22 Ağustos 2017 Salı

Reha Mağden - Yazgıların Tableti

Birçokları gibi, benim de Murat Uyurkulak'ın Bazuka'daki hatırlatması neticesinde haberim oldu böyle bir kitabın varlığından. Peki "İyi ki de olmuş," diyebiliyor muyum? Hayır. Olduğuna yanıyor muyum? Ona da hayır. Bu ikinci "hayır"; kalburüstü, sürükleyici bir polisiyeyle hoşça vakit geçirdiğim için mi? Ona da hayır. Ya ne öyleyse?

Bilmiyorum. Bu kitap hakkında söyleyebileceğim uzun boylu laflarım yok. Polisiye türünün özel bir takipçisi değilim. Ancak okumuşluğum var. Türün kendi içinde çeşitli dönüşümler geçirdiğini, önceleri (Agatha Christie, Sherlock Holmes gibi) okura ipuçları ve şaşırtmacalarla bir tahmin ve zeka oyunu vadederken yavaş yavaş konseptin sınırlarını araştırmaya başladığını, en basitinden "suç" kavramını sorgulatmak gibi ikirciklikler içerecek şekilde altmetinlerle yoğunlaştırıldığını .... vesaire, biliyorum. Bu kitabı da bu minvalde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Çoğunluğu oldukça kısa öyküler zaten "Katil kim?" üzerinden ilerlemiyor. Daha çok "Neden?" sorusunun cevabını arıyor dedektif Murat Davman (ve mecburen okur). Cinayetlerin haklı olabileceğini ya da en azından haklı/haksız ayrımının zorlaştığı gri bölgelerde bulunabileceğini, cinayet sebeplerinin hayatın ne kadar da içinde olduğunu, hatta bazen cinayetlerin arka planının cinayetin bizzat kendisinden daha sıradışı olduğunu gösteren öyküler bunlar. Bu yönüyle güzel mi - güzel. Peki neden "Bu kitabı iyi ki de okumuşum," diyemiyorum?

Kitapta tek bir dedektif var: Murat Davman. Ve her öykünün katili ya da kurbanı: Yusuf. Hikayeler için "Hepsinin ortak yanı, bir'ilerinin, Yusuf'un kuyusu kadar derin iç dünyalarına nüfuz etme çabasından ibarettir,"diyor tanıtım yazısında. Peki böyle bir ortaklık var mı gerçekten? Yusuf'un kuyusu var mı, varsa boş mu, dolu mu? Bence bu soruların cevapları sırasıyla: "yok", "yok", "varsa boş". Bir sorun burada. 

İkinci sorun ise teknik. Öykülerin kısalığı her bir cinayeti sulandırmadan, arka plandaki duygusal ve anlamsal yoğunluğu hissettirmek için önemli bir unsur olmuş. Her cümlesi çok yoğun, söz israfından ustalıkla kaçınılmış öyküler bunlar. Fakat dezavantajı da yine burada saklı: Okurun ağzına okuduğunun polisiye olduğunu hatırlatmak için birkaç meraklandırıcı soruyla bir parmak bal çalınsa da bu soruların cevapları çoğunlukla hiç de tatmin edici olmuyor, okurun en çok cinayet(ler)in sebep(ler)inde tatmin olması, aradığı edebi hazzı burada bulması isteniyor. Sanki dedektifinden katiline, hatta yan karakterine varıncaya kadar herkes bir cinayet ihtimaline binaen konuşmalarını önceden hazırlamış, üstünden geçmiş, eşe dosta da okutup son halini vermiş gibi; doğallıktan payını almamış, alabildiğine irfan dolu hatta yer yer filozoflara taş çıkaracak mahiyette sözlerle konuşuyor.

Yine aynı nedenle durum, atmosfer, mekan, hatta dedektif dahil olmak üzere karakterler geliştirilmiyor, okuduğumuz onca öyküden sonra elimizde kahvesini konyak katarak içen, kafasını sarışın bir kadınla dağıtan stereotip ötesi bir dedektif kalıyor örneğin. Hiçbir karakterle empati kurulamıyor, hiçbir karaktere kızılamıyor. Oysa yazarın sanatlı bir konuşma yetisi olduğu yer yer kurduğu ustaca cümlelerden anlaşılıyor, tahayyül gücü kendini ördüğü cinayet ağlarında belli ediyor. Fakat tüm bunlar yüzünden, her biri ayrı ayrı romanlaşsa belki de tarihe geçecek metinler, öykü formunda adli kayıtların soğukluğunu alıyor.

NOT: Kitabın Edebi Şeyler yayınevinden çıkan birinci baskısını okudum. Onlarca imla hatasıyla dolu bu baskı da okuma kalitesini ciddi ölçüde düşürüyor. Konuyu kendilerine bildirdim ama sağ olsunlar hiçbir yanıt vermediler.

15 Ağustos 2017 Salı

Suat Derviş - Fosforlu Cevriye (Spoiler içerir)

Çok tanıdık melodramatik unsurlar barındırırken aynı zamanda türden çok tuhaf bir biçimde kopan bir roman Fosforlu Cevriye. Belki o günkü şartlarda yazılmasa yahut yazarı Suat Derviş olmasa, illegal çalışan civanmert bir devrimciyle tanışan düşkün bir kadının doğru yolu bulmasıyla son bulan "romantizmle sulandırılmış bir sosyalist hidayet romanı" olarak kalabilirmiş. Ancak romanın tefrika edildiği dönemin Derviş'in "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?" kitapçığını yazması nedeniyle de sıkıntılar yaşadığı 40'lı yıllar olmasıyla yazarın dehası birleşince; Suat Derviş'in uygulaması gereken otosansür bir tür oulipo etkisi yaratarak romanı büsbütün başka bir yola sokmuş.

Sanatta ve mizahta yasak biraz ters tepebiliyor malumunuz. Yine Fosforlu Cevriye'yle aynı dönemde Marko Paşa dergisi ve ardılları birbiri ardına kapatıldıkça nasıl "Merhum Paşa", "Malum Paşa" gelip bir öncekinin yerini aldıysa ve her yeni dergi hem kapatma yasağını fiilen delip hem de onunla bir de maytap geçmeyi başardıysa, hiçbir erkekle ikinci bir defa yatmayan bir kadını dürüstlüğü, iyiliği, kadirşinaslığı ile kendine aşık eden bir adamın "komünist" olduğunu söylemeyi yasaklamak da Suat Derviş'e engel olmak şöyle dursun onun elini kuvvetlendirmiş. 

Böylece, romandaki herkes gibi bir isimle ve/veya namıyla, lakabıyla, zanaatıyla anılabilecek olan "o", "o" olarak kalır. Ama komünist olduğu için insani bir şahsiyet edinemeyen "o", bu bahsedilemeyişiyle bir kutsiyet halesi edinir: öyle biridir ki "o", yeraltındaki tek "gerçekten iyi"dir. Tam da bu nedenle eroinden bir sene yatılan, katillere hafifletici sebepler bulunan hukuk düzeni içinde en suçlu odur, idam mahkumudur. Öldürülecek olan ("insanlığın günahlarının affı için kendini feda ettiği" de söylenebilir) "o", ama uğrunda ölünecek olan da yine "o"dur. Oralarda bir yerlerde gizli; keşfedilmeyi, tesadüf edilmeyi bekleyen bir maşuktur. "O"nun gözü yaşlı, çile çeken bir annesi vardır. babasından söz edilmez. 

"Cevriye, gün geçtikçe kalbinde [...] Allah'a ayırdığı yerin onun tarafından işgal edilmeye başladığını hissediyordu." (sf 155) 


Lafı çok uzatmaya gerek yok, "o", bir ahir zaman İsa'sıdır. Zaten hem Allah'a hem Panaya'ya dua edilen kozmopolit İstanbul; tam gazinoda şarkı söyleyeceği anda güzelim sesini kaybeden hafızların, veya bir ananın ahını aldığı için iki büklüm kalan güzeller güzeli Ermeni şarkıcıların hikayelerinin iç içe geçtiği "dinlerüstü bir mistisizm"in İstanbul'udur. Kitabın ona adını veren şarkıyla kurduğu ilişki de gizemli, tuhaftır. Romanda şarkı, Fosforlu'nun hikayesinin kehaneti gibidir. Özellikle romanın ikinci bölümünde kör udi "kız kolunda damga var"ı söylediğinde Fosforlu'nun bileklerini açarak damgalarını göstermesi, dini metinleri andırır. 

Kitabın sonunda fosforlu ölürken şarkının ikinci bölümünün eşzamanlı olarak söylenmesiyle şarkının kehanetsel niteliğini; ya da şimdi şu anda yaşanan hikayenin sanki daha önce de yaşanmış olduğunu, tuhaf bir hikayenin kendini tekrarlayıp durduğunu hissederiz. Öyleyse İsa ve Maria Magdalena'nın İstanbul'da yeniden zuhur etmesinde de pek bir gariplik olmamalıdır. Evet, Fosforlu da Magdalena'sıdır İsa'nın. Fosforlu Sümbül Dudu'nun deyişiyle namusludur, iffetlidir zaten, yalnızca ismetsizdir. Kazancakis'in Yeniden Çarmına Gerilen İsa'sında şöyle der Magdalena: "Bir erkeği unutabilmem, kendimi kurtarabilmem için, vücudumu bütün erkeklere teslim ettim!" (sf 113). Bahsettiği erkek İsa'dır tabii ki. Denebilir ki Fosforlu da, kendi İsa'sını bulana kadar "ismetsizlik" yapmaya mecbur kalmıştır. Romanda İsa'nın öyküsünü hatırlatan başka unsurlara da rastlanır. Havarilerin sayısı gözardı edilirse, son akşam yemeğinin yendiği bile söylenebilir. Cevriye adeta yerden bitmiş veya yıldızlardan düşmüştür, "o"nun ise ne başını biliriz ne sonunu. hem belki Cevriye'nin denize "karışmasından" sonra yeni bir yıldız, yeni bir Cevriye olarak dünyaya yeniden düşecek, yine kendi İsa'sını bulacaktır. sanki İsa ve Magdalena arasındaki aşk; cennetin yeryüzüne ineceği "o gün" gelene kadar sokak kadınlarının da idam mahkumu devrimcilerin de hiç bitmeyeceği kozmopolit şehirlerde tekrar tekrar yaşanacaktır. 

Romantizmle sulandırılmış bir sosyalist hidayet romanı olarak kalabilecek bir metin, Marksist ve kozmopolit bir tasavvufi aşk romanına işte böyle dönüşmüştür.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Thomas Korovinis - Fahişe Çika ve Kostas Tahçis - Artakalan

Üzerinde uzun uzadıya konuşulacak bir kitap değil bu. Ama mutlaka okunmalı.

Kurmaca değil, kuram değil. Bir insancığın teybe kaydedilmiş öz yaşam öyküsünün metin formunda sunumu. Onu özel kılan, Birinci Dünya Savaşı'nun hemen öncesinde  dünyaya gelen ve küçük yaşta İstanbul'a gelip kalan Giresunlu bir Rum kızının 80 yılı. 

Genelde bu tür azınlık anlatılarına işlevsel bakılır, sözlü tarih belgesi niteliği taşıması doğrultusunda değer atfedilir ya da edilmez. Mübadeleyi, varlık vergisini, 6-7 Eylül'ü nasıl anlatıyor vb... Sıradan insanların tanıklıkları elbette önemlidir. Filler tepişirken her çimen aynı kaderi yaşamaz ve her birinin özgül deneyimi idrakimizi zenginleştirir, kimi önkabullerimizi sorgulatır ya da haklı çıkarır vesaire. Fakat bu tarihsel momentlere verilen ağırlık nedeniyle, sanki o anlar olmasa bu insanların yaşamamış gibidir de öte yandan. "Kurban" olarak adeta fetişleştirilen aynı öznelerin gündelik pratikleri hatta "kahraman" oldukları vakalar silikleşir (sözgelimi Anadolu Rumlarının yaşadığı her trajedi solda adeta saat saat bilinir de Türkiye sol hareketinin oluşumundaki rolleri hakkında ancak meraklısı bilgi sahibidir, gibi).

Fahişe Çika'ya dönersek, o bir kahraman değil, o da kurban. Fakat neyin, kimin kurbanı? Biraz babasının, biraz devletin, biraz patriyarkanın, biraz kaderinin biraz da kendi iradi seçimlerinin. Kitabı "özel" kılan bir şey varsa o da bu kısmı: Gerçek bir anlatı, ve bu yüzden hem çok çeşitli ideolojik çıkarımlara müsait, hem de bunların her birini reel dünya deneyimiyle sınayıp yetersizliğini gösteren muhtevaya sahip.

Fahişe Çika 72 sayfa. 1 günlük bir okuma. Okumamanın bahanesi yok.

*****

Kostas Tahçis'in yarı-otobiyografik Artakalan'ı ise gerçekten de arta kalması gereken berbat bir kitap. Eşcinsel yazarın cinsel kimliğini keşif ve yaşayış sürecini, elbette farklı öykülerle de birlikte okuduğumuz bir kitap bu. Fakat öyle yavan, öyle mesafeli, öyle "hikayesiz" ki...

Bir de yukarıdaki özyaşam öyküsüyle kıyaslayın. Bir yanda hayatın sillesini yemiş, anlatı tekniği üzerine muhtemelen hiçbir eğitimi olmadığı gibi bunun için geçerli bir sebebi de olmayan, içini döken biri. Diğer taraftaysa kendine "yazar" diyen, bir öyküsünde bir başka öyküsündeki edebi müdahalesinden (çok da ustaca bir şeymiş gibi) utanmadan bahsedebilen bir yeteneksiz.

İnanın bana, bu kitabın tek bir sayfasında bile edebi hiçbir şey bulamayacaksınız. Kimse boşuna okumasın.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Ayfer Tunç - Mağara Arkadaşları (Spoiler içerir)

Ayfer Tunç'la tanışıklığım Aziz Bey Hadisesi kitabından ibaretti. Dolayısıyla romancılığına dair bir fikrim yok. Öykücülüğü hakkındaki fikirlerim ise ufak ufak netleşiyor. Aziz Bey Hadisesi'ni okuyalı altı yıl kadar oluyor. O dönem notlar alarak okuyan biri olmadığım için o kitap hakkında uzun boylu laflar edemeyeceğim. Yalnız bende bıraktığı çok güçlü bir etki var ki -ne okusam bilemediğim zamanlarda Ayfer Tunç'u kalıcı bir seçenek kılan şey de budur- o da Ayfer Tunç'un erkek psikolojisi ve bu psikolojiye uygun dünyalar yaratmaktaki başarısı. Bu başarı çok kolay düşülebilecek olumsuz (eril/maço) stereotipleri ya da verili toplumsal bellekte yer alan bildik arketipleri (şiirsel konuşan evsiz şarapçı vb.) birazcık elden geçirip yeni bir kıyafete büründürme tuzağından ustaca kaçınarak özgün iç dünyalar kurgulayabilmesinden ileri geliyor. 

Bunlardan Aziz Bey Hadisesi'ni değil, onun beni neden Mağara Arkadaşları'na yönlendirdiğini ve dolayısıyla bu kitaptan nasıl bir beklentim olduğunu anlatmak için bahsettim. Aziz Bey Hadisesi'nden bir önceki kitabı olan Mağara Arkadaşları'nda ise bu beklentiyi karşılamanın işaretleri var, kendisi değil. Bütün öyküleri birbirine bağlayan "erkeklik" gibi bir tema yok her şeyden önce. İlk dört öykü belirgin bir biçimde modernitenin temel sembollerinden olan "apartman" yaşantısı etrafında örülü olsa da (ki yazıya iliştirdiğim Can Yayınları 3. baskısının kapak da buna işaret ediyor), sonrasında bu çizgiden net biçimde ayrılan öykülerle de karşılaşıyoruz. Bundan başka öne çıkan bir yatay eksen de olmadığına göre, bu kitaba Ayfer Tunç'un belirli bir dönemde yazdığı (yazar ve yayınevi tarafından) kalburüstü (bulunduğu anlaşılan) öykülerin derlemesi diyebiliriz.

Bu dağınık bileşime yönelik görüşlerimi de bu nedenle dağınık biçimde vermemde sanırım bir sakınca yok. 

  • Gençlik Sabah Çiyidir, Küçük Kuyu ve Siz ve Şakalarınız öykülerinde üzerlerine konuşulacak bir şey göremiyorum. 
  • Ses Tutsağı en azından ilginç, edebi hazzı düşük olsa da. "Şahidi olunan bir hayatın sorumluluğunu alma sorunu" diyebileceğimiz, özellikle de sanatçıları ("Afrikalı aç çocuğun fotoğrafını çeken adam" hikayesini hepimiz biliriz) ve sosyal bilimcileri çok yakından ilgilendiren bir konu hakkında olduğundan önemli. Önemli, fakat neden çarpıcı değil? Öykünün finalindeki korkaklık, nesnesiyle birlikte ölen öznenin bu gerçekliği bir öyküleme müdahalesiyle kırarak kaçışı yüzünden olduğu çok açık değil mi? Bu çok önemli noktaya geri döneceğim.
  • Cinnet Bahçesi ise hem bir hikayesi olduğu için hem de işlerliği kanıtlanmış bir anlatı şablonuna göre hazırlandığı için okunurluğu çok yüksek bir öykü. Fakat Aziz Bey Hadisesi'ne daha vakit var: Demem o ki yalnızca anlatı değil, karakterler de doldurulmuş şablonlar bu öyküde. Stereotipik bir eril erkek, stereotipik bir naif erkek, stereotipik bir meyhaneci... Bu nedenle bir sanat filminden çok, başarılı bir Marvel uyarlamasını andırıyor.
  • Ara Renkler Grubu tek bir başlığa sığdırılmış üç kısa erkek öyküsünden oluşuyor, ve bu da Aziz Bey Hadisesi'ne dair görüşlerimi pek de doğrulamayan bir toplam, söz konusu üç öykücükten yalnızca bir adedi çarpıcı olmayı başarabiliyor.

Geriye iki öykü kaldı. Mağara Arkadaşları ve Alafranga İhtiyar. Ve bu iki uzun öykü de kanımca üzerlerinde uzun uzun konuşmayı hak ediyor.

Yanlış Bir Alegori: Mağara Arkadaşları


Kitaba adını da veren Mağara Arkadaşları'nın ilk iki kelimesi "Ayyıldız Apartmanı", kör göze parmak: Köhnemiş, yıkımını bekleyen bu apartman hakkındaki öykü bir Türkiye alegorisi. Siyasal alegoriler zordur, çünkü yazarın ideolojik konumlanışını çok kolay ele verirler. Bu nedenle müthiş bir sistemik kavrayış gerektirir, sistemin çözümlenmesinde en ufak bir falso, alegoriyi de darmadağın eder.

Bu kapsamda öykünün 1994 tarihli olduğunu göz önünde bulunduralım. Madımak yakılalı iki, Uğur Mumcu öldürüleli bir yıl olmuş, belediye seçimlerine Refah Partisi damgasını vurmuş. Bugünkü adlandırmayla "Eski Türkiye", bir varoluş krizinde. 

Öyleyse mühim soru şu: bir yazar bu krizi nasıl resmeder? Yıkıma giden Türkiye'nin gerçekliği, sosyolojisi ayyaş bir yazar, hafifmeşrep bir kız ve bunak bir ihtiyar ile bunların altında ezilen Müslüman bir kapıcı üzerinden temsil edilen bir apartmanın söz konusu kapıcı marifetiyle intiharı mıdır? 

Öykünün 1994 tarihli oluşundan yola çıkmıştık, tam bu noktada o tarihe geri dönelim. 1994'e ve berisine değil, ilerisine bakalım. Gazi İsyanı'na bir yıl var. Kadıköy 1 Mayıs'ına, Susurluk olayına ve bunu müteakip gerçekleşen yaygın protestolara ise sadece iki yıl. Peki bu gerçeklik nerede? Patlama noktasına gelmiş Aleviler ya da Devlet-Mafya-Aşiret üçlüsünün üzerine yürümeye hazır milyonlar nerede?

Tüm bu sorulara verilen cevapsa yalnızca ve yalnızca yazarın kaçışı. Cevap apartmanın tam olarak da Türkiye'yi sembolize etmeyişi (kuruluş yılı 1923 değil vb.), etse bile ne de olsa patlamayacağı, hülasa bir Ses Tutsağı olan yazarın kendi kurmacasıyla kendini kandırışı.

Alafranga İhtiyar: Sahi Biz Batı'nın Nesini Aldık?

Kitabın en azından lisan zaviyesinden en ayrıksı öyküsü Alafranga İhtiyar. Şeklen bakıldığında bu öykü, yazarın istediği zaman eski dile de hakim olabildiğini gösterererek bir saygınlık uyandırıyor. Gerçi aynı yazarın Mağara Arkadaşları öyküsünde "umarsız" kelimesini "umursamaz" anlamında kullanabildiğini, Allah'ın şefaatinden bahsedebildiğini düşününce "saygınlık uyandırıyor" yerine "façayı toparlıyor" demek belki de daha doğru ya, konumuz bu değil. Öykü eski kelimelerin, hatta (yazarın araya girmesi gibi teknikler kullanarak, yer yer açıktan selam çakarak) bir bütün olarak eski romanların nostaljik hazzını veriyor vermesine, fakat ne yazık ki içerikte yine büyük bir duvara tosluyor.

Zira eğer okuduysanız, bu öykünün esasen Fatih Harbiye romanıyla diyaloğa girdiğini fark ediyorsunuz. Hani şu Fatih'teki mütedeyyin ve milli hayatla Harbiye'deki gayri milli ve ahlaksız hayatı kıyaslayan, bu mukayeseyi finalde Doğu-Batı musikisi alanına da taşıyarak bugünkü "Aslında biz Batı'dan üstünüz ama içimizdeki gayri milli unsurlar yüzünden..." zihniyetinin altyapısını içeren tezli Peyami Safa romanı.

Paralelliğe dönüp bakalım: Alafranga İhtiyar'ın olay örgüsü basit: Teknik okullu bir yazar adayı, takkeli makkeli bir dedenin klasik Batı müziği konserlerini takip edişini ilginç bulur, hikayesini merak eder, bir nevi hafiyelik neticesinde hikayeyi öğrenir: Meğer E(rzurum)lu dedemiz konservatuarda hademelik yapmıştır, başından karşılıksız bir aşk macerası geçmiştir (aşık olduğu konservatuvar öğrencisi ona değil; şan hocası olan, zarif, fakat çapkın ve yalancı Nedim Bey'e tutulmuştur), tüm bunlar olurken de Batı müziğine meftun olmuştur ("Müstahdem Hüseyinlikten musikişinas Ulviliğe terfi etmiştir"!!!).

Sonunda da şöyle diyor, Teknik Üniversiteli yazarımız: "Bazı geceler üçümüz oturup konuşuyoruz, batı musikisi ile ilim arasında bir rabıta olup olmadığını münakaşa ediyoruz. Benim şairane, pek kırılgan ve hassas ruhumu alaturka doyururken; Handan, alafranga musikinin adeta bir matematik teorisiyle yazılmış notalarında kendini buluyor."

Bu öykünün Fatih ve Harbiye'yi barıştırma çabası olduğu muhakkak. Barıştırmak tabii ki güzeldir, en azından naif bir arzudur. Fakat burada sorun şu ki, barıştırılmaya çalışılan mahalleler aslında bu dünyada yok, Peyami Safa'nın kafasındaki, var olmayan bir dünya orası. "Kötü Müslüman" diye bir şeyin olmadığı bir dünya, sözgelimi. Siz tutup bu kurguyu sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederseniz, Batı'nın teknik üstünlüğünün bir bütün olarak kültürlerinde içkinliğine, buna karşın Doğu'daki kalbin, hislerin, inceliğin de Batı'da olmadığına dair o üstünkörü kıyaslamanın yeniden üretimine işte böyle saplanıp kalır, çözüm olarak kendinizce bir melezlik önermek zorunda kalırsınız: "Keşke ülkeyi (aşık olunan kadını) Harbiyeli ahlaksızlara değil de Batı'yı layıkıyla anlamayı başarmış Fatihlilere (Erzurumlu) teslim etseydik" hayıflanmasına. Soralım o zaman: Bu "çözüm", "Batı'nın ahlaksızlığını aldık" demekten başka nedir? Peyami Safa'nın "Biz her yönümüzle üstünüz" hüsnükuruntusunun karşısına, üstelik elli-altmış yıl sonra verilecek cevap bu mu olmalıdır?

Velhasıl sevemedim ben bu öykü kitabını. Sevememekle de kalmadım, suçluyorum.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Sait Faik - Alemdağ'da Var Bir Yılan

Sait Faik yerli edebiyatımızın köşe taşlarından biri olarak bilinir; "Adalı" kimliği ve bu kimlikle de bağlantılı olarak bilhassa "insana dair sıcacık öykülerin yazarı" payesi ile özel bir konuma oturtulur. 

Benim şahsi tanışıklığım lise yıllarında Semaver kitabını okumamla başlamıştı. O okuma gençliğin heyecan, abartı, yoğunluk arayışı içerisinde benim için bir şey ifade etmemişti. İlginçtir ki Semaver yazarın ilk öykü kitabıydı, yıllar sonra dönüp seçtiğim Alemdağ'da Var Bir Yılan ise son öykü kitabı. Amatör bir okurun edebi kişiliğini oluşturma sürecinin başlarındaki bir yazarla tanışmasından yıllar sonra karşılaşıp  "- Ne çok değişmişsin yahu! -Valla ben de seni tanıyamadım" demesi gibi bir vaka bu.
Yalnızca bu kitap üzerinden Sait Faik'e dair edindiğim izlenimlerde sıradışı ya da tabuları yıkan bir durum söz konusu değil. Evet Sait Faik küçük insanların duygu dünyalarını anlatmakta gerçekten çok başarılı, tabiri caizse burası onun oyun alanı. Fakat bu küçük insanların yine küçük, gündelik yaşantılarına mercek tutmakta başarılıyken bunları toplumsal/siyasal düzenle ilişkilendirmeye çalıştığı anda tökezliyor. Rıza Milyon-Er ya da Bir Hastalık öyküleri bunun en güzel örnekleri. Bu öyküler milyonerliğin ya da profesyonel siyasetçiliğin bizzat kendisine eleştiri getirmek ya da bunları arzu etmenin çirkinliğinden dem vurmak yerine milyoner ya da milletvekili olma arzuları duyan küçük insanların başına gelen trajikomik olayları anlatıyor. Bu haliyle suya sabuna çok da dokunamayan, hatta "alışmadık götte don durmaz" demeye, yani küçük insanları böyle büyük meselelerden uzak kalmaya getiren öykülere benziyorlar. Kaldı ki Öyle Bir Hikaye ya da Sarmaşıklı Ev'deki usta işi anlatımdan eser barındırmayan, Marko Paşa gibi dönemin periyodik bir mizah dergisinde vakit geçirici hicivler olarak okunsun diye yazılmışçasına düz, basit, edebi olarak heyecanlandırmayan öyküler bunlar.

Fakat bunlar dışında Sait Faik'in "kendi sahasında" çok güçlü olduğunu kabul etmek gerek. Okuruyla sohbet eden öykülerinde öyle bir hakimiyeti var ki; bu anlatılarında sistematik olarak dağınık (zamanda sıçramalar, lafı değiştirmeler vb.) olmasına rağmen okuru ilk cümlede yakalayıp çok küçük fakat ustaca müdahalelerle son cümleye kadar adeta ağzının içine baktırıyor. Hani yoldan geçen tanımadığı birini çevirip, kolundan tutup tatlı tatlı konuşa konuşa, berikinin ağzını açmasına hiç fırsat vermemeyi de başararak dükkanına götürüp satış yapan usta bir bezirgan olabilirmiş diye düşünüyor insan Sait Faik için. Fakat bu bezirgan örneğinden devam edersek, tıpkı onlar kadar geveze, sözünü süzmeyen, çeşitli ikilemelere, görünür/görünmez parantezlere, kimi zaman işlerliği defalarca kanıtlanmış klişelere (nostaljik duygular, "büyük laflar eden bilge balıkçı karakter" vb.) başvurmaktan çekinmeyen bir yanı da var. (Bu klişeleşme ancak bugünden bakıldığında geçerlilik kazanan bir iddia olabilir tabii fakat bugünün okuru olarak Sait Faik öykülerini beğenip beğenmeme halimizi belirleyen de bu. Sait Faik'i "Bu öyküleri taa o zamanlar yazmış!" diye övmek başka, bu öykülerin zamana yenik düşmesi başka...)

Nihayetinde baktığımızda, Sait Faik okumanın okura kaybettiren bir tarafı yok. Kazandığımız ise hoşsohbet bir amcadan o günleri dinlemenin o dinlendirici tadı.