29 Ocak 2018 Pazartesi

Refik Halid Karay - Memleket Hikayeleri

AKP yüzünden imanımız gevredi, başımıza gelen şeylerin hiçbiri iyi olmadığı gibi, bazılarını hayal bile edemezdik. Fakat bana tek bir getirisi oldu: AKP, kemalist bürokrasi, cemaat, Kürt siyaseti, uluslararası aktörler vb. gibi unsurların dakika başı ittifak değiştirdiği on yılı aşkın süre boyunca siyasetin ne olduğunu öğrendim, hala da öğreniyorum. Bu alanda öğrendiğim(iz) önemli şeylerden biri de kaybeden entelektüelin düştüğü konumun benzersizliği. Birden fazla taraf arasında gerilmiş ipler üstünde cambazlık yaparken düşen entelektüelin hangi "mezarlığa" defnedileceği konusu, o kişinin fikri üretiminden bağımsız olarak, kazanan tarafın onu reddetme ve kaybeden tarafın onu sahiplenme stratejilerinin konusu haline geliyor. Söz gelimi Tanpınar: Abdülhamid düşmanı, 27 Mayıs destekçisi, İsmet Paşa hayranı, üstelik sağlam rakıcı Tanpınar; salt dil devrimine muhalefeti ve maneviyatçı felsefi altyapısı nedeniyle Kemalist aydın çerçevesi içinde ele alınmamış, muhafazakarlar tarafındansa sahiplenilmekte beis görülmemiş ve nihayet "Saatleri Ayarlama Enstitüsü => Modernizm eleştirisi" kısa devresi üzerinden düşünsel dünyasının üzeri gereğinden fazla tozla kaplanmış bir yazar. Dikkat edilirse günümüzde de "yerli ve milli ittifak" Kemal Tahir'den neredeyse bir tür Kadir Mısıroğlu yaratacak. 

İşte bu dinamiğin enteresan bir çeşidi de Refik Halid için geçerli sanırım. 1908 sonrasından Kurtuluş Savaşı'na uzanan dönemde İTC çizgisine muhalif konumlanışı onu Cumhuriyet döneminde yeni entelektüel merkezden dışlanan bir konuma itip öylece bırakmış görünüyor. Öte yandan muhafazakar da olmayışı dolayısıyla öteki tarafça da sahiplenilmeyince, affedilip yurda dönmese ve edebi açıdan başarılı olmasa neredeyse Prens Sabahattin gibi memleketin %99'u tarafından yaşayıp yaşamadığı dahi bilinmeyecek biri olarak unutulup gidecekmiş gibi görünüyor. 

Ben de Memleket Hikayeleri'ni bir sahafta bulup almasam, onu Mehmet Akif, Peyami Safa ekolünden bir başka tip sanmaya devam edecektim. Oysa kitabı okuyunca insan şaşırıp kalıyor. İçerik olarak sosyal mesajları oldukça güçlü, cesur, tavizsiz: Yatık Emine öyküsünün Yakup Kadri'nin Yaban'ını solda sıfır bırakan taşra eleştirelliği ne kadar kuvvetli örneğin! Veya 1909 tarihli Sus Payı (Hakk-ı Sükut): Yalnızca sınıf gerçekliğini göstermekle kalmıyor, sınıf içi bölünmeyi yaratan patron dostu katmanların oluşumunu merkezine alarak o dönem için çok çok büyük bir iş yapıyor.

Dönemin pek çok yazarı gibi kara kuru bir dili de yok Refik Halid'in, aksine Sabahattin Ali kadar, Tanpınar kadar usta olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Bunu şu yüzden söylüyorum: Bugünün aforizma çılgınlığından da biliyoruz ki dili sıradanlıktan kurtarmak aslında çok kolaydır; dildeki kimi boşluklar, kelimelerdeki fonetik benzerlikler vb. kullanılarak sonsuz sayıda sıra dışı cümle üretilebilir. Örneğin bu son cümlemdeki "sonsuz sayıda sıra dışı cümle üretilebilir" ifadesi, rahatlıkla "aynı sıraya oturtulamayacak kadar çok sayıda yaramaz cümle üretilebilir" gibi saçma sapan bir "yaratıcı cümle"ye dönüştürülebilir. Fakat bir ifadenin belinin bükülmesi onun mutlaka edebi nitelik taşıdığı anlamına gelmez. Edebi olan, yapılan oyunun öykünün genel çerçevesi içinde anlam bulmasıdır. İlkokul seviyesinden bir örnekle, kar yağan bir dağın beyaza bürünmesi gelinlik giymeye de, kefen giymeye de benzetilebilir, burada aslolan bu benzetimlerden öykünün genel havasıyla uyumlu olanını seçebilmektir. İşte Refik Halid bu açıdan başarılı.

Dilde çok önemli hususlardan biri de, hele ki gerçekçi bir atmosfer kuruluyorsa, yazarın öykünün dünyasına olan hakimiyetini hissettirebilmesidir. Bunun önemi çoğunlukla politik yazarların karşı cenahı anlattıkları öykülerde kendini ele veren basitlikte görülebilir; "Bildiğiniz gibi ben bir darwinist, komünist ve hedonistim," diye konuşan karakterler yaratan muhafazakar yazarlar, veya zayıf din bilgisiyle tarikat gerçeğini anlatmaya çalışan Kemalistler vesaire... Ama bununla kalmayarak "Bir taşra öyküsü anlatayım," derken köy yaşantısı hakkında cehaletini ele verenler de gırladır. Bazılarıysa tam tersinde ifrata kaçar, farzımuhal bir torna tesviyeci işçinin öyküsü anlatma iddiasıyla öyle teknik bir dil kullanır ki en az iki yıllık meslek yüksekokulu bitirmeyen anlayamaz, okuru boğar. İşte Refik Halid'i bu açıdan da başarılı buldum. Anlattığı dünyalara hakim (tabii ki muhtemelen yurt içi sürgün yıllarında her bir ortamı bizzat tecrübe ettiği için) fakat okurun yabancılamayacağı ölçüde de mesafeli bir dil tutturabiliyor. Yazarın iyi bir gözlemci olması gerektiği kadar, (bir anlam dünyasından bir başka anlam dünyasına doğru) iyi bir "çevirmen" olması gerektiğini de gösteriyor.

Fakat elbette kusurlu bir yanı da var, hem de büyük bir kusur: "Olay" yaratmada çok başarısız. Okurun belleğindeki hazır arketiplerden devşirmeden, içimizdeki aykırılardan bulup çıkardığı karakterleri var Refik Halid'in. "Küs Ömer" gibi, hem tuhaf hem muhteşem bir biçimde gerçekçi tipler bunlar. Üstelik arkalarına yukarıda bol bol övdüğümüz tatlı bir dili almışlar, her türlü maceraya hazırlar. Fakat Refik Halid çatışma yaratmakta öyle kötü, kurmacanın okurla girilen bir oyun olduğu konusunda öyle umursamaz ki öykünün ortasına gelmeden anlaşılan finallerden geçilmiyor.

Ortaokulda azıcık yarım akıllı bir arkadaşımız vardı, bir keresinde bir fıkrayı tam olarak aşağıdaki şekilde anlatmıştı:

"Temel berbere gitmiş, kulağında bir kulaklık varmış. Tıraş olurken berber rahat çalışamadığından bu kulaklığı çıkarmak istemiş. Temel izin vermemiş. Çıkarırdın, çıkarmazdın derken berber çıkarıverince Temel bir süre sonra ölmüş. Berber kulaklığı kendi kulağına takıp dinleyince sürekli tekrar eden şu cümleleri duymuş: 'Nefes Al... Nefes ver... Nefes Al... Nefes ver...' 

Temel öyle salakmış ki, birisi ona söylemezse nefes alıp vermeyi unutuyormuş."

İşte henüz öykü sonlarının henüz ortalarında anlaşılmasının yanında, yukarıdaki fıkranın anlatımında gördüğümüz dinleyicinin esprinin ne olduğunu anlamasına fırsat tanımayan, onu salak yerine koyan o tat kaçırıcı açıklama biçimi de görülüyor Refik Halid'in öykülerinde (Hele ki "Vehbi Efendinin Kuşkusu" adlı öykü insanı isyan ettiriyor). Ne yazık ki bu sonuncu unsur, Refik Halid'i bir "Türkçe ustası" sınırlarında tutan, "öykü ustası" payesine çıkmasınaysa engel olan bir rol oynuyor.

24 Ocak 2018 Çarşamba

Görünmez Kentler - Italo Calvino

Yazar takibi konusunda malımdır. Bir yönetmeni çok sevip bütün filmlerini izlemek kadar doğal bir şey yoktur, ben de aynısını yaparım. Fakat iş yazarlara gelince, tuhaf bir mazoşizm hali olsa gerek, çok sevdiğim yazarların arasına binlerce boktan kitap sıkıştırırım. 

Calvino da benim için böyledir. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'yu okuyup da kafamdaki edebiyat tanımı darmadağın olduktan sonra uzun bir süre başka bir Calvino kitabı okumadım. Ta ki 2010 sonlarında Atalarımız üçlemesini okuyana kadar. Yazıktır ki Atalarımız "Bir yazarı önce başyapıtıyla tanımak" denen uğursuzluğun gadrine uğramış, Bir Kış Gecesi...'nden sonra benim için pek de çarpıcı olamamıştı.

Acaba bu yüzden mi, dile kolay 7 yıl sonra okudum Görünmez Kentler'i, Calvino'nun bir diğer başyapıtı olarak anıldığını bilmeme karşın? Hayır değil. Sadece bu etki 7 yıllık arayı açıklayamaz. Sanırım bunun temel sebebi kent meselesi üzerine düşünmenin biz orta doğulular için biraz lüks kaçtığına olan utanç verici de olsa gerçekçi, gizli inancım. Tartışma için bir çıkış, bir referans noktası olabilecek herhangi bir kenti olmayan bir ülkenin fertleri olarak, Haziran 2013 protestolarına kadar (ki fitilini ateşleyen olayın Gezi Parkı olması da tamamen tesadüftür ya o ayrı) "kent hakkı" diye bir şeyin var olabileceğinden dahi haberi olmayacak kadar dar bir demokratik tartışma alanına sahip olan insanlarız. En önemlisi de, savaş başta olmak üzere bin bir farklı gündem maddesinden mütevellit, "kent" tartışmasına hiçbir zaman sıra gelmemesi; "kent" üzerine tartışmanın burjuva işi ya da birinci dünya problemi olarak görülebilmesi (ve bunun haklılık payının olması).

Fakat insan çevresini saran korkunç sorunlar karşısında bazen öyle çaresiz kalır ki; her şeyi boş verip kabuğuna çekilmek ve "şimdi sırası mı" denen, ikincil önem atfedilen meselelerle uğraşmak gerçekten mümkün olur: Lenin'in 1. Dünya Savaşı sırasında Hegel'in Mantık Bilimi üzerine çalışma yapması gibi. Tuhaf ama; orta doğuda kent meselesini tartışmak için iyimser bir tahminle en az bir yirmi-otuz sene daha beklememiz gerektiği ve şu an ne okursak okuyalım bugün için pratik bir karşılığının olmayacağı düşünüldüğünde, sanırım kent üzerine okuma yapmakta hiçbir sakınca yok.

Gelelim Görünmez Kentler'e. Muazzam olduğuna şüphe yok, fakat üstelik son zamanlarda okumaktan büyük haz duyduğum ender kitaplardan biri olmasına karşın kraldan çok kralcıların "Mmm Calvino ve labirentler, Perec ve evet Borges..." süslemelerine gizlenmeden kusurlu gördüğüm yönleriyle beraber ele alarak gideceğim.

Öncelikle elimdeki YKY baskısında (22. baskı) kitabın 57. sayfada başlamasını, bundan önce toplam 50 sayfa boyunca Calvino'nun kitap üzerine iki metniyle beraber çevirmenin epey uzun, gereksizcesine akademik sunuşunun yer almasını yadırgadığımı ve okumadığımı belirtmek isterim. Klasiklerin önsözlerinde kitabın başından sonuna kadar anlatılıp bütün dönüm noktalarının, sürprizlerin vs. bok edilmesi adettendir, biliyorsunuz. Siz tam Jean Valjean'ın akıbetini öğrenmek için 1500 sayfalık Sefiller'i okumaya hazırlanırken geri zekalı yayınevi size iki sayfalık önsözde Jean Valjean'ın son sözlerinden bahseder falan. Benzer şekilde "Bu kitapta şu sembolü bulacaksınız, bunu böyle yorumlayınız, şu tematiğin kullanımını şu yazarla birlikte okuyunuz" diye okurun yapacağı okumayı en baştan şekillendiren yazılardan da nefret ediyorum. YKY editörlerine, genel yayın yönetmenine, falan fistanına sorsanız "Bir eser tamamlandıktan sonra yazarından çıkmıştır, artık onun sahibi okurdur" amentüsünde birleşirler, fakat böyle aymazlıkları yapmaktan da beri durmazlar. Bu nefreti kustuktan sonra, benim okuma kronolojime göre sonradan gelse de, kitapta yer alış sıraları itibarıyla önce bu önsözde dikkatimi çeken tek hoş detaydan söz etmeliyim sanırım: Calvino'nun bir konuda yazmaya karar verdiğinde o konuya dair yatay temalar için ayrı dosyalar tutup aklına fikir geldikçe o dosyaya bir kağıt parçacığı atması, ve dosya dolduğunda artık oradan yazacak bir şey çıkacağını anlayarak işe koyulması. Gerçekten hoş bir yöntem. Sevim Burak'ın fikirlerini çengelli iğneyle parça parça perdeye tutturması da iyi fikirdi. İnsanın kendine göre fikir havuzu oluşturma biçimleri bulması gerçekten de elzem, benim telefonda taslak SMS oluşturma yöntemim pek verimli olmuyor zira.

Nihayet kitaba geçebilirim. Kitabın izleği malum: Venedikli gezgin Marco Polo, Tatar imparatoru Kubilay Han'a onun imparatorluğunun şehirlerinde gördüklerini anlatıyor. Bu tema gerçekten ustalıkla seçilmiş: Kentlerin sahibi olan kişi sarayında sabitken, onların anlatısını hiçbirinin sakini bile olmayan bir gezgin, bir misafir kuruyor. İşte içinden çıkılmaz karşılıklı bir ilişki: Merkeze giden kent anlatıları merkezin kentler hakkındaki düşüncelerini belirlerken, merkezin düşüncelerinin şekillendirdiği kentler de bu anlatılara zemin oluşturuyor. Tam bir Michel de Certeau okuması: Şehir yukarıdan bakanlar için opaktır, onların teknokratik bakışı şehri şeffaf sanır, fakat şehir, aşağıda onu pratik olarak yaşayanların ürettiği tuhaflıklarla var olur. Ben bu noktada Certeau'nun düşüncesinde gereğinden fazla umut ışığı görüp "aşağıdakilerin" eylemlerinde zafer pırıltıları görenlerden tiksinirim aslında. Neticede onlar "yukarıdakilerin" belirlediği makro ölçek içinde küçük kaçış alanları yaratmaya muktedirdirler ancak. Evet bu kaçışlarla açılan delikler büyük çatlaklara dönüşme potansiyeli taşırlar; ama bu konuda gereğinden fazla iyimser olmak, makroya da müdahil olma mücadelesinden kaçmak için mazeret aramayan bir aptallıktan başka bir şey değildir. İnsanların AVM'leri karşı-iktidar üreten oyun alanlarına dönüştürmesini umut etmek, hatta utanmadan buna dair küçük emareler bulup boncuk gibi pazarlamaya çalışmak yerine AVM'lere temelden itiraz etmek gerekir. Fakat böyle bir Polyannacı gerizekalılık var diye de tam tersine savrulmamak; merkezi iktidarların attığı her planlı adımın da mutlaka iktidarlara yaramadığını, halkın gündelik direnişler üretebildiği gerçeğini de göz önünde bulundurmak da gerekir ki iktidarı gözünde fazla büyütüp korku ve yılgınlık hissiyle titreyen acizlerden olmayalım. De Certeau'nun düşüncesi bana tam da bunu söyler. Bu anlamda Calvino'nun "kentleri betimleyenler"le "kentleri belirleyenler" arasında kurduğu bu dengeyi önemli buluyorum.

Bizi hayal kentlerinde tam da bu yukarıdaki bakış açısıyla gezdirecek olan kitap, "kentleri belirleyenler"den olan Kubilay'ın imparatorluğunun geleceğine dair umutsuzluğuyla açılır. Bu girizgaha göre Kubilay, yıkıma karşı işleyen bir dinamiği ancak bu kent anlatılarında görebilir. Biliyoruz ki şehir devletlerden tutun da "Roma" İmparatorluğuna varıncaya kadar her kent bir imparatorluk kıvılcımıdır, demek ki Kubilay için kent fikrinin sonsuzluğu imparatorlukların da sonsuzluğunun kanıtıdır. Burada tamamen yeni bir konu çıkıyor karşımıza: Neden köyler değil de kentler imparatorluk tohumları görülür? Bu sorunun cevabı, "bütün köylerin birbirine benzerliğine karşın kentlerin özgünlük mekanları olması" olsa gerek. Öyleyse soruyu genişletelim: Neden bütün köyler birbirine benzer de, özgünlük kentte başlar? Çünkü köy kendi kendine yeterli bir ekonomik birimdir, üretilen artı değerse kente akar: kentte düğümlenen ekonomik ağlardan taşan ekonomik artık, burada köy ölçeğinde görülmesi imkansız kültürel biçimlerin ortaya çıkmasını sağlar. Öyleyse kent dendiğinde akla gelen ilk husus "takas" olmalıdır. Oysa bu ilk bölümde, kentlerin ele alındığı on bir farklı kategoriden  Anı, Arzu ve Göstergeler'i ağırlıklı olarak ön plana çıkarır Calvino. Üstelik, bunlar farklı kategorilermiş gibi görünse de Arzu'yla anılan Dorotea'da Anı ("O sabah, Dorotea'da..."), Anı'yla anılan Zaira'da ise Göstergeler öne çıkar ("Oysa kent geçmişini dile vurmaz ... bir elin çizgileri gibi barındırır içinde.") Neden? Bunlardan "Anı" başta olmak üzere ilk iki kategoride ağır bir melankoli, kentin hazlarına bir geç kalmışlık ya da her şeyin en başından başka türlü gelişebilecek oluşu damga vurur. Kentleri hafızanın ve arzuların kurduğu, ve denklemin öteki yanında ise kentlerin belleğimizi ve arzularımızı şekillendirdiği tuhaf bir dinamiği anlatısının merkezine alır Calvino (ikinci bölümden itibaren de başlangıçların, şimdinin ve bitişlerin birbirleri üzerindeki belirleyiciliğidir aslolan). "Kentler ve takas" ise ancak ikinci bölümün sonlarında çıkar karşımıza ilk olarak. Öyleyse Calvino'nun felsefi derdi insan için bir "kent ideali" oluşturmak adına mevcut kentlere bir "tersine mühendislik" uygulamak değil, kent sistemi içerisinde bireye bakmak gibi görünür. Kent de, diğer bireyler içinde bir birey gibi öne çıkar, insanın kontrolünden kaçmış, bağımsızlaşmıştır Calvino'da kent. Böylece henüz ilk bölümde iki "hata" tespit ediyorum ben: Biri Takas'ın ihmal edilmişliği (Her biri eşit önemdeki on bir kategoriden yalnızca biri olarak ele alınması). Diğeriyse "Kentler ve X" kategorizasyonunun geçişkenliği, gereksizliği ve plansızlığı. Gerçekten de, "Kent" dendiğinde akla gelecek on bir kategoriden biri "İnce Kentler" midir, bir diğeri "Sürekli Kentler" midir? "Kentler ve gıda" önemli bir kategori olamaz mı mesela, veya "Kentler ve ses", ne bileyim, neden "Kentler ve meslekler" değil, "Kentler ve adetler", "Kentler ve törenler" değil?

Kitabın içeriğine gelirsek, belirli bir yönde ilerlediğini söyleyemeyiz; ütopik kentlerden kötü örneklere doğru bir gidiş, ya da geçmişten geleceğe kent tarihselliği içinde bir yolculuk değil bu. Bir dükkanda rastgele gezer gibi daha çok, herkesin zevkine göre bir şeyler bulacağı bir kentler galerisi. Bu açıdan son derece şahsi okumaların kitabı diye düşünüyorum Görünmez Kentler için.

Anlatılan elli beş şehir içinde, benim bilhassa etkilendiğim, üzerine epey düşündüğüm kentler şöyle:

Despina: Pire'yi hatırlattı bana; hangi yönden gelinirse gelinsin diğer yöne gitmenin bir aracından başka bir şey olarak görülmeyen, yalnızca bir kaçış limanı işlevi gören zavallı Despina.

Maurilia: Metropolleştiği için nostaljik bir lezzet olarak yalnızca geçmişi ile var olan, geçmişinin güzelliği yalnızca bugün varolmadığı için hatırlanan şehir. Anadolu'daki pek çok "büyükşehir" gibi.

Fedora: Burada geçmişte düşlenmiş bütün "ideal Fedora"lar sergilenir. Şunu düşündürür: Kentin bugününü ve geleceğini konuşabilmek için ona dair hiçbir hayal asla unutulmamalıdır. Gerçek anlamıyla "bilimsel plancılık" bu değil midir?

Olivia: Bir kente tıpkı bir restoran gibi mutfağıyla birlikte bakabilmek. Kentin cilalı yüzünün arkasında onu var eden çirkinlikler vardır.

Sofronia: Lale devirlerini bekleyen, sefahat için kurulmuş kent. Bugünün zavallı Beyoğlusu.

Eutropia: Yurttaşların sürekli bir devinim içinde yeni toplumsal roller edinmesine olanak tanıyan "setler". Sosyalist bir düş.

Ottavia: Örümcek ağı üzerine kurulu şehir. Müthiş bir sürdürülebilir kentleşme" fikri. Ekolojik, ekonomik ve demografik sınırlarının farkındalığıyla yaşayan, "mecburen bilinçli" yurttaşların şehri.

Ersilia: Güç ilişkilerinin ideal olanı kurabilmek için grafikleştirildiği, sibernetik akla sahip şehir. Teknikle desteklenmiş demokrasi.

Leandra: Burada geçmişin ve şimdinin kültürleri her daim hesaplaşır. Bugünün yurttaşları geçmişte kurulana mı adapte olmuşlardır, yoksa geçmiş bugün tesis edilen yepyeni kültürün içinde mi anlamlandırılır? İstanbul'u düşünelim: Müslümanlar İstanbul'u fethederek İslamlaştırdılar mı, yoksa yüksek Roma kültürü içine aldığı İslam medeniyetini kendine mi benzetti?

Fakat daha birçok tema var kitapta: birinde orijin mitlerinin önemine dikkat çekilir, bir diğerinde kentin her bir yurttaşı için farklı bir anlamı, farklı bir çehresi olduğu gerçeği vurgulanır; şehrin merkezinin sürekli kayması, şehrin homojenizasyonu, ekümenopolis sendromu, "kurulamamış", plansız şehirler (örneğin Balıkesir, görmediyseniz bir şehir nasıl kurulamaz gidip görün), diyalektik bir karşıtlık üzerinden gelişen şehirler... Tamamı konu edilir.

Tüm bu sayede, dört başı mamur bir kılavuz olmasa da (böyle olmak gibi bir iddiası zaten bulunmuyor) kent üzerine düşünmek, konuşmak, kentle ilgilenmeye bir yerlerden başlamak için ilham kıvılcımlarıyla dolu bir barut fıçısı Görünmez Kentler. Kısa bölümlerden oluşan, bağımsız yapısı sayesinde de tam bir başucu kitabı. Okuyan herkesle uzun uzun konuşmalı.

15 Ocak 2018 Pazartesi

Ranciere - Suskun Söz

Ranciere'in tarih yazımı ile edebiyat arasındaki ilişkiyi incelediği Tarihin Adları'ndan sonra bu kez doğrudan edebiyatı merkezine alan bu kitabı çekti ilgimi. Ranciere can alıcı, fakat tam bu nedenle de çok su kaldıran bir meseleyi odağına almaya çalışınca "bitmiş bir kitap" olarak değerlendirilemeyecek kadar dağınık, çok kötü yapılandırılmış bir kitap ortaya koymuş ne yazık ki.

Aslında çok iyi başlıyor: 20. yy romanında üslubu içeriğe önceleyen yazarları eleştirenlere karşı, "Sizin verili kabul ettiğiniz roman türü de vaktiyle üslupçu bulunarak topa tutulmuştu," diye hatırlatarak romanın tarihsel gelişimine bakıyor. "Edebiyat" denen şeyin tanımının akışkan olduğunu ve sınırlarını tarihsel gelişimin belirlediğini ortaya attıktan sonra Aristo'dan başlayarak "edebiyat felsefesi" üzerine uzun soluklu bir tartışmaya girişiyor. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi tartışma öyle uzun soluklu ki Ranciere'in nefesi yetmiyor. Hem de projesini yönetilebilir kılmak için sahasını ciddi ölçüde daraltmasına (Alman idealizmi destekli Fransız edebiyatı) karşın.
Öncelikle yöntemsel bir hatası var: Edebiyatın seyrini tarihselleştirme iddiasıyla yola çıkıyor fakat tarihsel metodu bir tür felsefi kronolojiden ibaret kalıyor. Örneğin klasik edebiyattan kopuşu simgeleyen belles lettres'i aynı zamanda burjuvaların eski rejime karşı duruşunun ifadesi olduğunu belirtirken, ya da Voltaire'i, Balzac'ı yerden yere vururken yaptığı tarihçiliği genelleştiremiyor, yazarları maddi koşulları içerisinde ele almayı başaramıyor. Flaubert, Blanchot vb. gibi nötr kaldığı yazarların edebiyat görüşleriyle örtüştürmek üzere bir tarihsel teşhisine girişemiyor.

Tabii derli toplu anlatmayı başardığı hususlar, açtığı verimli tartışmalar elbette yok değil. Aristocu mimesis anlayışından yola çıkarak başlıyor söze: Aristo'ya göre mimesik/temsil gerçeklikle uyumlu olmalıdır. Yani karakterler toplumsal konumlarına uygun konuşmalıdır. Konu (inventio), kurgu (dispositio) ve  üslüp (elocutio) arasında öncelikli olanın konu seçimi olduğu ve diğerlerinin buna uyumlu hale getirilmesinin zorunlu kılındığı bu sisteme karşıt olarak yeni edebiyat, "bütün konuların ele alınabilirliği" ve "üslubun konudan bağımsızlığı" ilkesine dayanır. Bu tarihsel gelişim elocutio'nun git gide bağımsızlaşmasıyla ve nihayet en önemli unsur hale gelmesiyle sonuçlanır. 

Peki üslubu önce ön plana çıkaran, nihayetindeyse tek belirleyici kılan mantık nedir? Buna cevap olarak Romantizmi gösteriyor Ranciere. Aristo'daki "gerçeğe uygunluk" ilkesinin sorunu bir kez tespit edildiğinde (Gerçekleri yazmak ne demektir? Yazılanın gerçek olduğunun ölçütü nedir?) "edebiyat" ve "hakikat" arasındaki bağı yeniden kuracak bir felsefe ihtiyacı doğuyor. Romantizm (Alman idealizmi) bu noktada devreye giriyor ve toplumsal, tarihsel vb. gerçekliğin temsiliyetini "yaratıcı deha"ya atfederek işin içinden çıkıyor (ya da çıktığını sanıyor). Fakat idealizmin kayıtsız şartsız itimat ettiği bu öznellik de elbette çok problemli. Birincisi, özgür sanatçının gerçeklik temsili de tıpkı Aristocu sanatçınınki gibi bir "yansıtma" değil, bir kurgudan ibaret. İkincisi, Alman Romantikleri sanat ve gerçeklik ilişkisine dair tezlerini ispat için mitleri işaret ediyorlar, sanatçının rolünü mit yaratımı olarak görüyorlar, fakat bir paradoksla karşı karşıya kalıyorlar: Mitler, tam da mit oldukları bilinmediği için (yaratıcılarınca hakikatin ta kendisi sanıldıkları için) ortaya çıktılar, peki bile bile mit yaratmak mümkün müdür? 

Bitmedi, yeni başlıyoruz. Üslupçulukta çok daha büyük bir problem var. Kitaba da adını veren "suskun söz"ün çelişkisi. "Yazı, kendisini taşıyan ve doğrulayan herhangi bir bedenin öksüz sözü olabileceği gibi, tam aksine, fikrini kendi bedeninde taşıyan bir hiyeroglif olarak da ortaya çıkabilir. Edebiyatın çelişkisini bu iki yazı arasındaki gerilim olarak ele almak pekala mümkündür." diyor Ranciere. Yani üslup enteresan bir yol açıyor: Üslup sayesinde metnin kendisi bir mecaza dönüşebiliyor. Böylelikle edebiyat hikaye anlatma sanatından çıkarak bir tür performans sanatı haline gelebiliyor (Örneğin kitabınızda demokrasiyi anlatacağınıza nesnelerin bile konuştuğu demokratik bir anlatı kurarak metnin kendisini bir demokrasi mecazına dönüştürebilirsiniz, gibi). Novalis'in "çocuk, görünür hale gelmiş aşktır" alıntısından yola çıkarsak, üslupçu akım "Aşkı anlatacağına çocuğu göster," diyor. Ancak Ranciere'in "suskun söz"ün çelişkisinin altını çizerek dikkat çektiği üzere mecaz son tahlilde sonsuz şeyin işareti olabilir, "gösterilen çocuk" Novalis (ve başka birçokları) için aşkın mecazı olabilirken bir başkası onu "hamlık", bir diğeri "saflık" vb. olarak da yorumlayabilir. İşte suskun söz budur: Yazılıp nihai şeklini aldığından, artık konuşamayan, bu nedenle sorulan hiçbir soruya yanıt veremediği için niyetini açıklamaktan aciz, fakat tam da bu nedenle her şeyi söyleyebilen söz. İşte kod ve çözüm arasındaki ilişkinin birbiriyle bu derece kopuk olarak ele alınması içeriği tamamen bitiriyor. Bu da (Ranciere anlamsız bir şekilde hak vermek istemese de) Sartre'ın çok iyi ifade ettiği biçimiyle burjuva ilericiliğinin nihilizme dönüşmesi oluyor, gerçekten de.

Kitap özetle bunları ortaya koyduktan sonra aşağı yukarı 140'ıncı sayfadan sonra darmadağın bir hal alan kitabın bir "Sonuç" bölümü de var ki anlayan beri gelsin. Fakat gerçekten de Ranciere öyle içinden çıkılmaz bir çelişkiyle cebelleşiyor ki dağılmaması şaşırtıcı olurdu.

Yine de, şahsen kendisini üslupçuluğun karşısında konumlandıran biri olarak ben bu kitaptan önemli dersler çıkardım. Gerçekliğin temsilinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu, bunun son derece öznel olduğunu kabul ediyorum. Fakat gerçeklik tamamen yazar tarafından kurulan bir şeyse, neden yazar gerçekliği olması gereken yöne doğru manipüle etmesin? Neden üslup Aristo'daki rolüne geri çekilip bu manipülasyona yardımcı bir rol oynamasın? Kanımca edebiyat tartışmasının tam olarak buradan devam etmesi gerekiyor.