22 Ekim 2018 Pazartesi

V.S. Naipaul - Taklitçiler

Bazı kitaplar ve bazı filmler vesaire, arkalarından söyleyecek hiçbir şey bırakmıyorlar. Birkaç kişi sinemaya gidiyorsunuz veya "Şu kitabı bir okuyalım, tartışalım," diyorsunuz, bu ortak tecrübe beklenmedik bir biçimde "İyiydi"-"Beğenmedim"-"Niye ya iyi değil miydi?" kabilinden, asla gelişip derinleşemeyen, kısır diyaloglarla sonuçlanıyor. Elbette bunların başında popüler ürünler geliyor, onları saymaya bile gerek yok. Tarantino'nun son filminden çıkıp Anglosakson ampirizmine kadar uzanan bir tartışmalar silsilesinin içine girmek fazla zorlama olurdu. 

Böylesi anaakım örnekler bir yana bırakılırsa, bu türden "konuşturmayan" eserler genelde ironik bir şekilde "geveze" eserlerin arasından çıkar. Birbirlerine yalnızca olay örgüsü bağlamında eklemlenen, anlam düzleminde bir bütünselliğe varmayan çok çok fazla sayıda mikro hikayeden oluşan romanlar örneğin. Veya çok yoğun bir sembolizmi çok kapalı bir anlatının içine yerleştirip açacak ipucu vermeyen, çizgi filmlerde kilitlediği kapının anahtarını yutan karakterler gibi, ancak cerrahi müdahaleyle ("uzman" yorumları okunarak vb.) açılabilen romanlar. Fakat bu iki örneğe de mesafeli değilim. Bir eserin mutlaka "kendi üzerine konuşturmak" gibi bir misyonu olmaz. Bu noktada eserin kendi konuşmasının bize ne yaptığını (verdiği haz, yarattığı kafa karışıklığı...) önemseriz ve zaten o gevezeliği de bu yüzden arzularız.
Image result for V.S. Naipaul - Taklitçiler
Fakat bir de kötü dili, yabancılanan karakterleri, kaba kurgusuyla gevezelik yapanlar vardır ki otobüs yolculuğunda vasat zekalı olduğu ilk dakikada anlaşılan koltuk arkadaşının muhabbetiyle kitlemesine benzer bir etki yaratır. Buna en çok "kocaman" laflar etmeye soyunan kitaplarda rastlıyorum. Taklitçiler bunlardan biri: Google'layınca ilk çıkan bilgilerden biri "post-kolonyal kurmaca" türünde olduğu. Konu, buna paralel, iddialı: Bir üçüncü dünya ülkesi politikacısının başarısızlığa uzanan öyküsü. Yazar: Nobelli. Sonuç? Facia.

Berbat bir anlatımı olan bu romanda dili suçlamayacağım. Çünkü "profesyonel bir siyasetçinin otobiyografisi" olma iddiasındaki bir roman yabancılaşmış bir dili tercih etmiş olabilir. Sorun -bence- basit: Yazarın perspektif seçimi. Yazarımız "siyasetçi" denen şeyin ne olduğunu herhangi bir okurdan daha iyi bilmiyor ve üstelik onu yanlış yerde arıyor. Siyasetçiyi birinci ağızdan anlatıyor Taklitçiler. Bu yüzden ne toplumun değişik kesimlerinin birbirinden farklı hikayelerinde yankı buluyor hikaye, ne bir fanatik taraftarın gözünden psikolojiye göz kırpıyor, ne bir rakip siyasetçiyle karşılaştırmalı ilerleyebiliyor. Siyasetçilik -özellikle de üçüncü dünyada- bir tür modern peygamberlik olduğundan bu anlatının yoğun duygulanımlı kurulması gerekiyor. Siyaset her nerede yapılırsa yapılsın yalan, tutku, kan, öfke, gözyaşı, zafer, trajedi istiyor. Luxemburg siyaseti bile muhtemelen Naipaul'un dünyasından daha renkli geçiyordur. Ne seçim zaferi kutlu, ne mağlubiyetin hezimeti ağır, ne zenginliğe karşı bir tavrı var yazarın, ne düştüğü yerde çektiği çileye.

Fazlasıyla spesifik, genelleme yapmaya imkan vermeyecek derecede tekil bir portre seçiyorsun. Kabul. Öyleyse bu kişiliği bu kadar kötü hikaye seçimleriyle geliştirmek neden? Kötü siyasetçiliği derhal ve behemehal çocuklukta, bilhassa baba figüründe arama kolaycılığına ne demeli? Ya kolonyal güçle sömürge siyasetçisi arasındaki çatışmayı kolonyal kadınlarla ilişkide kurmak? Eh, madem bu kadar basit eğretilemelere yönelecektin, yarattığın karakter neden bu kadar fazla spesifik?

Ayrıca Sims oyunundan ekran görüntüsü alınarak elde edilmiş gibi duran Türkiye yayıncılık tarihinin en kötü kapağı için İletişim Yayınlarını kutluyorum. Şaka değil. Bu kadar boktan bir kitaba böyle bir kapak yakışırdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder