20 Haziran 2018 Çarşamba

Kamil Erdem - Şu Yağmur Bir Yağsa

Image result for kamil erdem ÅŸu yaÄŸmur bir yaÄŸsa
Belirli bir sıklığın üzerinde okuyan her insan gibi ben de kitabı olsun isteyenlerden biriyim. "Her ilk roman otobiyografiktir" özdeyişinin hakkını verecek şekilde, özellikle liseden beri ne zaman yazmak üzerine düşünsem deneyimlemediğim herhangi bir şeyi sahiciymiş gibi yazmaya kalktığımda ciddi sıkıntı basar. Vahşi bir cinayet ya da masonik bir toplantıda toplu seks ayini falan, çoğunluğun yabancı olduğu sahneler olduklarından tamamen hayalgücü ile yazılması kolay şeylerdir bunlar. İşin zorluğu işte o sahiciymiş gibi öykülerdedir. En basitinden bir otomobil tamiratının, ya da balıkçı motoruyla denize açılmanın anlatılması bile, bu sahneleri hiç tecrübe etmemiş biri için bunalımlı süreçlerdir. Bir karşı cinsi konuşturmak da böyle, epey güç iştir aslında. Bunlardan biri de henüz deneyimlenmemiş bir yaşı yazmaktır bence. Yirmili yaşlardaki amatör bir yazarın, seksenindeki bir ihtiyarın gelecek seneden beklentisini ya da altmışındaki bir kadının cinsel arzularını yazması salt gözlem gücüyle kolay kolay olacak iş değildir. Bu nedenle "en yaratıcı" olmasa da "en sahici" yazı için ileriki yaşları beklemem gerektiğini düşünmüşümdür hep.

Kamil Erdem'in de, biliyorsunuz, ayırt edici özelliği ilk kitabını yetmiş yaşından sonra çıkarmış olması. Adını ilk duyduğumda bu şaşırtıcı yönüyle ilgimi cezbettiyse de itiraf etmeliyim ki "Bu yaşa kadar herhangi bir verim ortaya koyamamışken yetmişinden sonra bir şahesere imza atacak hali yok," diye de düşünmedim değil. Bu nedenle kitabı çok övülse de edinmemiştim.

Sahafta rastlayıp, "Şöyle bir karıştırsam ne kaybederim ki" diyene kadar.

Okuduğu on kitaptan dokuzunda hayal kırıklığı yaşayan biri olarak Kamil Erdem, artılarıyla ve eksileriyle üzerine uzun uzun yazmaktan keyif alacağım biri oldu.

Girişte belirttiğim "sahicilik" hususu ise tahmin ettiğimden çok farklı bir şekilde tezahür etti (ki bu yanılgı teorimin doğrulaması oluyor). Ben yetmiş yaşındaki bir insanın kaleminden; belleğinde biriken "olay" genişliği nedeniyle dönüm noktaları şarampole yuvarlayan, hikayenin ilginçliğinin geri kalan her unsuru bastırdığı öyküler beklerdim. Oysa Kamil Erdem'in öykülerinde hızla girilen keskin virajlar yok, şaşırtıcı sonlar yok.

Yani, ileri yaşlara erişmeyi bir dağ tırmanışı olarak düşünürsek eğer, ben Kamil Erdem'in atlattığı düşme tehlikelerini, donarak kesilen parmaklarına rağmen yola devam edişlerini dinleyeceğimi sanırdım. Gel gelelim Kamil Erdem dağın zirvesine uzanan güvenli bir patika bulmuş, tırmanışın kendine değil, zirveden gördüğü manzaraya önem vermiş ve onu anlatmayı seçmiş bir yazar. Öyküleri gerçekten de "hikaye"den çok empresyonist birer tablo gibi.

Yaşantılar belli belirsiz, karakterler flu. Fakat unutulmuş, betimlenmeden bırakılmış, öykünün geri kalanıyla ilişkilendirilmemiş tek bir unsur yok. Monet'nin Gündoğumu tablosu gibi söz gelimi. Gözümüz ufka doğru kaydıkça gördüğümüz kayık mı, limanın bir uzantısı mı, bir fabrika mı bilemediğimiz bu resmin öyküsünü yazabilir bize Kamil Erdem pekala.

Image result for impressionist painting
Bu söylediğim şey sadece öykülerin durgunluğundan, renklerin yumuşaklığından, havadaki hüzünden mi, yoksa kopacak fırtınadan mı olduğu belirsiz sükunetten ileri gelmiyor. Öyküler bazen durup dururken çok kısacık manzum bir form kazanıp geri döndüğünde de insanın aklına bunun öyküdeki ufak bir söz sanatı değil, bir tablodaki ışık yansıması detayı geliyor mesela.

Öte yandan Kamil Erdem zaten farkında bu hikayesizliğinin. Örneğin önce bir paragraf boyunca iş arayan insanların hikayesini anlatıp sonra bu anlatıyı eklediği tek bir satırla çatıştırıyor: "Tabii çok yalın bir gerçek de olabilir. Belki de sadece açtırlar." (Sf 82-83).

Evet, Kamil Erdem'de gerçekten de "hikaye" yok. İş arayan insanların yalın gerçekliği (?) ve Kamil Erdem'in dili var. Kamil Erdem, iş arayan bir insanı "hikayesi olan" bir yerde değil, en alelade yerde, iş bulma kurumunda resmediyor. Onların yalın gerçekliği işsiz olmaları, dolayısıyla mekanları da orası.

Yine aynı öyküde, bu kez sayfa 84'te şöyle anlatılıyor işsizler: " İşten atıldığımız gün, öğleden sonra saat beşte, midemizde keskin bir bıçak hissi ile yokuş yukarı otobüs durağına yürüyorduk bulanık eski bir göğün altında. Aklımıza o bıçağı çıkarıp yalaka müdüre, sarhoş enişteye, şişko mali müşavire saplamak gelmemiştir de nereye yetişeceksek, geciken otobüsün şoförünü dövmek arzusuyla yetinmişizdir. Gece bir yerlerde bir cam kırılmıştır."

Bu insanların sınıf bilincinin kırıntısına bile sahip olmaması, yazarın öyküsünü bir propaganda metnine dönüştürmek istememesi olarak hoşgörülebilir. Fakat sınıf bilinci şöyle dursun, bu insanlar geciken otobüs şoförüyle bile kavga edemeyen, bunun ancak arzusuyla yetinen, adeta bu dünyada fiziksel olarak var olmayan, "kırılmıştır" yükleminde hem var olup hem de olmayan gizli özne gibi, (empresyonist resme atıfla) belli belirsiz insan siluetleri onlar.  Eylemsizler.

İşte bu eylemsizliğin boşluğunu dille dolduruyor Kamil Erdem.

Bununla tezat oluşturacak biçimde, politik tavır öykülerin içinde kendini belirgin biçimde gösteriyor. Fakat bu tavırda da (dağın zirvesine çıkan Kamil Erdem, geriye yani kendi geçmişine baktığından olsa gerek) bugünkü somut durumla pek uyuşmayan bir şeyler var. İlk öyküdeki "yorgun demokrat", 80'lerin bunalımlı havasını veriyor mesela. İkinci öyküdeki "Seküler mahalleyle diyaloğa açık hakkaniyetli İslamcı kadın" umudu, 2010 öncesi Hilal Kaplanperver çiğ feminizmi hatırlatıyor. İş bulma kurumundaki müdür yardımcısı kadınsa, "Eski Türkiye"yi hatırlatacak biçimde, yüksek topuklu ayakkabılarıyla şakır şakır sesler çıkarıyor (sf 83). Zaten sonraki öykülerde, siyasi konulara değinsin ya da değinmesin, iyiden iyiye nostaljik (otobiyografik?) bir yola girerek bugünden kopuyor.

Erdem'in dağa tırmanırken zorlu bir yol seçmediği, kolaycacık bir patikadan üstü başı kirlenmeden zirveye ulaşıverdiği, yalnızca karakterlerinin yalnızca eylemsizliğinden değil alabildiğine masum, tertemiz oluşlarından da anlaşılıyor. Yetmiş yaşını aşmış bir insanın içinde kendini asla affetmediği bir hatanın sızısının kalmaması, hatırladıkça o günkü gibi öfkelendiği bir haksızlık yaşamamış olması, yıllar önceki bir küskünlük yüzünden hala görünce yolunu değiştirdiği birilerinin olmaması mümkün mü? Kamil Erdem'in öykülerine bakılırsa mümkün görünüyor. Erdemin'in "geriye bakış"ında izlenimlere tecrübe eşlik etmiyor.

"[...] yedi, sekiz yaşlarındaki kıvırcık saçlı, eli basma entarisinin cebindeki kız çocuğundan masum bir gülümseme öğrenmek için duraksıyordum. [...] Durmadan, durmadan öğrenmeli, yeniden ve yeniden edinmeliyim bu gülümsemeyi diyordum." diyor Kamil Erdem (sf 111).

Evet gülümseyen çocuklar güzeldir, onların saflığı umutlu bir şeydir. Fakat o gülümseme öğrenilemez, kendini asla affetmeyişin sızısı, unutulmayan haksızlıklar, yıllar süren küskünlükler "gülümseme öğrenilerek" silinemez. Fakat gülümsemek çocuklara has bir meziyet değildir. Aksine, bir ihtiyarın "her şeye rağmen" gülüşü, masum bir çocuğun gülümsemesinden daha bile umut vericidir. İnsan, feleğinden çemberinden geçmiş bir yazardan kendisine işte o "ihtiyar gülüşünü" öğretmesini bekliyor. Fakat bunun yerine tam tersine onun çocuk gülüşü öğrenmeye çalışmasıyla karşılaşınca hak verirsiniz ki hayli tuhaf hissediyor.

Kazancakis'in meşhur romanında, kitaba adını veren Zorba geçmişi haydutlukla, itlik serserilikle dolu bir insandır. Anlatıcı olan yazar ise onun tabiriyle bir "kağıt faresi"dir. Ve roman, anlatıcı ve Zorba arasındaki dostluğun diyalektik ürünüdür: Bütün hayat derslerini Zorba'dan alırız, ancak Zorba yaşamaktan yazmaya vakit bulamaz, dolayısıyla anlatıcı olmadan Zorba'nın yaşadıkları anlatılamaz. Öte yandan Zorba olmazsa da anlatıcı için ortada anlatılacak bir şey yoktur. Hem inanılmaz şeyler yaşayan, hem de bunları yazan insanlar da vardır elbet, Hemingway gibi. Fakat hiçbir şey yaşamadan yazmanın sonu nereye varır?

Usta öyküsünün giriş paragrafına bakalım:

"Akasyalı istasyon yolundan yukarıya doğru tırmanırken hayal gücüm tarafından değiştirilmiş ve onarılmış geçmişimi, yanlış tarihimin, sıkıntılı zamanlarımın yerine koymaya çalışıyor, ışıkları yanmaya başlamış çarşıda esnaf tanıdıklarımı bu değiş tokuşla yüzümde belirdiğini umduğum ıssız gülümsememi de katarak selamlıyor, tenhalaşan toprak zeminli dar sokakta kümbetin yanındaki kalın ahşap kapıyı yol boyunca elimde tutup ısıttığım demir anahtarla açıyor ve karanlık avluya yavaşça dalıyorum."

Altmış sözcükten oluşan bu paragrafta bir sıfat tamlaması içinde yer almayan bir tek isim yok. Hikayesizliğin yerini sıfatlar, tasvirler, silüetler, hayaletler dolduruyor.

Evet, muhteşem renk kullanımı, usta işi fırça darbeleri, yerli yerinde oranlar.

Evet Kamil Erdem iyi bir anlatıcı. Bin kez kabul. Fakat "öğretici bir anlatıcı" olmak için insanın ya içinde, ya da hayatında bir Zorba olması gerekiyor.