27 Aralık 2018 Perşembe

Kamçılanma Mesafesi - Zeynep Uzunbay

Sanatta tavır çok zor iş. Hem olmazsa olmazı sanatın, hem de değillemesi. Politik içeriği olmayan bir sanat yapıtı salt bir oyundan ibarettir, politik içerikse sanatı içeriden yiyen bir kurt. Bu nedenle kolayı var: "anti"yi yazmak. Kurulu düzenin bir ironisine yönelmek ya da karşı tarafın temsilcisi bir figürün açmazlarını göstermek. Konu kendi icraatlarına gelecek kadar uzamasın diye "Eeeyy Cehape" hatırlatması yapmaya benzer bir kaçış bu. Muhakkak ki fonksiyonel, fakat işte "anti"likle malul. 

Image result for Kamçılanma Mesafesi - Zeynep UzunbayBuna meyletmemek büyük Don Kişotluk. Defalarca kaybetmeyi göze alacak bir delilik istiyor. Kadın sorununa, emek mücadelesine, Kürt sorununa/savaşa ya da başka bir sosyo-politik varoluşa dair öykü yazmak sihirbazın kaderine razı olmaktan farksız çünkü: Uçamazsın rezil olursun, uçarsın "ip var" derler. Daha açığı, bu durumlarda iki ihtimal söz konusu: Ya bu "sosyo"ları "politik" kılan bulgu ve varsayımların çizdiği dairede kalmak gerekir (ki o zaman sanatsal boyut yalnızca tekniğe indirgenmiş olur ve bu "sanatsal boyut" dahi olaydaki ve karakter(ler)deki basmakalıplığın verdiği acı tadı gölgeleyemez); ya da bu dairenin dışına taşılır, başka başka bulgular, başka eylemler, başka kavramlar önerilir, fakat bu kez de "kendin içindeyken kafanın dışardalığı"nın bedeli göze alınır. Eğer dairenin sınırlarını değiştirecek kadar "büyük" bir işe soyunulmuyorsa, kafanın dışarıya şöyle bir bakıp daireye geri girmesini bilmesi gerekir. Bu da olay ve karakter yaratımında çok büyük maharet, çok ince işçilik ister.

Bu nedenle gönül politik içeriği ne kadar olmazsa olmaz görse de okunacak yeni eser arayışı başladığında bir önceki paragraftaki açmazlardan kurtulmak için okur olarak da kolaya kaçıp oyuncaklı ya da ironik eserlere yönelmek kaçınılmazlaşabiliyor.

Kamçılanma Mesafesi'ni ilk duyduğumda tabiri caizse "çok de şeyapmadım." EMEP'in resmi edebi yayınevlerinden Manos'un etiketi beni yukarıda bahsi geçen "daire"nin gereğinden fazla bile dar olabileceği yönünde kuşkuya itti ister istemez. Haksız da değildim: Kitabın kısacak arka kapak yazısı şöyleydi:

"Adım diye demiyorum, bağırsan bağırmaya yakışır fısıldasan fısıldamaya. İsmimi taşıyan cisim, dertliye çare, bunluya neşedir. Gizli derdine derman arayan, “Bir arkadaşım var, adı Ayşe,” diye girer lafa. Bizim muhabbet kuşu bile, her şeyden önce “Ayşe” demeyi öğrendi. Gelip geçtiğim şu dünyada, bir devletimiz sevmedi beni."

"Sanatsal boyut yalnızca tekniğe indirgenmiş olur ve bu 'sanatsal boyut' dahi olaydaki ve karakter(ler)deki basmakalıplığın verdiği acı tadı gölgeleyemez" derken tam da bu paragrafın bende bıraktığı hissi kast ediyordum aslında. Yazarının daha ilk cümleden pırıldayan şairliğini gölgeleyen  son cümle: "Bir tek devletimiz sevmedi beni." Büyük bir devrimci şairi komünist bir belediyenin arıtma tesisi açılışında konuşturuyormuşsun gibi, güzel olmasına güzel, ama zorlama bir güzellik. 

İşin bence trajikomik yanı şu: İlgili alıntının yapıldığı "Sorsalar Ne Zaman" öyküsü, o son cümleyi o kelimeler olmadan da zaten söylüyor. Yani iyi bir editorya, belki de bu "ihtiyaç fazlası" cümlenin çıkarılmasını teklif etmeliyken - işte Manos'un Manosluğu burada devreye giriyor - kitaba çağrılan okur "dairenin içinden" olsun (ve kitabı da hemen alsın) isteniyor olmalı ki cümle arka kapağa dahi çekiliyor. 

Bu ufak pürüze tırnağımızı takmanın lüzumu yok. Çünkü kitap bu kusurdan çok daha fazlasını kaldırabilecek denli "büyük." Türkiye'de kadın olmak hakkında dört başı mamur bir çalışma gibi, üstelik yalnızca doksan küsur sayfa, ve bilimin berbat dili ve yöntemindense, şairane. Tam bir "hap" kitap. Oku ve "kadın"ı tartışmaya neresinden başlarsan başla. 

Her türden kadın kadına ilişki düşünülmüş kitapta, hepsi yerli yerine yerleştirilmiş, ve incelenen sorunlar sadece sosyolojik değil, aynı zamanda (ve fakat sosyolojinin önüne geçmeyecek kadar) psikolojik. En beğendiğim yanı da bu: Kitapta karakterlerin içsel labirentlerinde kaybolan bir 21. yüzyıl bireyciliğinden eser olmadığı gibi, bireyi "opaklaştırıp" gösterilmek istenen toplumsal dinamiklerin içinde rollerini icra eden otomatlara da dönüştürmüyor. Böylece öykülerdeki kadınlar kelimenin tam anlamıyla "kahraman" oluyorlar. Hem çok güçlü ve cesurlar (ya da öyküden güçlenerek/cesaret kazanarak çıkıyorlar) hem de etraflarında dönen dünyanın (başta da etkileşim içinde oldukları diğer kadınların) kaderini değiştirmeyi biliyorlar ve/veya bu değişimi gözlemliyorlar.

Bazı öykülerin kurgusu hafif yorucu, bazısının anlatımı beklenenin biraz altında. Fakat hem içerik, hem de dil öylesine kuvvetli ki bu saydığım kusurları belki de kıskançlığımdan kendim uyduruyorum. Çünkü bu kitabı artık Türkçe edebiyatta okuduğum en iyilerden biri olarak sayacağımdan eminim.

20 Aralık 2018 Perşembe

Türk Politik Kültüründe Romantizm - Hasan Aksakal

Hasan Aksakal'ın Alfa Yayınlarından çıkan (daha önce Kadim Yayınlarından çıkmış) Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri'nden sonra sıra başlıktaki kitaba gelmişti. Esasen "romantizm" konusunun yaratanının bile kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya olduğu apaçık olmasına karşın, fikrin Osmanlı-Türkiye özelindeki soykütüğünün takibinin daha kolay yapılacağını düşünerek bu kitabı da okuma listeme eklemiştim.

Image result for Türk Politik Kültüründe Romantizm - Hasan Aksakal
Açık ve net ifade etmem gerekir ki eleştirilerim çok olsa da kitabı okuduğum için memnunum. Namık Kemal'den Orhan Koçak'ına varıncaya kadar memleketin düşünce dünyasındaki hemen hemen bütün portrelere dair söyleyecek sözü olan bir kitap bu. Bu iddiaya sahip olabilmesi de beklemediğim kadar yoğun bir okumanın üzerine kurulu olması. Kapağında söz gelimi "Türkiye'de İslamcılık" yazan fakat arka kapağını okuyunca "Türkiye'deki İslamcılığı 1980-84 yılları arasında Yozgat Sorgun'da çıkan Bayrak dergisi özelinde incelediği" anlaşılan haddinden fazla kolaycı akademik çalışmalara boğulmuş bir toplum olarak Hasan Aksakal'ın yaptığı titizlikte çalışmalara pek alışkın değiliz. Bu nedenle kitap her şeyden önce arkasındaki emekle takdiri hak ediyor.

Fakat öncelikle Hasan Aksakal'ın teorik çerçevesini anlamak pek kolay değil. Eğer sorun benim algılamamda değilse, belli bir romantizm tanımından hareket etmek yerine "romantik" olarak etiketlenebilecek bütün fikri akımların takibini yapıyor gibi görünüyor.

İkinci olarak, Aksakal politik romantizmi tartışmanın bir tarafı olarak görmekten ziyade bir tür mantık hatası (logical fallacy) olarak değerlendirme eğiliminde. Bu bağlamda romantizmle teorik bir hesaplaşmaya girmesi beklenirken bunu yapmıyor. Daha doğrusu "kolay lokma" olan Türk sağını sağlı sollu kroşelerle bayıltırken Rousseau vb. kurucu babalarla uğraşmak şöyle dursun, iş Osmanlı'da ve Türkiye'de romantik politik düşüncenin teveccüh görme sebeplerine geldiğinde bile ya kaçak güreşiyor, nötr bir tarihsel anlatıma yönelmeyi tercih ediyor. Böylece romantizmin yargısız infazına karar vererek kitabın henüz başlarında Türk düşüncesini romantizme götüren sorunları tartışmaya başlıyor. 

Bu iki sorun çerçevesinden bakıldığında okur en azından muyakeseli bir yaklaşım bekliyor: Yazarın önerdiği - ya da en azından rasyonalizmle malul olmadığını düşündüğü - bir fikir akımı/insanı var mı? Prens Sabahaddin çizgisi mesela? Niçin adı kitapta bir kez olsun geçmiyor? Veya Nazım Hikmet - Attila İlhan - Kemal Tahir - Yaşar Kemal gibi isimler romantizm şemsiyesi altında ele alınırken "romantik olmayan sol"a dair tek kelam edilmiyor.

Bu konudaki ısrarım şu yüzden: Eğer Türkiye gibi bir ülkeden modernleşme sürecinin başlamasından bu yana romantizmle lekelenmemiş dişe dokunur bir düşünür bile çıkmıyorsa bunu bir sorun olarak algılamaktan ziyada kabul edilmesi gereken bir vakıa olarak ele almak gerekir diye düşünüyorum. Aksi takdirde, aslında lokal ve temporal (Batı Avrupa modernitesi) bir düşünce biçimini evrenselleştirmeye çalışarak Ceza'nın "Türkiye'de rap müzik beyazların elinde" söylemine benzer bir sorun tespitine yöneliyor olabiliriz. Daha net ifade edersem, romantizm-dışı düşünceler Türkiye'de kök salacak (sosyal veya düşünsel) toprak bulamamışsa ve bulamıyorsa, belki de Türkiye bağlamında gerçekten de yalnızca romantik (ya da romantizmi araçsallaştırmış) ideolojilerin işlevsel olduğu söylenemez mi? Belki de bu irrasyonel ideolojiler gayet rasyonel bir tespitle yola çıkıyorlardır, denemez mi?

Zaten Aksakal'ın da dikkat çektiği harcıalem "geç modernleşme" olgusu bunun işareti değil mi? Tepkisel irrasyonalitenin kendini aydın-toplum çevrimi içerisinde yeniden üretiminin bu durumun yol açtığı bir hastalık olduğu bir gerçek. Fakat bu hastalıkla mücadele için romantizmin araçsal kullanımı (bağımlılık tedavisinde hastaya dozunu azaltarak madde verilmeye devam edilmesi gibi) mecburiyetini de bir "sorun" olarak ortaya koymak toptancı bir yaklaşım olmuyor mu? Biraz provokatif bir soru olacak ama, tabandan gelmeyen ya da tabana inecek kanallar bulmakta zorlanan rasyonel düşüncelerin toplumsal zemin kazanması için dolaylı yollara (söylem oyunlarına) başvurmaktan başka şansı var mı? 

Elbette bunlar tehlikeli oyunlar. Dini ve/veya milli duyguları istismar eden cenahla sağcılaşma yarışına girme tehlikesini de barındırdığı, bu tehlikenin ne yazık ki realiteye dönüştüğü de yadsınamaz. Fakat her zaman böyle olmak zorunda değil. Üç yüz sayfalık kitapta yalnızca üç sayfada ele alınan sol büyülü gerçekçilik, "sorunlu romantizm" torbasına bu kadar kolay atılamasa gerek.

13 Aralık 2018 Perşembe

Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri - Hasan Aksakal

Hasan Aksakal'ın adını ilk kez nerede, nasıl duyduğumu hatırlamıyorum ama belli bir süredir takip ediyorum. Türkiye'de yeni tartışma başlıkları açabilme potansiyeli vaat eden isimler arasında en genç simalardan biri. Kendini siyasal olarak muğlak bir yere konumlandırışı da tehlikeli sulara girmeden, yıpranmadan bir şeyler yapmaya çalışmak isteyen bir "teknokratik" akademisyen olduğunu gösteriyor. Son olarak Vakıfbank'ın kültür yayınlarının editörlük görevini alması da bu yatırımının meyvelerini toplamaya başladığı anlamına geliyor gibi. Ben bu akademisyen tipine açıkçası çok kızamıyorum; çok enteresan, verimli sahalar keşfedip üzerine gitmek istiyorlar, bunun için bazı dengeleri tutturmaya gayret göstermeleri gerektiğinin farkındalar. Ha neticede yaptıkları işler kültür dairesi içinde sınırlı kalıyor, o da onların bileceği iş.

Image result for Politik Romantizm ve Modernite EleÅŸtirileri - Hasan AksakalHasan Aksakal Türk akademisinde romantizm çalışması konusundaki boşluğu görmüş ve yüksek lisanstan itibaren çalışmalarını bu alana yoğunlaştırmayı tercih etmiş. Önce bir tür literatür taraması olan bu çalışmasını düşük profilli yayınevlerinden bastırıp "Tanzimattan Günümüze Türk Politik Kültüründe Romantizm" adlı doktora çalışmasını, yani Türkiye vakasını ise İletişim etiketiyle yayınlatmasını bilmiş (onu da yazacağım). Kendisi çok çalışkan bir genç akademisyen, çalışmalarının arka planındaki yoğun okuma-araştırmayı her satırında hissettiriyor. Fakat daldığı alan derya deniz, hatta tabiri caizse Titanik batıran okyanus, insan ne kadar iyi yüzücü de olsa pusulasını şaşırmaması, dev dalgaların arasında kaybolmaması imkansız. Aksakal'ın çalışması da bu sorunla malul. Herhangi bir kavramın başlıca özelliklerini tespit edip alt dallarını buna göre sınıflandırmak, coğrafi yayılımına ve dönemlerine göre ayırıp gelişim/gerilim çizgilerini takip etmek zor iş. Hele ki "modernite eleştirileri" dediğiniz zaman iş iyice imkansızlaşıyor. Güneş altında modernite hakkında söylenmemiş söz mü kalmış?

Aksakal'ın bir başka sorunu moderniteye getirilen neredeyse bütün eleştirileri "romantizm" başlığı altına toplamak. Doğaya dönüş dedin, romantiksin, ütopya istedin, romantiksin, aman geleneklere dikkat dedin, romantiksin. Mefhum-u muhalifinden bakıldığı zaman, yani "kim romantik değil" diye sorulduğu zaman, geriye bir kişi bile kalmıyor. Buradan sonra da tek bir kitapta Marx'la, Weber'le, Nietzsche'yle hesaplaşmak gibi imkansız bir görevle karşı karşıya kalan yazar, ciddi açıklar veriyor.

Örneğin sf 124'te: " 'Gasıpların malları gasp edilecektir' vaazıyla yeni gasıplar yaratan bir düşünce [...] bugün şikayet ettiği düzenin tam da sürekliliğini [anlatım bozukluğu yazara ait] sağlamış olmayacak mıdır?" diye soran Aksakal, Marksizmdeki özel mülkiyetin kaldırılmasının ciddi ciddi burjuva sermaye birikim modeliyle aynı kefeye koyabiliyor ya da daha vahimi, yine Marx için " 'Ezilen bir sınıf, sınıflar çatışması üzerine kurulmuş bir toplumun yaşama koşuludur,' diyerek, dünyada daima sömürüye ve istismara ihtiyaç duyulduğunu iddia ediyor ve belki de kendi benliğindeki bencilliği ortaya döküyordu [vurgu bana ait]" diyebilecek kadar komikleşiyor (sayfa 137).

Hal böyle olunca yazarın neredeyse yaptığı bütün okumayı üzerimize boca ettiği, tam da olması gereken yerlerde referans bulunmayan, çok da elzem olmayan yerlerdeyse bol referanslı bir kitap ortaya çıkmış. Öte yandan yoğun bir okumanın sonucu olduğu için ilham verici ve gerekli durumlarda başvuru metni olarak kullanılabilirliği yüksek. 

3 Aralık 2018 Pazartesi

René Girard - Romantik Yalan ve Romansal Hakikat

Çok banal bir şey söyleyeceğimin farkındayım ama bu kitaptan bahsedebilmek için bu konuya maalesef girmek zorundayım: Spekülatif/nitel araştırmaların nicel çalışmalara göre en sorunlu yanı sınır belirleme. "%95 güven aralığı" veya α - β hata parametreleri gibi tamamen hesaba dayalı bulguların edebiyat eleştirisinde çok fazla yeri olmayacağı kesin. Fakat bir olguyu kavramsallaştırma amacı güden bir araştırmanın, o olgunun temel özelliklerini sarih bir biçimde ortaya koymak, koyulan bu sınırların muhtemel sorunlarının altını çizmek, mümkünse pozitif ve negatif örneklerle de test etmek gibi bir yükümlülüğü olmalı. Ortaya "Bütün meyveler elmadır" gibi iddialı bir önerme atıp portakal gerçeğiyle karşılaşınca "İşte turuncu, çok daha sulu ve c vitamini açısından zengin bir elma" diye yan çizerek komik duruma düşmemek için, bir zahmet önce elmayı tarif edeceksiniz.

Nitel çalışmanın sorunu işte budur: Hipoteziniz asla "fail to reject" riski barındırmaz. Argümanlarınız ikna edici olmaktan çıkar, o kadar. Ama sizi tutturduğunuza yutturabilmekten alıkoymaz. İşin bu etik kısmı size kalmış demektir. René Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat'te işte bu etiği yok sayan bir "performans" sergiliyor.

Image result for René Girard - Romantik Yalan ve Romansal Hakikat
Girard muhafazakar bir Hristiyan. Dönemindeki egemen varoluşçu felsefenin çaresizce anlam arayışının da teşvikiyle, hayatın sekülarizasyonunun insanı ittiği içsel boşluğu modern dünyanın temel problemi olarak görüyor. Bir başka deyişle, "Tanrının ölümünün ilan edildiği çağda modern birey Tanrıya dönmediği müddetçe çıkışsızdır" gibi bir düşüncesi var. Kitabı da bu düşünceden hareketle yazıyor. Fakat oldukça su götürür bir tezle: Girard'a göre Cervantes'ten itibaren bütün büyük romancılar, örneğin Flaubert ve Stendhal, fakat bilhassa da en büyük romancılar Proust ve Dostoyevski tam da Girard gibi düşünmektedirler ve bütün edebiyatlarını bu düşünceye vakfetmişlerdir.

Girizgahtaki elma örneği bu noktada Girard'ın tezini kanıtlamak için ortaya attığı yönteme denk düşüyor. Yazarın "üçgen arzu" adını verdiği bir tema var: Ona göre modernite öncesi kişilerin sahip oldukları (Tanrı kaynaklı ve hakiki) "mana" onların "doğal" arzularla eyleyen bireyler olmalarına imkan tanıyordu. Oysa Tanrının ölümü sonrası insanlar, referans noktası teşkil edecek bir hakikatten yoksun oldukları için, arzularını sahte bir tanrının dolayımından geçirmek zorunda kalmaktadırlar. (Bu sahte tanrının seçilme sebebi ise anlam arayışı içerisindeki çaresiz bireyin söz konusu kişinin "ateistlerin içindeki korkunç boşluk"tan muzdarip olmadığını zannetmesi, bu nedenle onunla özdeşleşerek bu "ontolojik hastalığı" yenme hayali kurmasıdır.) Arzu eden özne ile arzu edilen nesne arasındaki (Tanrının varlığının anlamlı kıldığı) bağın kopması sonucu araya bir "mediatör" girer, onun gibi olabilmek için onun gibi arzu edilir, bu da "arzu eden"ve "arzu edilen"in yanına "arzu ettiren"in eklendiği bir "üçgen" oluşturur. Üçgen arzu, diyor Girard, modern dünyanın hakikatidir ve her kim ki bu hakikati ifşa eder, o kişi gerçek romancıdır, kim ki bu hakikati örter ve arzunun doğal ve aracısız olduğunu iddia eder, o kişi (kelimenin pejoratif anlamıyla) romantiktir. Ve böylece yukarıda adı geçen yazarların romanlarında "üçgen arzu" motiflerini tespit etmeye girişiyor.

İşte işin bu tespit kısmında "elma"yla "portakal" arası sınırlar da muğlaklaşmaya başlıyor. Girard, "üçgen arzu"yu gördüğü yerde yakalıyor, yakalayamadığı yerdeyse (bir file "Abi valla ben zürafayım" dedirten meşhur MİT fıkrasındaki gibi) "üçgen arzunun diyalektik biçimde ters dönüşü" ve benzeri kanırtmalarla üçgen arzu olmayan ilişki biçimlerine "abi valla ben üçgen arzuyum" dedirtiyor.

Sorun yalnızca yöntemle de sınırlı değil. Koskoca bir sanat türünü yalnızca bir hakikate işaret edip etmemesi üzerinden, hatta o da değil, yalnızca bir hakikate işaret ettiği varsayılan bir temayı içerip içermemesi üzerinden yargılayan ve "şunlar romandır, bunlar değildir" diye tam ortadan ikiye bölen bir estetik kriter olabilir mi? Hele hele roman sanatına kendisi gibi bakmayanları (örneğin romantik varoluşçuları) "ben ve öteki" ayrımı yapmaları üzerinden Maniheist olmakla itham ederken bu kadar kaskatı bir "iyiler ve kötüler" ayrımına giderek Maniheizmin dibini sıyırmasındaki ironi paha biçilemez. 

"Dibini sıyırmak" gibi amiyane bir tabir kullanıyorum ama boşa değil. Çünkü tam da Maniheist "iyiyle kötünün ezeli ve ebedi savaşı" doktrininden hareketle, romancıları "hak vs bâtıl" kavgasının içine sıkıştırıvermek için tarihsel/toplumsal bağlamları öylesine yok sayıyor ki yayım tarihleri arasında 300 koca yıl olan Don Kişot ile Kayıp Zamanın İzinde'yi aynı söylemde buluşturmayı marifet bilip bunu da "romansal dehanın birliğine" yoruyor Girard.

Bitti mi? Bitmedi. Sorunların devamı da var. Bu "ezeli" ve "ebedi" mücadele Girard için yalnızca tek bir coğrafyada, Hristiyan Batı'da geçiyor. Hipotezini tabi tuttuğu verinin yönetilebilir olması için belirlenmiş bir sınır falan değil bu üstelik, hipotezinin yalnızca bu coğrafya için geçerli olduğunu da kabul etmiyor. Aksine, açık açık "Hristiyan simgeciliği evrenseldir çünkü yalnızca o romansal deneyimi biçimlendirebilir" diyecek kadar küstah bir Batı merkezciliği var. 

Bu sorunlar bir yana, ben Girard'ın kitabında tam bir muhafazakar ahlaksızlığı tespit ediyorum. "Modern bireyin Tanrı'ya dönmesinin gerekliliği" hakkında doğrudan argüman sunmak yerine büyük olduğu tartışma götürmez yazarları kendi arzusu doğrultusunda yorumlayarak taşeronlaştırıyor Girard (Cem Yılmaz'ın "Karacoğlan der ki..." esprisini hatırlayın). Türk tipi muhafazakarın arkasında duramadığı görüşleri için "Batı'da da böyle," demesinin bir benzerini görüyoruz da denebilir.

Bir sözüm de kitabın Türkçe'deki yayıncısı Metis'e ve Metis Eleştiri dizisinin yayın yönetmeni Orhan Koçak'a. Girard ve eserinin muhafazakarlığı hakkında (en basit internet aramasıyla edinebileceğiniz) herhangi bir bilgiye "nedense" kitabın arka kapağında, yazarın kitaptaki biyografisinde ya da Orhan Koçak beyefendinin yazdığı "sunuş"ta rastlamak mümkün değil. Tesadüfe bakın... Üçte sıfır. Bir yayınevi, bastığı kitabın tezini okurdan saklama gereğini niye duyar? Cinayet romanı değil ki bu sonunu saklayasınız! 

Öte yandan kısacık arka kapak yazısına eserin bir Marksist kuramcı tarafından övüldüğü bilgisini eklemek unutulmamış. Acaba diyorum, kitabın tezinin muhafazakar olduğu bilgisi özenle sansürlenip Marksist övgüyle parlatılmış olmasının arkasında muhalif okuru tuzağa düşürmeye yönelik bir satış kaygısı olabilir mi? 

Ama sonra düşünüyorum da koskoca Metis ve eleştiri dünyamızın rock star'ı Orhan Koçak bu kadar alçalacak değil ya...



26 Kasım 2018 Pazartesi

Ruh ve Beden: Acemi Bir Boksörün Defterleri - Loic Wacquant

Bir süredir boks dersleri alan biri olarak bu kitabı okumasam olmazdı. Aslında kitabı edinişim boksa başlamamın yıllar öncesine denk düşüyor. Kent Paryaları kitabından tanıdığım, Bourdieu'nün öğrencisi Wacquant'ın böyle enteresan bir etnografik çalışması olduğunu duyunca hemen almıştım (Kitabın adı da almamda çok etkili olmuştu, zira o sıralar beden ve bilinç arasındaki dolaylı iletişim hakkında okumalara girişmiştim.)

Image result for loic wacquant ruh ve bedenFakat kitabın beklentileri karşılamaktan çok çok uzak olduğunu söylemem gerek. "Gözlemci katılım" ile tuttuğu boks salonu günlüklerini Amerikan siyah gettosunun marjinal yoksulluğu ışığında yorumlamaya girişiyor Wacquant, fakat verinin olduğu gibi sunumu git gide yorumun önüne geçiyor ve bir süre sonra salt otobiyografik, bağlamla kurmayı vaat ettiği ilişkiyi de koparıp atan anlamsız bir anlatıya dönüşüyor.

Ne diyor kitap? Amerikada siyah ve yoksul bir getto sakiniysen hayat zordur: Çetelerin, silahın, uyuşturucunun ortasında mahvolman (ölmen, hapse düşmen ya da berbat bir hayat yaşaman) işten bile değildir. İşte boks salonu bunun önüne geçen bir manastırdır, buraya kapanırsın, hem belirli güvenliğe sahip olursun, hem spor disiplini seni sigaradan bile uzak tutar, hem de bu (düşüşe geçse de) pırıltılı spor hayal kurmana izin verir.

Bunlar tek başına fena saptamalar değil, fakat daha fazlası, daha fazlası gerekirdi. Böyle bir kitaptan boksa özgü davranışların, ringdeki belirli ritüellerin vb. alegorik okumalarını sunması beklenirdi. Bu okumaların mutlaka bilimsel olması şart değildi, kitap ne de olsa bilimden koptuğuna göre, bilimdışı niteliklerinin altı çizilerek bu tür yorumlara yine de yer verilebilirdi.

Peki Bourdieu'nün ve Chicago Üniversitesinin öğrencisi olma payesine erişmiş pırıl pırıl bir sosyoloğun bu kadar verimsiz bir eser ortaya koyması nasıl mümkün oluyor?

Tabii ki akademinin bok yemesiyle. Wacquant kitap boyunca bizzat kendi elinden çıkan (yine aynı deneyimlere dayalı) birçok makaleye referans veriyor: 
  • Pugs at Work: Bodily Capital and Bodily Labour among Professional Boxers
  • The pugilistic point of view: How boxers think and feel about their trade
  • Whores, Slaves and Stallions: Languages of Exploitation and Accommodation among Boxers
Ve daha fazlası. Dolayısıyla akademinin "elindeki veriden mümkün olduğunca fazla sayıda yayın çıkar" zorbalığı, akademisyeni "Dur ben kitapta yalnızca şunlara değineyim, şunları da makale olarak basarım" hesapçılığına götürüyor ve ortaya her zaman "ampute" eserler çıkmak zorunda kalıyor. 

Yahu kitabın adı tam olarak neden "Ruh ve Beden" inanın bana bu bile anlaşılmıyor!

E.T.A. Hoffmann - Kum Adam ve Sigmund Freud - Tekinsiz

Ödipus kompleksinin isim babalığını bile edebiyata havale ettiğine göre, Freud'la edebiyat arasında bir kirvelik ilişkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten söz konusu kompleksi sadece Sofokles'le ilişkilendirmyip Hamlet ve Karamazov Kardeşler'de de tespit eden, üstüne bir de Dostoyevski'ye teşhis koyan adama bu konuda ancak saygı duyulur. [Kimin sözüydü hatırlamıyorum, "Kimse tanıdığı bütün insanlar ölmeden gerçekten samimi bir kitap yazamaz," diyordu. Sanırım bunun için ölmesi gerekenlere "Freud gibileri" de eklemek gerekiyor. Sen anlatını istediğin kadar şifrele, kendini iyi bir okurun gözünden gizleyemezsin.]
Gel gelelim Tekinsiz makalesinde tuhaf bir durumla karşılaşıyoruz. Makaledeki "tekinsiz" tanımı Hoffmann'ın Kum Adam'ı için müthiş bir model sunuyor, ama aynı makaledeki Kum Adam analizi eksik kalıyor. Elbette bunun sebeplerinden biri, makalenin özellikle bu öyküye odaklanmıyor olması. Kum Adam'a dair pasaj makalenin görece başlangıç bölümünde yer alıyor ve tanım henüz tam anlamıyla geliştirilmeden yapılmış oluyor.

Image result for eta hoffmann
Hoffmann
Önce öyküyü bir kez daha hatırlayalım, sonra Freud'un analizi ile fakirin bu analize itirazlarını sıralarız.

Nasıldı öykü? 

Nathaniel diye bir garip oğlan var. Küçükken Kum Adam'dan çok korkuyormuş. Uyumayan çocukların gözlerine kum atıp kanatan, topladığı çocuk gözlerini de yesinler diye kendi çocuklarına götürüyormuş çünkü Kum Adam. Korkması için de ciddi sebepleri varmış çünkü anneleri "Kum Adam geliyor, haydi yatağa" dediğinde gerçekten de adamın ayak seslerini merdivende duyuyormuş. Bir gün yine ayak seslerini duyduğunda bir sedaret babasının odasına saklanıp bakar ki ne görsün, Kum Adam diye korktuğu kişi tiksinç suratlı avukat arkadaşı Coppelius değil miymiş? Babasıyla bu Coppellius fırının başında bir şeyler yapıyorlar. Daha dikkatli bakınca gözleri olmayan bir sürü yüz imal ettiklerini görüyor bizim çocuk ve o arada heyecandan ses çıkarıp fark ediliyor. Coppellius "Gel lan buraya" diye bunu alıp gözünü çıkaracak oluyor, babası yalvarınca bırakıyor. Şöyle bir kolunu bacağını söküp inceleyip yerine geri takmakla yetiniyor. Çocuk o arada bayılıyor zaten. Aradan bir zaman geçince bu Coppelius'un yine evlerine geldiği bir gün evde patlama oluyor, baba ölüyor, Coppelius kaçıp izini kaybettiriyor. 

Yıllar sonrasındayız. Clara adında bir sözlüsü olan Nathaniel gurbette okuyor. Ve çocukluk travmasını uyandıran bir olay yaşıyor: Coppelius onu yine bulmuş. Barometre satıcısı olmuş, adının İtalyanca versiyonunu (Coppola) kullanıyor. Tabii kesinlikle o mu, değil mi, bilmiyoruz. Nathaniel o adam olduğunu iddia ediyor ama Clara rasyonel biri: çocukluk travman yüzünden tesadüfü abartıyorsun diyor. Zaten çocukluğundaki olay da şeydi işte, muhtemelen babanla o adam simya deneyleri yapıyorlardı, sen çocuk halinle bu olayı büyülü bir şey gibi algıladın, bir gün bir deney ters gidince de patlama oldu, diyor. Nathaniel yatışır gibi oluyor. Clara'nın rasyonelliği karakterinin en önemli detayı: Nathaniel ona kabus imgeleriyle dolu şiirlerini okurken sıkılıyor, başka şeylerle ilgileniyor, Nathaniel'ı eleştiriyor.

Bu arada Nathaniel'ın doğa felfesecisi bir hocası var, Spalanzani. Bu hocanın da camlı bir odadan dışarı çıkmasına izin vermediği yarım akıllı bir kızı, Olympia. Bir gün Nathaniel'ın kaldığı yurt yanıyor, onu bu yarımakıllı kızın kapalı tutulduğu yerin tam karşısında bir odaya yerleştiriyorlar. Ve ta tam!! Barometre satıcısı Coppola yine odaya dalıveriyor. Nathaniel "Barometre istemez canım" diye bunu kapı dışarı edecek olunca şöyle diyor Coppola: "Barometre istemez mi? O zaman gözlerim var, çok güzel gözler!" Bizimkinin travması bir an yine depreşir gibi oluyor, fakat sonradan anlaşılıyor ki kırık dilli İtalyan'ın "göz" dediği şey gözlük ve dürbünmüş. Nathaniel, rahatlamanın etkisiyle gerçek fiyatının çok üstünde bir paraya bir dürbün almış bulunuyor. 

Nathaniel bu dürbünle başlıyor Olympia'yı dikizlemeye. Kız çok güzel, mermer gibi, alçıpan gibi hatun. Dikiz aşağı, dikiz yukarı derken Nathaniel bu kıza içten içe meyil vermeye başlıyor. Derken Spalanzani bir gün evinde bir eğlence düzenliyor. Ve eğlenceye yarım akıllı kızı da katılıyor! Nathaniel kayışı iyice koparıp Olympia'yı dansa kaldırıyor, balo boyunca el ele, göz göze oturuyorlar. Artık geri dönüşü olmayan biçimde kıza aşık oluyor. Kız da gerizekalının tillahı yani, "Hı hı" demekten başka herhangi bir kelime konuşamıyor. Kıza şiirlerini okuduğunda da kız yine aynı, "Hı hı" diyor. Ama en azından Clara'nın sıkıldığını belli etmesi gibi kırıcı hareketler yapmıyor. Böylece Nathaniel kendini iyice kaptırıyor. Nathaniel aşkın kör ettiği gözleriyle kızdaki tuhaflığı görmeyi reddediyor, "Benim yarim öyle bir içsel derinliğe sahip ki boş laf etmeye tenezzül etmez" triplerinde. Bir gün kararını veriyor, Clara'yla sözü bozup bu kızla evlenecek. Evlenme teklif etmeye evine bir gidiyor ki ne görsün, bu Coppola bir yerinden, Spalanzani başka yerinden tutmuş kızı çekiştiriyorlar. Sonra kız cart diye ikiye bölünüyor. Meğer robotmuş! Coppola yine şehirden kaçıyor. Her şeyi itiraf eden hoca Nathaniel'a diyor ki "Gözleri senin gözlerindi!" Nathaniel bu olay üzerine uzun süre hasta düşüyor.

Sonundaysa artık iyileşti, Clara'yla evlenecek derken kenti seyretmeye çıktıkları bir kulede elini cebine atınca Coppola'dan satın aldığı dürbünü buluyor, dürbünü gözlerine götürünce yeniden deliriyor ve kendini kuleden atıyor. Olayı izlemek için aşağıda toplanan kalabalığın arasında adi Coppelius da var.

Şimdi Freud'un Tekinsiz makalesine geçelim:

Freud tekinsiz olan şeyin, uzun süredir bildiğimiz, bize tanıdık gelen şeyler arasından çıktığını öne sürüyor ve kelimenin etimolojisine indiğinde (un-heimlich), yani "heimlich olmayan", yani "eve ait olmayan" (İngilizce'deki "un-famili-ar" buna denk düşüyor olsa gerek) anlamını tespit ederek burayı kurcalıyor. Yani tekinsizlikte bir süreç görüyor: Bir şey vardı, o bizim için evle, aileyle ilişkili bir şeydi fakat artık değil ve bu yüzden tekinsiz.

Freud buradan tekinsiz'in "iki" olma durumuyla ilişkisine atlıyor. Tekinsiz olan şeyleri sıralayarak: Oyuncak bebekler, aynalar, gölgeler, koruyucu ruhlar... Bu "çiftleme" olgusunun narsistik insanların ölüm karşısındaki çaresizliğe karşı bir ölümsüzlük garantisi olarak ortaya çıktığını belirtiyor Freud. İnsan gelişiminin ileri safhalarında "insanın kendisi üzerindeki bilinçli gözlemi" yetisi kazanmasından hareketle, patolojik durumlarda bu "gözlemleyen"in ego'dan farklı bir kişilikmiş gibi algılanabileceğini ve bir ikililiğin ortaya çıkabileceğini anlatıyor. İşte bu "ikincinin yaratımı" durumu Freud'a göre yalnızca narsizmle ilgili değil. Tatmin edilmemiş çocukluk düşlerinin ikizlik olarak geri dönüşü ihtimali söz konusu çünkü - fakat bu kez, korkutucu bir yüzle. Bastırılmış olanın, intikam için geri dönüşü. Burada tekinsizlikle ilişkili bazı duygulanımlar sıralıyor Freud: Kaçışsızlık, çaresizlik, mukadderat hissi. Tatmin edilememiş çocukluk düşleriyle oldukça ilintili hisler.

Makalenin devamında Freud kavramı genişletiyor ve "insanlığın çocukluğunu" da tanıma dahil ediyor. Diyor ki "Tekinsizlik bastırılmış olanın korkutucu geri dönüşüdür. Öyleyse batıl inancın aşılması evresindeki (artık çocuk masallarına inanmayan) modern insanlık için, rasyonel/bilimsel düşünceyi test eden ve batıl inancı haklı çıkarır gibi gözüken fenomenler de tekinsizdirler."

İşte bu muhteşem final çıkarımı, aslında öykünün analizi için de tek geçerli anahtar olarak beliriveriyor. Öykünün ele aldığı gerilim, ("Dünyanın büyüsü"ne inanan romantik şair Nathaniel ve materyalist sevgilisi Clara'yı da karşı karşıya getiren) "insanlığın büyümesi" hadisesidir. Artık dünyamız rasyoneldir ve insanın çocukken bizzat kendi gözleriyle temaşa edebildiği büyüler dünyası kaybolmaktadır (Bkz: Weber'deki "Dünyanın Büyüsünün Bozulması" kavramı.) Bu yüzden robotun içindeki ruhu görebilmek için artık "sihirli bir dürbün" gereklidir. Fakat bunun bedeli ağırdır: Herkesin rasyonel olduğu dünyada deli muamelesi görmek.

Bu "sihirli dürbün" meselesini de açalım. Zizek'in "They Live!" analizi meşhurdur. Bu filmde uzaylılar aramızda yaşamaktadırlar (ve bize kapitalizmi dayatmaktadırlar), fakat yalnızca özel bir güneş gözlüğünü takanlar onların (ve subliminal kapitalist mesajlarının) gerçek yüzünü görebilmektedir. Zizek'e göre işte bu gözlük ideolojidir. Çıplak göz aldatılabilirdir, ancak eleştirel ideolojiyle donanmış insanlar bu aldatmacadan sıyrılabilir. 

Kum Adam'a geri dönersek, bu öyküdeki "göz" ve "dürbün"  metaforları da benzer bir işlev görür: Büyümekte olan çocuğun gözleri sökülür. Büyüsü bozulmuş dünyanın büyüsünü yeniden keşfetmek, maddenin içindeki ruhu görebilmek artık ancak dışarıdan gelen bir aparat yardımıyla mümkündür. Nedir bu? Elbette yine ideoloji. Fakat bu kez eleştirel değil, romantik ideoloji. Bu bağlamda, elbette sanat da bu ideolojinin ayrılmaz bir parçasıdır: Hoffmann öyküde alenen saf tutar. Nathaniel haklıdır. Coppelius ve Coppola aynı kişidir. Freud'un söylediği şey, yani "batıl inancın haklı çıkışı" (öykü gerçekliği içerisinde de olsa) vuku bulur. Öykünün yarattığı tekinsizlik, dünyaya kaybettiği büyüyü (mitlere olan inancı) geri verir. Burada enteresan olan, gözleri söken adamla dürbünü satan adamın ikiz olmasıdır. Hayatın diyalektiği mi? Çocuksu bakıştan kurtulmadan büyüyemezsin, çünkü çıplak gerçekliği kabul etmeden yaşayamazsın. Öte yandan, dünyanın çıplak gerçekliğine tahammül edemezsin, bir aparat yardımıyla da olsa ona büyüsünü geri vermek zorundasın. 

Bu diyalektik, öyküdeki her iki süreci de (gözleri kaybetmeyi de, bir dürbün edinmeyi de) travmatik yapan başlıca neden olarak karşımıza çıkıyor: Çocuk gözlerini kaybetmek acı vericidir fakat yetişkinliğe adımını bir kez attıktan sonra herkes bu yeni gözlere alışır. Kimse "dürbün" arayışında değildir, ticaretle gelir o, kapıdan içeri zorla girer, gerçek değerinden pahalıya satılır vesaire. Yanisi şu: İnsanın dünyayı olduğu gibi görmesini sağlayan modernist ideoloji, dünyadan ayrıştırdığı büyüyü metalaştırıyor. Eski dünya ile yeni dünyanın diyalektik birliği Coppola - Spalanzani (simyacı ile robot imalatçısı doğa felsefecisi) işbirliğinde de görülür: Doğa felsefecisi profesör Spalanzani, doğayı insanlığın hizmetine sunacağına simyacıyla işbirliği içerisinde oyun oynuyor, insan aklıyla alay ediyor. Cansız robotun yapımında rol alan da, onu canlı gösteren gözlüğü satan da aynı kişi, Coppelius!

Dolayısıyla Hoffmann'ın öyküde kendini konumlandırdığı yer ile öyküdeki eleştiriden ortaya bir çelişki çıkıyor. Hoffmann, insanlara batıl inancı dayatmanın ekonomi-politiğini de, travmatik etkisini de biliyor, "batıl inanç tüccarlarının" ipliğini pazara çıkarıyor, ama kendisi de batıl inanca sarılıyor. İşte bu da romantizmin çelişkisi.

Şimdi Freud'un makalesine tekrar dönelim. Freud, yukarıdaki analizin çok daha iyisini yapacağına öyküdeki "gözlerin çıkarılması" metaforunu bakın neyle beraber okuyor: Sürpriiiiz! Evet, bildiniz. Kastrasyonla. Efendim Kral Ödipus da kendini kör ederken sembolik olarak kastre etmiş de, bilmem ne de... Freud'un bu takıntısı nedeniyle analizi eksik kalıyor maalesef.

15 Kasım 2018 Perşembe

Jorge Amado - Sonsuz Topraklar

Brezilya'da faşist Bolsonaro dönemi başlarken sevdiğimiz bir Brezilyalı yazarın politik kitabını okumak faydalı olacaktı kuşkusuz. Hele ki Latin Amerika ve Anadolu arasındaki siyasal ve sosyal benzerlikler nedendir bilinmez şaşırtıcı derecede fazlayken. 
Image result for sertao brazil
Sertao'nun Çöl Arazisi "Caatinga"

Latin Amerikadaki muhalif hareketler bir zamanlar büyük merakla izleniyordu. Bunlardan biri de Brezilyadaki MST (Topraksız Köylü Hareketi) idi. Hareketin gücü Brezilya'nın kırsal yoksulluğunun da bariz bir göstergesiydi - genelde Brezilya'daki yoksulluğu favelalardan ibaret sanırız, çünkü bu "pitoresk" mahalleler yoksulluğun estetizasyonunu kolaylaştırır.

Image result for Cangaço caatinga
Şanlı çöl eşkıyalarından Lampião
Sonsuz Topraklar ise öyle değil. Brezilya'nın belki de tarıma en elverişsiz coğrafyası olan Sertao bölgesinde, neredeyse çöl denecek bir atmosferde geçiyor roman. Erken 20. yüzyıl Brezilyasının acımasız toprak sisteminin yarattığı yoksulluk ve isyan öykülerini konu ediniyor. Marksist bir yazar olarak dönemin iktisadi-sosyal-siyasal durumunu muhteşem anlatıyor.

Örneğin İnce Memedvari bir eşkıyalık için sarp kayalıklı geçit vermez dağlar, sık ormanlar ve benzeri bir coğrafi yapının şart olduğunu zanneden benim gibi biri için "çöl eşkıyalığı" (Portekizcesi: Cangaço) fenomeniyle karşılaşmak yeterince ilgi çekicidir diye düşünüyorum.



Image result for José Lourenço beato
Bir Beato: Jose Lourenço
Latin Amerika - Anadolu benzerliği demiştim. Bu benzerlik kitapta eşkıyalıkla sınırlı değil. Bir de beatolar var. Latin Amerika hıristiyanlığındaki "kurtuluş teolojisi" ile ilişkilendirilmeye müsait, bizdeki Şeyh Bedreddin olgusuna ya da günümüzün İhsan Eliaçık tayfasına benzeyen "ezilenlerin isyan çığlığı olarak yeni bir din anlayışı" öne süren ruhani önderlere deniyor beato (terim tam olarak "azizden bir önceki ruhani mertebe"ye denk düşüyor). Dolayısıyla ezilenler politik temsilcilerine kavuşmadıkları müddetçe dine ya da eşkıyalığa başvuruyorlar.

Ve elbette Marksist bir yazar olarak Amado, ezilenlere bu politik temsilciyi lafı hiç dolandırmadan öneriyor: Komünist Parti. Kitap sorunu ve çözümü ele alış biçimiyle "Sosyalist Gerçekçi" modele layıkıyla oturuyor.
Fakat bu "sosyalist gerçekçi" modelin (milyon kere söylense de yeniden söylenmesi gereken) sorunları da açıkça görülüyor romanda. Her şey baştan biliniyor: Devrimcilik hariç diğer bütün yollar çıkışsızdır vesaire. Başını açan gelinin sonunda kötü yola düştüğü, kör parmağım gözüneci bir İslami propaganda metninden teknik olarak farkı kalmayan bir iş çıkıyor karşımıza. Bu yönüyle kitap Marksistler için önemli bir kılavuz metin olabilir elbette, fakat genel okur kitlesini böyle metinlerle komünist yapmak ne derece mümkün, bütün eserlerinde aynı izleği takip eden bir roman geleneği ne derece sanatsal, bunları sormak gerekiyor.

Örneğin okuma boyunca şunu hep merak ettim: Hikayedeki "karşı taraftan", bir toprak sahibi ya da bir İntegralist ("Brezilya faşisti") neden bu tür Marksist eserlerde asla ana karakter olamıyor, usta bir psikolojik çözümlemeyle yerden yere vurulamıyor? Karşıtının kültürel dünyasına sızıp temelini dinamitlemek, bazen "Bakın benim evim onunkine göre ne kadar sağlam" diye papağan gibi tekrarlayıp durmaktan daha etkili ve daha sanatsal olamaz mı? Pro-sovyet Marksistler, Hayvan Çiftliği veya 1984 gibi Orwell romanlarına propagandist niteliği dolayısıyla ateş püskürürler, görece hakları da vardır. Peki bunlara cevaben ustaca kotarılmış Marksist eserler bulunmayışının suçunu da mı Orwell'e yükleyeceğiz?

Bu son açından düşününce biraz zayıf kalıyor roman. Hele ki kadınların sabırlı eş, çilekeş ana, kötü yola düşen bacı gibi alabildiğine anti-feminist ikincil karakterlerle sınırlanmış olması insanı çileden çıkartıyor.

Son söz: Romanda beni hafif bir acıyla gülümseten bir tabire rastladım. Hep "örgütlemek" deriz ama birini bir örgüte katmak örgütlemek olduğuna göre partiye katmaya da "partilemek" denmesinde şaşıracak bir şey yok. Ama ağzımız alışmamış. Tabirin bugün kazandığı anlamı düşününce de... Vah partilemek vah!



***

Image result for jorge amado sonsuz topraklar


5 Kasım 2018 Pazartesi

Sait Faik Abasıyanık - Semaver ve Sarnıç

Sait Faik sevdalısı kesinlikle değilim. Yunanlara karşı hissettiğim saplantı derecesinde tutkunun beni Sait Faik'in "Ah be balıkçı Yorgo Baba..." dünyasına zerre yakınlaştırmadığını, aksine ittiğini bile söyleyebilirim. Sait Faik'in bir kısım çok enteresan, (tamamen şahsi izlenimlerime dayalı olarak) güneyli Gotik tarzına benzettiğim öykülerinin Türkiye'de eşi benzeri yok. Ama kalemi kuvvetli diye, diline, üslubuna güvenerek giriştiği sorusuz ve cevapsız öykülerinin çokluğu beni yoruyor açıkçası.

Image result for Sait Faik Abasıyanık - Semaver Sarnıç bilgi yayıneviGünümüzün genç yazar bolluğu içerisinde, şu sıralar duyunca sinirden dilimi çatallaştıran bir yorum modası var. "Bir ilk kitaptan beklenmeyecek kadar iyi", "Efendim adeta ikinci kitap olgunluğunda" ve benzer türevleri olan, hani "ilk kitap dediğin zaten tırı vırı olur" gibi bir önkabulü haber veren saçma sapan yorumlar bunlar. İnce Memed, Tutunamayanlar ve benzeri kitapların yazarlarının kumaşını daha ilk eserden top top, renk renk kumaşlarını müşterinin önüne iştahla yuvarlayan siftaha susamış manifaturacı gibi nasıl gösterdiğini unutmak mıdır bu? Bence değil. Yeteneksize yeteneksiz olduğunu söylememenin bir yoludur yalnızca. Çünkü iyi yazacak biri, ilk kitabında da iyi yazar. Hatta yazıp yazmama kararsızlığı içerisinde kaldığı uzun müddet boyunca o ilk eserin fikrini kafasında o kadar çok demlendirir ki, diğer eserlerine kıyasla ayrı bir yoğunluğa bile sahip olur ilk eserler. Tabii dediğim gibi, yazarda ışık varsa.

Sait Faik'in bu ilk dönem eserlerinde "o yoğunluk" yok. Bunun yerine enteresan bir kafa karışıklığı var. Önündeki edebi yollardan hangi birini seçeceğini bilemeyip hepsine şöyle bir adım atmış da, birinin çamurundan öbürünün dikeninden haz etmeyip her seferinde geri dönmüş gibi.

İyi ki de dönebilmiş. Çünkü öykülerin bazısı, hele ki yurtdışı anıları, hele ki o yurtdışı anılarının içindeki İhtiyar Talebe adlı rezalet öykü "Hay Sait'ine bir, Faik'ine iki..." diye saydırıyor insana. Ve görülüyor ki yeteneğine dair özfarkındalığı baskın çıkmış ve sonu düzlüğe çıkan yolu sezebilmiş. Sarnıç'ta yer alan Kalorifer ve Bahar adındaki muhteşem kenar mahalle öyküsü özellikle dikkat çekici. Merkez-çevre temsilini olduğu ve olması gerektiği gibi (zengin merkeze karşı yoksul ve çoğulcu çevre) çerçeve içine alan bir öykü bu. Fakat onu özel kılan esas yanı tekniği. Akışındaki tasvir ve olay arasındaki geçişler sayesinde bu yedi-sekiz sayfalık öykü bir roman etkisi bırakıyor, sanki iki yüz sayfalık bir romanın özünü barındıran birkaç sihirli sayfayı seçip okumuş gibi doyuruyor okuru. Adeta ikinci kitap olgunluğunda.

30 Ekim 2018 Salı

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan

Ekşisözlük'te 38 sayfa entrisi olan, artık kanonlaştığını iddia edebileceğimiz Kürk Mantolu Madonna'dan hızını alamayanlarca yoğun bir biçimde "tüketilen" İçimizdeki Şeytan için uzun uzadıya konuşmanın alemi yok.

Yalnızca üç noktaya değinesim var:

Image result for Sabahattin Ali - İçimizdeki Åžeytan1) Goethe'nin dışsal Şeytan'ına karşılık Şeytan'ı diyalektik bir biçimde içimize yerleştiriyor Sabahattin Ali. Ve üstelik "İçimizde şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..." açıklamasından görüyoruz ki, bu meseleyi insan doğasına bağlayan bir Dr. Jekyll Mr. Hyde vakasını yeniden üretmektense bu şeytanın tedavi edilebilir bir sorun olduğunu tespit ediyor Sabahattin Ali. Adını koyalım: Althusser'in interpellation dediği içselleştirilmiş hegemonyadır bu. Ve kitap yayınlandığında yıl 1940'tır. Yani daha ne Hapishane Defterleri ne Aydınlanmanın Diyalektiği ne de İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları yayınlanmıştır. İşte teorinin önünden giden sanat böyle bir şey.

2) Romandaki karakterler gerçek kişilerden ilham almış olsun ya da olmasın, entelektüel çevrenin sosyo-kültürel seviyesi hakkındaki tespitleri çok net - ve ne yazık ki ölümsüz. Bütünlüklü bir tavırdan yoksun, eklektik ve dolayısıyla çelişkili düşünceler içinde savrulup duran yarı cahillerin hakimiyeti, böyle bir ortamda haliyle ancak biçimle kamufle edilebilen kof bir üretimin gerçekleşebilmesi, kültür sohbetleri veya etkinlikleri kisvesi altında tacizin bini bir para eden eğlence odaklı pervasız yaşam biçimi... Bugünün kültürel iktidarı AKP'ye vermemekle övünen her köşe başını tutmuş tiplere bakın, 1940'tan bu yana bir şey değişmiş gibi geliyor mu?

3) Bireyi ve ortamı bu kadar güzel tasvir edebilmişken, kitabın feci sonu... Yerden yere vurulan bu kadronun "dış mihraklar" vurgusuyla hapishaneye atılmasının fikir babası gerçekten de maruz kaldığı başlıca suçlama "kökü dışarıda olmak" olan bir ideolojinin taraftarı olarak bildiğimiz Sabahattin Ali'ye ait olabilir mi? Olmuş işte. Yazarın bu finali kitabın baş kahramanı olan Ömer'in Raskolnikovvari bir kendini sorgulama süreci yaşaması için gerekli gördüğünün farkındayım. Ama astarı yüzünden pahalıya gelmiş ne yazık ki. Üstelik, bu tutuklamaların altında yatan "Bakın günü gelince gereken yapılır ve böylelerinin sonu böyle olur," yollu, hukuk düzenine belirli bir meşruiyet atfeden mantığın aynı hukuk cenderesinin içinden kendisi de geçmiş bulunan bir yazardan çıkmasındaki ironi de cabası.

23 Ekim 2018 Salı

Yeorgios Viziinos - Öyküler

Image result for kostas viziinos öykülerViziinos'un uzun öykülerinden oluşan bu seçkideki "Annemin Günahı"nı Ari Çokona'nın Çağdaş Yunan Edebiyatı Antolojisi'nde okumuş, çok da etkilenmemiştim. "Bilinmeyen bir günah var ve tüm bu yaşanan acılar bu günahın kefareti..." gerilimi üzerine kurulu öyküler ne yazık ki genelde fiyaskoyla sonuçlanır zaten. Yaşanan acılar ve bu acıların etrafında gelişen olaylar yalnızca bu günahın bedeli olan nicel parametrelere indirgenmiş olur ve öykü uzadıkça (en sonda ya da sona doğru açıklanacak olan) günahın mahiyeti ikinci plana düşmez, aksine daha da önem kazanır. Okur, onca acı çeken ve handiyse zorla empati kurdurulan karakterin günahının bir an önce açıklanmasını, yazarın adalet terazisini ortaya çıkarıp öbür taraftaki ağırlığı da koymasını ister. Çünkü okur böylece kendi omuzlarına yüklenen vicdani yükten kurtulur ve karakterine işlediği günah ile çektirdiği cefa arasındaki denge üzerinden yazarın ahlakını yargılayan bir konuma yükselir. Fakat nihayetinde acı tarifinin sınırı yoktur, hele ki bir edebiyatçı için, şekeri elinden alınmış çocuğu bile onlarca sayfa boyunca öyle anlatır ki insan şeker dışındaki bütün besinlere düşman olur. Öte yandan sıradan insanlar için günah stoku sınırlıdır ve yazarın bu kez tasvir değil "olay" yaratmaktaki becerisini göstermesi gerekir. Ne yazık ki Viziinos bu öyküde bu sınavı geçemez. (Küçük Şeylerin Tanrısı bu konuda nispeten daha iyidir.)

Fakat kitabı edinip üç öyküyü birlikte okuyup da Viziinos'un (eğer bir başkasının derdiyle üzerine eser üstüne eser üretecek kadar hemhal olmadıysa) diğer öykülerine de sızmış olan çocukluğundaki cinsel kimlik bunalımıyla karşılaşınca bu ilk öykünün de anlamı bir anda değişiveriyor ve anne ve kadınsı erkek çocuk arasında yaşanan "ters-Ödipal çatışma" denebilecek bir ilişkinin anlatısına dönüşüyor.

Viziinos 20. yüzyılı göremeden ölmüş bir yazar. Muhafazakar Türk ve Yunan toplumlarının içinden çıkıp böyle queer temalara cesaret etmiş olması hem şaşırtıcı, hem de bu cinsel baskı ortamlarından da tam bunu beklemek gerektiği için alabildiğine gerçekçi.

***

Özellikle ikinci öyküde bu kadar önemli yer tutan yeniçerilik müessesesinin üzerine Türk sanatında hemen hiç gidilmemiş olması çok ilginç değil mi? Aklıma izlediğim bir başka Yunan filmi "Siyah Çayır" geliyor hemen. Yeniçeriler ve cinsel kimlik, yeniçeriler ve din değiştirme... Bunlar çok verimli alanlar. Fakat düşününce hemen aklıma gelen tek bir yeniçeri hikayesi yok. Örneğin milyon tane Osmanlı hikayesi arasında bir tane de Genç Osman'ın ölümünü katillerinin arasındaki bir Yeniçerinin ağzından anlatan bir roman, film niye yok? Ya da bu kadar askeriye manyağı, darbeyle yatıp darbeyle kalkan bir ülkede Yeniçeri Ocağının topa tutularak yok edilme öyküsü neden ilgi uyandırmaz?

***

Ha bir de bu ikinci öykü dediğim "Hayatının Biricik Yolculuğu" filme de çekilmiş: https://www.imdb.com/title/tt0311539/

Çok çok merak ediyorum bu filmi. Barış Yarsel sağ olsun elindeki kopyayı benimle de paylaştı. En kısa zamanda izleyip görüşlerimi de buraya yazarım.

22 Ekim 2018 Pazartesi

V.S. Naipaul - Taklitçiler

Bazı kitaplar ve bazı filmler vesaire, arkalarından söyleyecek hiçbir şey bırakmıyorlar. Birkaç kişi sinemaya gidiyorsunuz veya "Şu kitabı bir okuyalım, tartışalım," diyorsunuz, bu ortak tecrübe beklenmedik bir biçimde "İyiydi"-"Beğenmedim"-"Niye ya iyi değil miydi?" kabilinden, asla gelişip derinleşemeyen, kısır diyaloglarla sonuçlanıyor. Elbette bunların başında popüler ürünler geliyor, onları saymaya bile gerek yok. Tarantino'nun son filminden çıkıp Anglosakson ampirizmine kadar uzanan bir tartışmalar silsilesinin içine girmek fazla zorlama olurdu. 

Böylesi anaakım örnekler bir yana bırakılırsa, bu türden "konuşturmayan" eserler genelde ironik bir şekilde "geveze" eserlerin arasından çıkar. Birbirlerine yalnızca olay örgüsü bağlamında eklemlenen, anlam düzleminde bir bütünselliğe varmayan çok çok fazla sayıda mikro hikayeden oluşan romanlar örneğin. Veya çok yoğun bir sembolizmi çok kapalı bir anlatının içine yerleştirip açacak ipucu vermeyen, çizgi filmlerde kilitlediği kapının anahtarını yutan karakterler gibi, ancak cerrahi müdahaleyle ("uzman" yorumları okunarak vb.) açılabilen romanlar. Fakat bu iki örneğe de mesafeli değilim. Bir eserin mutlaka "kendi üzerine konuşturmak" gibi bir misyonu olmaz. Bu noktada eserin kendi konuşmasının bize ne yaptığını (verdiği haz, yarattığı kafa karışıklığı...) önemseriz ve zaten o gevezeliği de bu yüzden arzularız.
Image result for V.S. Naipaul - Taklitçiler
Fakat bir de kötü dili, yabancılanan karakterleri, kaba kurgusuyla gevezelik yapanlar vardır ki otobüs yolculuğunda vasat zekalı olduğu ilk dakikada anlaşılan koltuk arkadaşının muhabbetiyle kitlemesine benzer bir etki yaratır. Buna en çok "kocaman" laflar etmeye soyunan kitaplarda rastlıyorum. Taklitçiler bunlardan biri: Google'layınca ilk çıkan bilgilerden biri "post-kolonyal kurmaca" türünde olduğu. Konu, buna paralel, iddialı: Bir üçüncü dünya ülkesi politikacısının başarısızlığa uzanan öyküsü. Yazar: Nobelli. Sonuç? Facia.

Berbat bir anlatımı olan bu romanda dili suçlamayacağım. Çünkü "profesyonel bir siyasetçinin otobiyografisi" olma iddiasındaki bir roman yabancılaşmış bir dili tercih etmiş olabilir. Sorun -bence- basit: Yazarın perspektif seçimi. Yazarımız "siyasetçi" denen şeyin ne olduğunu herhangi bir okurdan daha iyi bilmiyor ve üstelik onu yanlış yerde arıyor. Siyasetçiyi birinci ağızdan anlatıyor Taklitçiler. Bu yüzden ne toplumun değişik kesimlerinin birbirinden farklı hikayelerinde yankı buluyor hikaye, ne bir fanatik taraftarın gözünden psikolojiye göz kırpıyor, ne bir rakip siyasetçiyle karşılaştırmalı ilerleyebiliyor. Siyasetçilik -özellikle de üçüncü dünyada- bir tür modern peygamberlik olduğundan bu anlatının yoğun duygulanımlı kurulması gerekiyor. Siyaset her nerede yapılırsa yapılsın yalan, tutku, kan, öfke, gözyaşı, zafer, trajedi istiyor. Luxemburg siyaseti bile muhtemelen Naipaul'un dünyasından daha renkli geçiyordur. Ne seçim zaferi kutlu, ne mağlubiyetin hezimeti ağır, ne zenginliğe karşı bir tavrı var yazarın, ne düştüğü yerde çektiği çileye.

Fazlasıyla spesifik, genelleme yapmaya imkan vermeyecek derecede tekil bir portre seçiyorsun. Kabul. Öyleyse bu kişiliği bu kadar kötü hikaye seçimleriyle geliştirmek neden? Kötü siyasetçiliği derhal ve behemehal çocuklukta, bilhassa baba figüründe arama kolaycılığına ne demeli? Ya kolonyal güçle sömürge siyasetçisi arasındaki çatışmayı kolonyal kadınlarla ilişkide kurmak? Eh, madem bu kadar basit eğretilemelere yönelecektin, yarattığın karakter neden bu kadar fazla spesifik?

Ayrıca Sims oyunundan ekran görüntüsü alınarak elde edilmiş gibi duran Türkiye yayıncılık tarihinin en kötü kapağı için İletişim Yayınlarını kutluyorum. Şaka değil. Bu kadar boktan bir kitaba böyle bir kapak yakışırdı.

1 Ekim 2018 Pazartesi

İnci Gibi Dişler - Zadie Smith

İnci Gibi Dişler - Zadie SmithEdebiyatın uluslararası dinamiklerine hakim değilim. Goncourt ödülünü kim almış, Booker'ın kısa listesine kimler girmiş umrumda olmaz. Zaten anti-emperyalizm içimize işlemiş, İngilizce edebiyata karşı önyargılarımı enerjiye çevirsem Manş denizini yüzerek geçerim. Bu nedenledir ki "İlk 80 sayfasını yayıncıya götürdüğünde 250.000 pound avans almış" efsanesiyle birlikte yürüyen İnci Gibi Dişler'i yıllarca okumadım. Bir ara kitap satış sitesinin birinde bedava kargo limitini aşmak için sepete atmış bulunduğum bu zavallı romanı kitaplığın rafında devlet hastanesine randevusuz gelmiş hasta gibi kıvrandıra kıvrandıra bekletmekten özel bir keyif alır gibiydim. Ne zaman ki kağıt sektörü yayınevlerini vurdu, "Neden bir tekme de ben atmayayım ki" düşüncesi sol kulağıma tatlı tatlı üflemeye başladı. Yeni kitap alacağıma, bu ve benzeri kitaplara 90+2'de şans verilen altyapı oyuncusu muamelesi yapmaya karar verdim. "Kesinlikle as kadromda değilsin ama neden maç başına primini cukkalamayasın?"
Ve sürpriz: Maçın kaderini değiştiren gol Genç Semih'ten geldi. Okumadığıma pişman oldum. Hiç ummadığım anlarda edebiyat anlayışıma bu kadar uyan romanlarla karşılaşınca öylesine yazıldığım bir dil kursunda hayat boyu sürecek bir dostluğa adım atmış hissediyorum. "Edebiyat anlayışım" dediğim de bir şey olsa keşke: Klişelere kaçmadan biteviye hikayeler anlatan bir edebiyat istiyorum ben. Dili umrumda değil. İsterse teknik meknik de olmasın, bam bam bam bam. İhsan Oktay Anar ya da Gabriel Garcia Marquez ya da Italo Calvino stili olsun, çok da fark etmiyor. Doyumsuz tasvirler, psikolojik tahlillerde gözüm yok. Dünya üzerinde bugüne değin YÜZ ON MİLYAR insanın yaşadığı hesaplanıyor. Bu insanların, çok erken yaşta vefat edenleri istisna sayalım, tecrübe ettiği eşsiz anıların sayısının kaç trilyon olduğunu varın siz hesaplayın. Hal böyleyken "ilhamını edebiyattan alan edebiyat" kadar midemi bulandıran bir şey yok. Yaldızlı kabızlık.

İnci Gibi Dişler, hikaye anlatmak için ideal bir coğrafyada; emperyal bir geçmişe sahip (Türkiye gibi) , halen geniş çapta göç alan (Türkiye gibi değil), ve çokkültürlülüğün üzerinde baskı hissedilmeyen (Türkiye gibi hiç değil) bir ülkede, İngiltere'de geçiyor. Böylece yaratıcı hikayeler ortaya çıkarmak da kolay oluyor tabii [1]: Bir Hintli ve bir İngiliz'i asker arkadaşı yapıp Yunanistan cephesine gönderebiliyorsunuz vesaire... Emperyalizme, melez kimliklere, hayatta kalma stratejilerine, radikal İslamın yükselişine ve daha bin türlü başka konuya dair hikaye tohumları ekebileceğin bu verimli toprağı kullan kullanabildiğin kadar.

Romanın en güzel yanı genç işi olduğunu amatörlüğüyle değil, enerjisiyle göstermesi. Alaycı, yüksek tempolu, hesapsız, derin sulara bazen hazine, bazen de kum çıkarmak için dalacak kadar başına buyruk bir kitap bu. Yalnızca sonu yok mu, ah o sonu! "Büyük roman bitemeyişi" diye bir fenomen var: Ani, çarpıcı bir "roman finali" uğruna karakterlerin kişisel maceralarının havada bırakılması şeklinde tezahür ediyor. Romana yavaş yavaş yavaş yavaş sızan onlarca karakter varken, öyle ki 500. sayfada bile önemli bir karakterle tanışılabiliyorken, bu kadar çok karakterden oluşan Gordion düğümünü İskender'in kılıcıyla kesme işi ne yazık ki olmamış, olmuyor, olmayacak.

En ama en ama en en büyük sorunsa maalesef çeviri. İngilizcenin Cockney aksanının Türkçeye başarıyla çevrilmesi kolay olmasa gerek, bunu falan anlıyorum. Fakat karakterlerden birinin fan-fucking-tastic çığlığını fan-sikindirik-tastik diye çevirmek nasıl bir şey Allah aşkına? Veya will you fucking eat gibi bir sorunun onu kahrolası yiyecek misin diye çevrilebileceğine gerçekten emin miyiz? Orijinal adı White Teeth olan bir kitabı "İnci Gibi Dişler" olarak yayımlama cesaretinin aynısı, iş fucking'i çevirmeye gelince neden kahrolası gösterilemiyor? Vonnegut'un Mezbaha No. 5'inde so it goes ifadesini hadi geçmiş olsun diye çeviren ellerin kıymetini daha iyi anladım. Yahu kırk yıllık what goes around comes around olmuş size dönüp giden döner gelir diyorum size, ötesi var mı?

[1]: Fakat tabii ki bu zemin her zaman yoktu, böyle romanlar "yüksek kültür" mitinin yıkılmasıyla işçi-göçmen vb. kültürlerine açılan alan sayesinde yazılabilir oldu. Bu yüzden belki de bir "Stuart Hall sonrası roman" etiketiyle anmak gerekir bu kitabı.

17 Eylül 2018 Pazartesi

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana - Yaşar Kemal

Yaşar Kemal pre-modern bir edebiyatçıdır, desem -bu cümlenin derdimi ifade etmekte ne kadar başarılı olduğu tartışması bir yana- sanırım herkes ne kast ettiğimi anlar, çünkü alelade bir gerçekten bahsediyorumdur. Yaşar Kemal pre-moderndir çünkü her şeyden önce modernite öncesi geleneksel kurumların (din, aile vb.) gücünü koruduğu kırsalın yazarıdır. Evet siyasal açıdan elbette moderndir, kırsaldaki hayatı idealize eden, gerici bir tutumu yoktur, sınıfsal olarak taraf tutar. Fakat edebi anlatım tekniğiyle sunulan sınıfsal analiz dokümanları kataloğu olarak tanımlanabilecek "köy romanı" kategorisine sokulamayacak şekilde kırın yalnızca sınıfsal ilişkileriyle ilgilenmekle de kalmaz. Hatta tam tersine, sınıfsal analizin insanı rasyonel bir tarihsel ilerleyiş zeminine oturtma çabasına kıyasla Yaşar Kemal, kırsaldaki binlerce yıllık kültürel birikimi insan denen canlıya dair bir arşiv olarak kullanarak rasyonalitenin ötesini araştırır. Daha açık ifade edersem, insanın maddi gerçekliği anlamlandırma sürecinde uydurma, çarpıtma, abartı vs tekniklere sık sık başvurmasından hareketle insan zihninin çalışma prensibi içerisinde mitlerin ne kadar önemli bir bileşen olduğunu gösterir ve böylece mitsel düşünceyi feodal toplum yapısı içerisinde "hakim sınıfın ideolojik hegemonyasının bir ürünü" olarak gören ve insan-doğa ilişkisini gerçekçi zemine oturtan toplumlarda bunun geride kalacağını öne süren (buna kapitalizm de dahildir ki bu yüzden Aydınlanma el üstünde tutulur) klasik Marksizmden ayrılır. Ona göre insan sınıfsal ilişkilerden bağımsız olarak tam da bu mitlerle yaşayan varlıktır ve "bilimsel" bir sınıf analizi de insanın bu şekilde kabul edilmesiyle başlamalıdır. 
Image result for fırat suyu kan akıyor baksanaBuna karşı verilecek hızlı ve yüzeysel tepkinin nasıl olacağını öngörmek mümkün: Batı toplumları başta olmak üzere kapitalizmin geliştiği yerlerde dini inançlar, hurafeler vs. gerilemiştir. Fakat yine aynı toplumlardaki yoga başta olmak üzere spiritüalizm sevdası, olmadı scientology ve benzeri new age tarikatlar, Madonna (ki adındaki sembolizmi ayrıca vurgulamak lazım) gibi pop ikonları, Brigitte Bardot gibi seks ilaheleri, "Lombardo duvarda bozuk para saydırıyormuş" menkıbeleri, bunların halo etkileri (kıçıkırık instagram ünlülerinin bile influencer'lık iddiasında bulunmaları) pek de rasyonal düşünceyle açıklanabilecek gibi de değildir sanki... 


Tabii Yaşar Kemal'in "Halk mitlerle yaşar ve halkı anlatmak onları o düş dünyalarının içinde anlatmaktır" gibi salt gerçekçi bir kaygıyla hareket ettiğini de düşünmüyorum. Kanımca sanatla iştigal etmekten de ileri gelen bir bakış açısıyla -mesleki deformasyon diyorlar buna şimdilerde- Yaşar Kemal'in normatif bir tavrının da olduğunu, yani "İnsan mitlerle yaşar"ın ötesinde "İnsan mitlerle yaşamalıdır" diye de düşündüğünü zannediyorum. İnsanlar geceleyin gökyüzünde akan bir ateş topu gördüklerinde birbirlerine "Bak bir gökcismi atmosferimize girdi ve sürtünmenin etkisiyle alev aldı," demek yerine -yalan olduğunu bilseler de- "Yıldız kaydı, hadi dilek tutalım," desinler;  dünyanın tatsız tuzsuz yalın gerçekliğine azıcık baharat katsınlar istiyor Yaşar Kemal. Kendi sanatını da bu nedenle araçsallaştırmıyor, Anadolu'ya yeni mitler katmak için bir adım öne çıkmıyor mu?  "Beni okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun, insan sömürüsüne karşı çıksın," diyerek bu "işlevsel mit" icadını dile getirmiyor mu?


Fakat bu noktada Yaşar Kemal'in edebiyatında gerilimli, çelişkili bir durum ortaya çıkıyor: Neyi mitleştirip, neyi çıplak gerçekliği içinde göstereceksin? Aşırı "kör parmağım gözüne" bir örnek olacak ama söz gelimi yoksulluğu gösterecek misin, yoksa ideolojik araçlar vasıtasıyla başka bir mit evrenine sokulmuş, onca yoksulluğun içinde "Dünya lideri olduk, hastaneler pırıl pırıl, Almanya bizi kıskanıyor" hülyalarına dalmış insanların sınıf mücadelesini gölgeleyen gerçekliğini kabul mu edeceksin? Böyle sorunca kolay oldu değil mi? Elbette sol bir yazar için ilki geçerli olacak. Mite karşı mit. Madem ki roman bir araç, çelişkileri örten yalana karşı çelişkiyi körükleyen yalan. 

Ama konu gri alanlara kaydığında konu tartışmalı bir hâl alıyor. Yaşar Kemal feodal hiyerarşiyi mutlaka olumsuz bir konuma yerleştirmiyor. Örneğin ilk romanı İnce Memed'de düşman karakter olarak köy ağasını görürüz evet, fakat aynı zamanda İnce Memed'in katıldığı ilk çetenin çadırında ziyaret ettiği Yörük aşiret lideri babacan biridir. Çete lideri ona zulmederken, okur aşiret lideriyle duygudaşlık kurar. Evet, bütün çeteler iyi değildir. Evet, bütün aşiret liderleri de kötü karakterlere sahip olmak, Erol Taş gibi kahkaha atarak tavuk yemek zorunda değildir. Hatta aristokratik soyağaçlarına bakıldığında sıradan insanların gösterdikleri kahramanlıklardan ötürü bu unvanların onlara bahşedildiği, "Kahramanın oğlu da kahraman kanı taşır" düşüncesiyle de o soydan gelenlerin de aristokratik tabakada kalıcılaştığı tarihsel olarak bilinmektedir. Yani Yaşar Kemal'in - Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana'da Çeçen hanına, Arapların emirine yağdırdığı övgülerde bir gerçeklik payı vardır muhakkak. İyi ama, "çelişkiyi körükleyen yalan" silahımız ne olacak, neden toplumsal hiyerarşilerin üzerine mermi yağdırmıyoruz?

Lafı sonunda Fırat Suyu...'na (bundan sonra "Fırat Suyu" deyip geçeceğim) bağlamayı başarmışken Yaşar Kemal üzerine genel konuşmadan çıkıp kitaba odaklanalım. Fakat yine mitlere ve "pre-modernliğe" bağlayarak. Yaşar Kemal'i pre-modern yapan bir başka unsur da dilin/metnin kendi kabuğuna geri çekilişini allayıp pullayan postmodernizmin ve modern romana içkin "iş bölümü yazarlığının" (yani "İstanbul'u en iyi anlatan romancı, kadın ruhundan anlayan romancı, queer teori yazarı, milli dirilişin yazarı...) dışında kalan; bütünsel bir felsefi doktrin çıkarılmaya müsait "kutsal metin" üreticiliğine soyunmasıdır. Yaşar Kemal okuyarak "Yaşarkemalist" olabilirsiniz ve emekten kadına, ekolojiden, milliyetçiliğe kadar pek çok konuda çıkarımlar yapabilirsiniz. Elbette bu yukarıda çizdiğimiz Marksist-kültüralist çerçeve içerisinde gerçekleşiyor, yani "modern" olduğu söylenebilir. Fakat "modern olan" bu şey Yaşar Kemal'in "beslendiği" kaynaktır, verdiği ürün değil. Verdiği ürünse, belirttiğim gibi, pre-modern dinsel anlatılara benziyor. İşte bir başka gerilim de burada yatıyor Yaşar Kemal'de - ve roman üzerinde konuşacak olursak Fırat Suyu'nda. Marksizmde emeğe, emekçiye ve "insani dünya"ya atfedilen değerin dinsel metinlerdeki içsel tutarlılık zorunluluğuyla çakışması Yaşar Kemal'i kendini tekrara sürüklüyor. O emeği, emekçiyi ve insani doğayı överken; mesleği gereği her gittiği düğünün gelin ve damadını sanki dünyanın en özel çifti onlarmış gibi pohpohlayan bir düğün emekçisi ya da nikah memuru hissi yaratıyor. Her kuşu, her çiçeği, denizin günün her saatindeki her tür halini, güneşin ve ayın her doğuşunu ve her batışını dünyanın en güzel manzarasıymış gibi övmek öyle zor bir iş ki koskoca Yaşar Kemal'in tasvir repertuvarı bile yetersiz kalıyor. 

Gerçekten de her bal arısı renk renk ipilemek, mis gibi kokmak zorunda mıdır? Hayatı anlamlı kılan şeylerden biri de doğa korkusu, doğayla girilen mücadele, söz gelimi arı sokmasından sonra edilen küfür vs değil midir? Çirkinlikteki güzellik bu kadar kolay ihmal edilebilir mi, edilmeli mi? 

Benzer şekilde, Fırat Suyu'ndaki istisnasız bütün balıkçılar için "Buraların en iyi balıkçısı oydu," demeye getirmek neyin nesidir? Emek güzeldir evet ama, tam da bu yüzden beceriksiz bir balıkçının haybeye harcanan emeği de övülmeye değer değil midir? Beceriksizlik de insana dair bir detaydır, belki de en insani olanı; ne bileyim, dünyayı güzelleştiren şeylerden biri de komik beceriksizlik anları değil midir? Homeros destanlarında herkesin muhteşem savaşçılar olması gibi, bütün balıkçılar muhteşem olmak zorunda mıdır gerçekten? Yaşar Kemal'in dünyasında beceriksiz balıkçılara evrimsel olarak elenmek müstehak mıdır?

Bazen dünyalar tatlısı bir insan size kendi elleriyle yaptığı bir yiyeceği ikram ettiğinde ve hiç de güzel yapamamış olduğunda ne yaparız? O yiyecekten "emeğin lezzetini" alıp mest mi oluruz? Hayır, o yiyeceğin kötü olduğunu eşşek gibi biliriz (kendi kendimizi mitlerle kandırmayız), fakat emeğin kıymetini, yapana "Ellerine sağlık" demeyi, emekçinin gönlünü hoş tutmayı da biliriz. Hayat böyledir işte. Hangimizin saçını berbat kesen bir berberden sırf berber gariban bir insan olduğu için gıkını bile çıkaramadan teşekkür edip ayrıldığı, götüm gibi saç kesimiyle bir ay ortalıkta dolandığı olmamıştır ki? Hayat emekçinin iyi niyetiyle emeğinin niteliği arasındaki uyumsuzluk sayesinde daha da zenginleşmiyor mu?

İşte Yaşar Kemal'in bu tavrı ne yazık yeni bir Yaşar Kemal romanına başlarken ne okuyacağını önceden bilmek gibi bir dezavantajı beraberinde getiriyor. Bununla da kalmıyor, hayatın realitesiyle başka bir problemli ilişkiye işaret ediyor. Çocukları ne yaparsa yapsın öven, onlara kusursuz varlıklar gibi davranan, halının ortasına sıçsalar bile "Bak babası bak biz halıya ne kadar muhteşem sıçtık," diye övmek zorunda hisseden ebeveynler nasıl bomboş bir özgüvenle çıktığı yaşam sahnesinde gerçekliğin duvarına çarpan sorunlu çocuklar yetiştirerek o çocuklara en büyük kötülüğü yapıyorsa, emek ve emekçi dostlarının bu "mükemmel emekçi" tiplemelerinin de emekçiye faydadan çok zararı vardır sanıyorum.

Bu nedenden ötürü olacak, büyük umutlarla başladığım bu "ustalık eseri" bende yalnızca bir tekrar duygusu uyandırdı. Mimar Sinan'ın İstanbul'daki eserlerini gördükten sonra Edirne'ye Selimiye Camiine gidenler de bilirler bu hissi.

***

Bunun dışında beklediğim tadı alamamama sebep olan başka unsurlar da var.

1) Adadaki karşılaşma anının aşırı uzun tutulması gerçekten yorucu. "Vasili de kedi de acıkmıştı. Balığa çıktılar. Vasili balığın bol olduğu yeri çok iyi bilirdi. Üç tane kocaman balık tuttu. Birini kediye verdi. Topladığı kuru dallarla ateş yakıp ikisini de kendi pişirip yedi. Sabah kalktı. Vasili de kedi de acıkmıştı..." döngüsüne sanırım kırk-elli kez giriyor kitap. Kitabın ortalarında çok kez ara vermeme sebep oldu bu.

2) Yaşar Kemal'in Toroslar hakkındaki ansiklopedik bilgisi Yunan adalarının kültürü için geçerli değil. Bir kere 1920'lerde Yunanlar şöyle dursun, Anadolu'da bile çay içilmezdi (Kürtleri bilmiyorum, belki İran'dan o zamanlar da çay geliyordur.) Yunanlar, şimdi de çay içmezler. Bu nedenle her sabah kahvaltıda çay tasvirine biraz kuruldum. Ha keza Yunanları iyi tanımamanın en önemli nişanelerinden biri: Yunan halk dansı denince akla "sirtaki" gelmesi. Yunan'ı da beni de çıldırtan bir hatadır, Yaşar Kemal nasıl düşmüş bilemedim. "Sirtaki" kitapta yalnızca bir yerde geçiyor, ama o "bütün halk kültürlerine hakim Yaşar Kemal" imajına gözümde bir çentik atmaya yetti.

10 Eylül 2018 Pazartesi

Sadık Hidayet - Alacakaranlık

Yani, gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadık Hidayet'in Kör Baykuş'unu okumayanın dayak yediği dönemlerde Allah yüzüme bakmış ki direnmişim. Edebiyatta öyle ya da böyle uluslararası isim yapmış bir kişinin bu kadar kötü öyküler yazacağını kim tahmin edebilir? Bir tek Sabahattin Ali'nin Atsız dönemi öyküleri -ki bu öyküleri ne kadar kötü bulduğunu kendisi de söyler- beni bu kadar şaşırtmıştı. 

YKY baskısının arka kapağında öykülerin "... bugün bile Doğu toplumlarında güncelliğini koruyan dayak, çokeşlilik, sevgisizlik, vefasızlık, kötü arkadaş, hurafeler, sıtma ve esrar bağımlılığı gibi konuları" ele aldığı söylenmiş. "İki satırlık arka kapak yazısı," deyip geçmeyin, bu kitap hakkında "ilgili çekici bir şeyler" yazma görevini bana verseler ben de bu kadar saçmalardım. Öykünün birinde bir çocuğun sıtmalı, bir kötü adamın esrarkeş olması bu konunun ele alındığı anlamına gelmiyor tabii ama ne yapabilirsiniz ki?

İçindeki öykülerden yalnızca biri, Kocasını Arayan Kadın adlı öyküsü yoksul köylü dünyasının tasviri açısından edebi olarak sınıfı geçer (o da hocasından dayak yiye yiye), ama Yaşar Kemal'in Bebek öyküsünü okuduysanız Hidayet'inkinin yüzüne tükürmezsiniz.

Kimse okumasın, okuyan birini görürseniz de eline pat diye vurun. Hızır'la Musa kıssasında olduğu gibi hayrı sonradan ortaya çıkar.


Image result for sadık hidayet alacakaranlık