ve karşıtlığını kuracağı iki “uzam”ın ismini veriyor hemen: İzmir ve Konya [1]. 

Bu ilk bakışta çok banal bir karşıtlık tabii: Bugünün Türkiye’sinde “laiklik” deyince akla gelen ilk şehre karşı “siyasal İslam” dendiğinde akla geleni. Mahalleler arası bölünmüşlüğün bir ölçek üstü: Fatih Harbiye’ye bir 2020 güncellemesi. 
Fakat Fatih-Harbiye ile İzmir-Konya ikiliklerini aynı karşıtlığın farklı temsilleri olarak ele almak (yazarın niyeti buysa bile) büyük bir hata olur. Aynı kentte yer alan iki mahallenin karşıtlığı birbirine düşman siyam ikizlerini andırır çünkü daha çok: Ayrılma ihtimali olmayan, bir tramvay hattının birbirine bağladığı iki mahalle arasında kaçınılmaz ve daimi bir etkileşim olacaktır. Aralarında diyalektik bir ilişki gelişecek, son kertede sentezlenecek ve beraberce dönüşeceklerdir. 

Temsilin ölçeği değiştiğinde veçhe de değişmiş olur. Mahallenin yerini şehirler aldığında, kültürel düzeydeki çatışma siyasi haritaya yansımıştır artık. İki farklı site söz konusudur şimdi, dolayısıyla iki farklı yurttaşlık tanımlanabilir hâle gelmiştir. 

Zaten İzmir’in karşısına Konya’nın yerleştirilmesi de ayrımın kültürel değil siyasi olduğunu gösterir. Zira memlekette “muhafakazar mahalle”yi temsil etmeye Konya’dan çok daha uygun kentler vardır aslında. “İlk Ramazan dayağı bahisleri” kapsamında Konya çok fazla zikredilmez örneğin, üstelik şehir efsanesi de olsa “En çok alkol tüketen il” olarak adı çıkmıştır bir kere [2]. Konya’yı bu anlamda kutbun öteki ucu yapan şey Erbakan’la, meşhur Kudüs Mitingiyle, İslami holdinglerle özdeşleştirmenin, dolayısıyla İslam’ın ya da muhafazakârlığın değil doğrudan doğruya “siyasal İslam”ın coğrafi temsili rolünü üstlenebiliyor olmasıdır. 

Gelgelelim onu Fatih Harbiye’den ayıran çok temel bir boyutu daha var Delibo’nun: Barındırdığı karşıtlığın iki ucu arasında suni de olsa bir denge gözetilmemiş. İzmir’i ve Konya’yı anlatmıyor, İzmir kimliğinin “kurucu ötekisi” olarak Konya’yı da içinde barındıran bir İzmir romanı o. 

Peki neden “farklı mahalleler” değil de “farklı yurttaşlıklar”ı anlatıyor Delibo? Bunu anlamak için yazarının kişisel, ama kişisel olduğu kadar sembolik yakın tarihine kısaca bakmak gerekiyor olabilir. 
Afili Filintalar (@AfiliFilintalar) | Twitter
Murat Uyurkulak, bir zamanlar siyasal İslamcılarla aynı dijital-edebi uzamda bulunmuş, Afili Filintalar’ın öne çıkan figürlerinden biri olmuştu hatırlarsanız. Söz konusu mecranın siyasal işlevi tartışmaya açık olsa da, kültürel anlamda oynadığı rol açıktı: Bir Fatih-Harbiye tramvayıydı Afili Filintalar. Mahalleler arası gidip gelen, aynı mahallede oturmayanlara tanışma ve sohbet etme olanağı veren ve kim bilir belki de her iki mahallenin kültürünü zamanla sentezleyerek dönüştürecek olan bir diyalog zemini. Ne var ki mahalleler arası bu gidiş gelişten karşıtlığın kutuplarını içererek aşacak bir “sentez” yerine ikisinin de bastırılmasıyla sonuçlanan bir “ters mıknatıslanma” çıkmıştı: Gezi patladığında Murat Uykurkulak’ın haklı reddiyesiyle Afili Filintalar projesinin tabutuna son çivi çakılırken [3] diyalojik tramvay seferleri de sonsuza dek durmuştu. 
İşte bu nedenle Fatih Harbiye’nin yaptığı gibi öteki tarafı da gayet iyi bilme ve buna dayanarak kendi tarafının neden diğerinden üstün olduğunu delillerle gösterme gibi bir iddiası [4] yok Delibo’nun. Romanın anlatıcısı olan Yusuf, ömrünün on yılını Konya’da “içerde” geçirmiş olmasına rağmen (hapishane ve askerlikle beraber anar Yusuf Konya’nın adını her seferinde) içeriden baktığı yer sadece İzmir’dir. Romanın sonuna doğru bu suskunluğunun siyasal bir tavır olduğunu açıkça söyler zaten: “İnsan bir çölü niye anlatsın?” (sf 197) 

Peki bunu rahatlıkla “hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır” olmanın bir tezahürü olarak okuyabilir miyiz? Şüphesiz bu çok “Gezi öncesi” bir yorum olurdu. Oysa “Konya’nın sesi”nin bütün kanallardan yayılıp kulaklarımızda “tatlı tatlı uğuldadığı” bir dönemde yazılan bir metin, Konya’yı içeriksel olarak değilse de bağlamsal olarak zaten barındırıyordur zaten. Bu nedenle bu anlamdaki bir çoksesliliğin bir “yazar sorumluluğu” olarak görülmesi gerektiğini düşünmüyorum. “İki Şehrin Hikâyesi” olmak gibi bir iddiası yok Delibo’nun. Yalnızca bir tarafın gözünden anlatılan bir soğuk savaşın, bir kalenin kahramanca müdafaa edilişinin hikâyesi olmaya soyunuyor o: “Memleketi […] bir çekirge sürüsü gibi istila etmişlerdi, İzmir kalmıştı geriye” (sf 178). 

Bu defansif görüş romanda anlatılan şu olayda bir örneğini bulur: 146. Sayfada kahramanlarımız bir barda otururken içeriye bir grup tebliğci girer. Anlatıcımız Yusuf, tebliğcilerden birini (Faruk) Konya’dan tanımaktadır. Yusuf “Senin burada ne işin var” diye sorduğunda şöyle der Faruk: “Sen gidince Konya’da tebliğ edecek insan kalmadı, biz de buralara geliyoruz sevabına.” O anda Yusuf, zaten başından beri hazzetmediği Faruk’un ayrıca bir de kendisini dolandırdığını hatırlar, intikam alma hissiyle dolarak “Bu adam Atatürk’e küfretti!” diyerek barın müşterilerini adamın üzerine salar. 

Bu örnekte “Konya’nın sesi” yayılmacı bir sestir, İzmir’i de Konyalaştırmak için bilfiil faaliyettedir. Oysa “İzmir’in sesi” olmaya aday bir metin olarak Delibo ile amaç Konya’yı içeri sokmamaktır. İzmirliler ve İzmirli dostları için yazılmıştır o. Konya’yı da İzmir kadar iyi bildiğini göstererek bir mukayeseye girişmek, böylece İzmirliyle olduğu kadar, hatta ondan daha çok Konyalıyla konuşmak, ona meydan okumak ve ona “İzmir’i tebliğ etmek”, Konya’yı İzmirleştirmek gibi bir iddiası ya da hayali yoktur [5]. Fatih-Harbiye tramvayının Gezi Parkına toslayıp durmasından sonra Murat Uyurkulak’ın Konya’ya hitap edebileceğine dair inancı kalmamıştır çünkü. 

Yine de Delibo’yu bütünüyle bir “İzmir statükosu güzellemesi” olarak görmek haksızlık olur. Defansif görünümünün içinde ütopik bir vaat de barındırmaktadır çünkü bu roman. 

Metin Celal örneğin, Hürriyet’teki yazısında Nurdan Gürbilek’in son kitabı İkinci Hayat’la beraber okuduğu Delibo’nun “eve dönme, eve kavuşma” romanı olduğu yorumunu yapıyor. Bense Delibo’daki İzmir’in dönülen ve kavuşulan bir “mevcut İzmir”den ibaret olmadığını, Uyurkulak’ın dünü ve bugünüyle beraber yarına dair tahayyülünü de içeren (LeGuin’in tabiriyle söylersek) bir “ikircikli ütopya” olarak İzmir’i yazdığını düşünüyorum. Bir “İzmirizm” projesi barındırıyor Delibo [6]. 

Evet, kâh Kordon’uyla, kâh Kıbrıs Şehitleri’yle, kâh Masumiyet filminden bir sahneyle onu İzmir yapan soyut veya somut bütün nitelikleriyle arz-ı endam eden bir İzmir var romanda. Pasaport Kahvesi’nde çay içmek, Bornova Büyük Park’ta takılmak… Bir İzmir marketing’i var, doğruya doğru. 

Fakat yüzleşme de var. İzmir’in geçmişinde kalmış, kilitli sandıklara kaldırılmış, şurada bir heykel, burada bir konak kalıntısıyla ayakta kalmaya çalışsa da hep eksik olanın hayaletleri mevcuttur Delibo’da. İzmir’in gayrimüslim nüfusunun başına gelenler için özeleştiri verilir. Tol ve Har’ın yazarına yakışmayacak düzeyde bir kör parmağım gözünecilikle de olsa, “bir Rum konağının Ganimet Apartmanına dönüşme hikâyesi” (sf 40-42) gibi örneklerle “günah çıkarmakta”, bir dünya cenneti olmak için öncelikle geçmişindeki günahlardan arınmaktadır İzmir Delibo’da. 

“Ütopya olarak İzmir” öncelikli olarak “İslamcılıksızlığıyla” anlam kazanır. Tebliğciler İzmirli değildir, dışarıdan gelir. Zaten İzmir sınırları içerisinde “İslamcı” kelimesinin karşılığı bile bulunmamaktadır Delibo’da. “Şey” kelimesi ikame etmektedir onu:

“Sen Konya’da şey olmuşsun ya...” (sf 43) 

“Konya’da şey olduğumu sanıyodun de mi?” (sf 123) 

“Ben seni Konya’da şey oldun sanıyodum...” (sf 159) 

İzmir’in agorasından dışlanmış bir kavramdır “İslamcı”. Bir tabu sözcük, müstehcen bir “şey”: Geneleve gidip “milli” olmanın da “şey olmak” olarak ifade edilmesi gibi (sf 186).

Daha da önemlisi, bir “melez kimlik mekânı” olma potansiyeli taşımaktadır İzmir Delibo’da. Romancının romanıyla yaptığını yaparak, yani geçmişiyle yüzleşerek, hafızasını canlandırarak, giden gayrimüslimlerini geri getiremese de bizzat kendisi ona yönelerek onları kimliğine dâhil edebilen bir kent. Zaten soyadlarından anladığımıza göre kent nüfusunun çoğunluğu göçmen ve mübadillerden [7] müteşekkildir. “Annem Yunanistan” şarkısını dinlerken “Yunanistan’la birleşmemiz lazım bizim” diyen taksicilerin (sf 64-65), hep beraber Yunanistan İşçi Marşı söyleyen öğrencilerin (sf 131) şehri olabilir İzmir, Murat Uyurkulak’a göre. 

İşte Delibo’nun İzmir’ini ikircikli bir ütopya yapan da hem Yunanları ve Yunan kültürünü, hem de Yunanları denize döken başkomutanı aynı anda ve çok seven insanların şehri olma idealidir. Kaybettiği çoğulluğu telafi etmek istercesine hem kurucu milliyetçiliği, hem kurucu Öteki’yi kimlik olarak edinme şehri. Konya’da yeri olmayan Alevi’yi, Yahudi’yi, eşcinseli de elbette içererek. Haz, neşe, zıpırlık ve şımarıklıkla müsemma, “nefret edilip hasreti çekilen” (sf 182) çelişkili duyguların ülkesi. 

Güncel tartışmaya referansla, bir “post-post-Kemalist toplumsal sözleşme önerisi” diyebiliriz belki de Delibo’ya. Kemalizmin sorunlarını da, Kemalizmle hesaplaşma dönemini de geride bırakan bir 2020 romanı. 

Gelgelelim ütopyalar kendi kendine kurulamaz. Delibo’nun İzmir’i de onu ufkuna dâhil edecek bir özne olmadığı müddetçe kâğıt üzerinde kalacaktır. Romanın takip ettiği karakterler bu öznenin kim olduğunu söyler bize: Sol, elbette. Fakat solun romandaki temsili ciddi manada problemlidir. 

Evet Delibo’da, yazarının sol müktesebatı doğrultusunda, “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olarak sunulmuyor İzmir. Konya-İzmir arasındaki kültür savaşına saplanıp kalmıyor, hatta ondan da çok İzmir’in içindeki sınıf savaşına odaklanıyor. Yoksulluğun psikolojisine. Anadolu burjuvazisinin iktidara yürüyüşünde navigasyon cihazı gibi iş yapan “laik ve kentli merkeze karşı dindar ve taşralı çevre” ikiliğini tersine çevirirken sınıfsal boyutunu unutmuyor. “Merkez dindar ve taşralıdır ama bilhassa da zengindir,” diyor; “bu nedenle İzmir de bu çatışmadan muaf değildir”. Çevre laik ve kentlidir ama her şeyden önce yoksuldur. 

Bu sayededir ki “çevre”nin kadim kültürünü, yani arabeski de utangaçça sahipleniyor Delibo. Sol/sosyalist yazarların elinden çıkan romanlarda pek rastlamadığımız biçimde tespihle, sustalıyla, adi suçla arası iyidir mesela anlatıcının. “Küçük Yusuf”, Küçük Emrah ya da Küçük Onur gibi bir arabesk karakter olarak önceden “Beşinci sınıf yerli filmlerde” karşımıza çıkarken (sf 128), artık bir Murat Uyurkulak roman kahramanıdır. Barış simgesi, John Lennon gibi semboller kentli zengin sınıfının elinde kalırken, kentli laik yoksullar kendi renklerini vermek üzere arabesk hamuruyla oynamaya başlamıştır şimdi. 

Öte yandan bu sosyokültürel dönüşüm sürecini ironik biçimde ele alıyor Delibo. Arabeskin lügatçesini (yani “ezik, yıkık ve zavallı” olmayı) sol söyleme temellük ederken yanına “luuzır”ı da ekliyor (sf 50) mesela. Har’da “yamuk kafalar örgütü” kurarken yaptığı gibi, önerdiği ezilen kimliği düpedüz “komik”tir Murat Uyurkulak’ın. Yani evet, bir kimlik önerir ama onu şakacı bir Maraş dondurmacısı gibi eşzamanlı olarak geri çeker. Bütün o yoksullukla boğuşma, cinnet geçirme, intihara sürüklenme, şiddete başvurma hikâyeciklerinin etrafı hep bir hafiflik, bir kıkırdama halesiyle sarılıdır Delibo’da. 

Murat Uyurkulak'tan yeni kitap: Delibo - Kültür-Sanat haberleriBen bunun nedeninin, bu yeni “çevre”nin kişiliğinin henüz oturmaması olduğunu düşünüyorum. Sınıfsal düşüş ya henüz tamamlanmamıştır, ya da tamamlandıysa bile bilinç düzeyindeki karşılığını henüz bulmamıştır. Arabeskteki abartılı “Ben doğarken ölmüşüm” kanıksamışlığının Uyurkulak’ın tercümanı olduğu “düşmüş ya da düşmekte olan orta sınıf”ta yer etmesi için daha vakit vardır. İlk kez denediği bir kıyafetin üzerinde komik duracağından korkan insan işi nasıl baştan şakaya vurup garantiye alırsa, düşülen sınıfın üslubunu edinme süreci de benzer şekilde işlemektedir Delibo’da. “Gülerken ağlama arzusu uyandıran bir topal yürüyüş” (sf 142) gibi, arızalı bir arızalılığı vardır. 

Orta sınıf, düşüşün geri dönüşsüzlüğünü yavaş yavaş idrak ederken eşzamanlı olarak da bunu kabul edemez, her şeyin eskisi gibi devam edeceğine olan inancı korumak ister [8]. Bu yüzden bu yeni konumundan “kendi terini koklar gibi” bir tat alır (sf 128): Kendine ait olan, ama neyse ki bünyeden atılabilen bir şey. Bu yüzden Delibo’nun üslubuna “Ben doğarken ölmüşüm”deki sertlik değil, meşhur Deep Turkish Web videosunda “Batıyorum ulan Edirnekapı, lokma döktürün lan” diyen lokmacı gibi göz göre göre sınıf düşüyor olmanın ironisi [9] hâkimdir. 

Tek sorun söyleminin ironisinde değildir Delibo’nun.

Sol ve yoksullar ilişkilendirilirken devrimci babanın verdiği geçim mücadelesi akıllara kazınır. Yoksullar ve zenginler arasındaki karşıtlığın altı (Yusuf ile Yasemin’in okul yılları anlatılırken) her fırsatta çizilir ki bu Yasemin’in devrimcileşmesiyle sonuçlanacaktır. Fakat nedense, Yasemin’in Yusuf’un hayatına sınıf atlamış bir biçimde dönüşünden sonra sınıfları ayıran bu “çizgi”nin yerini buruna çekilen kokainin çizgileri alır. 

Elbette solcu dahi olsa bir yazardan solcu karakterlerini idealize etmesini bekleyemeyiz, hatta bizzat solun selameti için bundan kaçınmasını isteriz. Öte yandan romandaki karakterlerin yazarın arzu ettiği sol ahlak doğrultusunda araçsallaştırılmasını da kabul etmemeliyiz. Tol’un – adı yine Yusuf olan – başkarakteri Diyarbakır sokaklarında girdiği bir tekkede sigaralık keyfi yapıyordu. Fakat ister esrar karşıtı istersek de esrarın yasallaşmasını savunuyor olalım, esrar kullanımını sınıfsal bir perspektiften “anlayabiliriz”. Delibo’da ise hiçbir sorunsallaştırma emaresi olmaksızın solcu karakterlerin kokainle haşır neşir edildiğini görüyoruz [10]. 

Delibo’da zengin sınıfın hem düşman hem de dost oluşuna “zengin uyuşturucusu” kokainin eleştirel bir bakışla ele alınmayışında şahit olmayız üstelik. Romanın sürprizini bozmamak adına üstü kapalı şekilde söylersek, Delibo’da “öncü” misyonunu da yoksuldan çok zenginin üstlendiği bir izleği takip ederiz. Zaten anlatıcının babası şahsında örneklenen eski solcu aktivistler “fazilete tok, sadakaya aç” kalabalığa küsmüştür (sf 125). Ki zaten bu kişiler “uvriyerist” kelimesini cümle içinde kullanacak kadar solcu bile olsalar “Ortadoğulu göçmenlerin ürkek ürkek girip çıktığı izbe dükkânların tabelalarındaki Arapça harfler”e karşı alerjiktirler (sf 91) [11]. 

Özetle “İzmirizm”, yani bir ideal olarak İzmir, sosyalizmden daha muteberdir bu romanda. Siteyi güzellemek uğruna “sınıflı, imtiyazlı, yine de kaynaşmış bir kitle”ye görece fit olmuş bir içerik-üslup uyumu söz konusudur. Roman formunda yazılmış bir “Çav Bella”dan çok, Rakı sofrasında “Çav Bella” söyleyen adamlara benzer Delibo. 

Elbette bu hedonist kaçış arzusunu salt bir burjuva şımarıklığı olarak okumak zorunda değiliz. Cinnet ehlinden bir anlatıcının dilinden yazılmış, romana adını veren kahramanından tutun da kışlada kafasına sıkan askerlerin konuşmaya küsmüş analarına varıncaya kadar delir(til)miş karakterler geçidi olan bu romanın bir tezinin de “Burası bizim değil, bizi delirtmek isteyenlerin ülkesi” olduğunu tespit edebiliriz. Hal böyleyken, romanın ironik üslubu ile uyuşturucu meselesinin aynı kapsamda değerlendirilebileceğini düşünüyorum: Delibo’yu son tahlilde bir mizah romanı yapan ironik dil nasıl delirmeye karşı bir direniş taktiği, anlatılan onca acılı şeyin okura pek de acılı gelmemesini sağlayan bir hafifletici öğe olarak kullanılıyorsa, alkolün ve “toz”un da roman kahramanları nezdinde böyle bir sığınak olarak iş gördüğü aşikâr. 

Fakat orta sınıf yoksullaştıkça alkole erişim imkânı da nasıl gün geçtikçe daralıyorsa, sanırım bir benzeri yakında ironi için de geçerli olacak. “Yazarın düşüşü” tamamlandığında, yoksul-kentli-laiklerin dili edebiyatta hiç de komik durmayacak. 


“Aceleci bir roman” diyerek başlamıştık Delibo için, bu hızın eleştirisiyle bitirelim.

Sonbahar filmini devrimcilere “Sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” sözleriyle ithaf eden Özcan Alper, Gelecek Uzun Sürer hakkındaysa şöyle diyordu: “[Bu filmi] on yıl sonra yapsam belki daha iyi bir film yapardım ya da benim kariyerimde yeni bir aşamanın önünü açacak bir film olurdu. Daha ustalaşmış olurdum, hikâyelere daha soğuk ve mesafeli bakabiliyor olurdum […] Ama yine de iyi ki şimdi yapmışım, bu kritik dönemde yapmam gerekiyordu diye düşünüyorum.” 

Acelecilik onun için sabırsızlıkla denkti yani, gerekli müdahalelerin bir an önce yapılması demekti. Bunun için sanatsal yücelikten feragat etmeyi bilmek gerekiyordu. 

Delibo’nun aceleciliğindeyse daha farklı, tuhaf bir şeyler var. Sayfa doldurmaktan başka işlevi olmayan yan hikâyeler, ilginçliği olmayan sürprizler, romanın uzunluğunu tahminen üçte bir oranında artıran Yılmaz Özdil tipi bol keseden “enter” kullanımı (“İzmirli üslubu” olarak mı benimsendi acaba diye yarı şaka yarı ciddi düşünmeden edemiyor insan)… 

Delibo’nun sorunlu temposunu belirleyen faktör bu kez galiba Özcan Alper’deki gibi kritik döneme acil müdahale etme zorunluluğu değil, bizzat kendi fikrinden (İzmirizm’den) şüphe eden sanatçının eserini bir an önce bitirip kurtulma isteği. Kafa açmaktan çok kafa dağıtmak için yazılmış gibi. 

Her ne olursa olsun, yeni bir sosyoloji önerisinin mekânı olan İzmir’i daha çok konuşacağız. Temel referanslardan biri de Delibo olacak belli ki.




[1] “Uzam” diyorum, çünkü roman için “şehir” kavramının taşıyabileceğinden daha fazla anlam yüklüler. 

[2] Bu hem dindar hem de en çok alkol tüketen şehir olma söyleminin “siyasal laik” ortamlarda “İslamcı riyakârlığı”na örnek bir argüman olarak kullanılmak üzere dolaşıma girmiş olması kuvvetle muhtemel tabii. Ancak “Ne olursan ol gel” diyen Mevlana’nın şehri olma vasfıyla da birleşince bu şehir efsanesinin laiklerin gözündeki Konya imajını yumuşattığı da aşikâr. Erzurum’da mı, Yozgat’ta mı yoksa Konya’da mı yaşamak isteyeceği sorulduğunda laik TC yurttaşlarının ezici bir kısmının Konya cevabını vermekte pek de tereddüt etmeyeceğini sanıyorum. 

[3] Çünkü ilk sarsıntı “Adnan Menderes devrimci miydi?” tartışmasıyla Tahrir Meydanı protestoları sırasında çoktan yaşanmıştı bile. 

[4] Fatih Harbiye’de yer alan söz konusu “delillerin” bilimselliği ve ikna ediciliği de oldukça su götürür elbette. 

[5] Hakkını yemeyelim, sayfa 181-182’de anlatıcının “Konya bana iyi geliyordu” tiradı ile aslında böyle bir kıyaslamanın altından kalkabileceğinin sinyalini verir Murat Uyurkulak. Ancak bu tavır metnin bütününe yansımamıştır. Söz konusu pasajda kurulan anlatı dengesi, hikâyeleştirme yoluyla gösterilmemiştir. 

[6] Kültürel bir direniş odağı olarak Beyoğlu’nun Gezi sonrasındaki düşüşünün İzmir’i yükseltmekte olduğunu şu yazıda – müstear isimle – incelemiştim: https://gazetehayir.com/film-izmirde-bir-hayalet-dolasiyor-mu-arif-mutlu/

[7] Delibo’da başkahramanın soyadı Kavala’dır örneğin, aşık olduğu kadınınki Berova, bir başkasınınki Gümülcine’dir, veya Priştine… 

[8] Bir zamanların orta sınıf entelektüellerinin vazgeçilmez eğlencesi olan “Cemal mi, Turgut mu, Edip mi” tartışmasının sanki 2020 yılında değilmişiz gibi heyecanla ele alınmış olması da bu “eski bilinç”e dair bir izdir sanki.

[9] Sanırım aşağıdaki satırları bu tespitle beraber okumak gerekir:

“Geriye şahane birer başarısızlık hikâyesi kalmıştı, iki hırpalanmış gövde, binlerce kitap sayfasıyla, milyonlarca cümleyle, trilyonlarca kelimeyle tıka basa dolu, iki pörsümüş beyin...” (sf 57)

[10] Ki açıkçası bu şahsen beni, yazarın şahsen açılmasını istediği hedonizm alanlarını sol karakterler üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı çıkarımını yapmaya zorluyor.

[11] Yakın tarihte Türkiye sosyalist solunun bir bütün olarak lekesiz atlattığı bir süreç varsa o da mülteci krizidir oysa. Dayanışma adına yeterince çaba sarf etmemiştir belki, belki ırkçılık karşıtında beklenen mücadeleyi verememiş de olabilir. Ama elimizi vicdanımıza koyalım, “Ortadoğulu göçmenlerin ürkek ürkek girip çıktığı izbe dükkânların tabelalarındaki Arapça harfler”den alerji kapan bir tek sosyalist solcu gösterilebilir mi? İşlenmemiş suçun özeleştirisi neden?