27 Şubat 2019 Çarşamba

Engin Günay - Kartalimeni

Yüksek edebiyatı herkes sever; ama bir ağacın zirvesine meyvesi var mı yok mu bilmeden tırmanmayı göze almak zordur. Çoğu zaman dikeninden budağından yara bere içinde kaldığımız "edebiyat çınarlarından" elimiz boş döner, hatta yere çakılırız. Bu nedenle, teşbihi beğeninin evrimsel kökeni üzerinden devam ettirirsek, herkesin kendi zevkine göre, toplaması kolay, lezzeti yerinde çalı meyveleri de bulunur. Polisiye kimileri için böğürtlendir söz gelimi, ya da fantastik edebiyat yaban mersinidir. 

Image result for kartalimeniBenim böyle "tür" sevdam yok. Ya da var ama genel kabul görmüş bir "tür" değil. Mahalle edebiyatını seviyorum. Ama öyle tamamen romancının muhayyilesinin ürünü olan mahalleleri anlatan yapıtları değil. Sosyolojik bir kategori olarak "mahalle"yi tartışmaya açmaya çalışan, ya da ne bileyim, karakterler arası ilişkileri ve olay örgüsünü kolay yoldan kurabilmek için çizilmiş bir mekansal sınır olarak herhangi bir mahallede geçen romanları değil. Şüphesiz bunlara da meylim var, ama bunlarda yine "yüksek edebiyat" niteliği aramaktan kendimi alıkoyamam.

Oysa İstanbul mahalleleri başta olmak üzere kanıyla canıyla var olan/olmuş mahallelerin tanıklıklarına zaafım başka türlü. Bunları bir tür sözlü tarih çalışması olarak okuyorum sanırım. Gittiğim, gidebileceğim mahallelerin hikayesinin olması, bana (anlatılan o mahalle şimdi baştan aşağı değişmiş olsa bile) bir arkeolojik ziyaret hissi veriyor. 

Troya harabelerine gidenler bilir, koskoca İlyada'dan geriye neredeyse bina temelleri dışında bir şey kalmamıştır. Ama cümleyi başka türlü kurarsak anlam değişir, orada bazı bina temelleri vardır ki koskoca İlyada'yı yaşamıştır. İstanbul da ne kadar tahrip edilmiş olursa olsun, her mahallesinde değişmeden kalan bazı unsurlar bulunur. Bir köprü, bir liman, bir çeşme, anıtsal herhangi bir yapı; mahalleyi anlatan yapıta, yapıt üzerinden okurun zihnine ve oradan da okurun mahalleyi ziyaretine sızar. Şehir içi gezinti böylece bir arkeolojik geziye dönüşür. Dikkatli okur, yerlisinin bile körleştiği detayları ortaya çıkarmak için mahalleyi handiyse elinde diş fırçasıyla  temizleye temizleye dolaşır.

Sanırım benden başka pek az kişinin okuduğu, bir Samatya öyküsü anlatan Altılının Son Ayağı'na duyduğum hayranlığın kökeninde de bu yatıyordu. Kartalimeni'de de buldum aradığımı. Edebi olarak ahım şahım bir yanı yok kitabın, basit bir dili, politik yoğunlukla beraber sade bir öyküsü var. Sözlü tarihi edebiyata bağlamak için yapılmış bir "tür" manevrasıyla kotarılan sonu sarsıcı değilse de görevini yerine getirmiş. Bugünün ilçesi dünün küçük mahallesinin demografik yapısından biraz daha bahsetmesini beklerdim belki, ama değirmenleriyle, Neyzen Tevfik'iyle, sahildeki çay bahçesiyle elime tutuşturulan define haritası bana yetti de arttı bile.

26 Şubat 2019 Salı

Sardalye Sokağı - Steinbeck

Sol camiada adı pek hayırla zikredilmese de denk gelmiş bulundum ve Yıldız Ecevit'in bambaşka bir kitap hakkında yazdığı bir değerlendirmesini okudum. Edebiyatın büyüsüne Macondo'yla kapılmış, geçerken Amado'nun Bahia'sında da soluklanmış bir okur olarak yazıda Steinbeck'in Sardalye Sokağı'nın bu iki isimle birlikte anılması dikkatimi çekti. Sardalye Sokağı'nı bir "edebiyat mekanı" olarak daha önce hiç duymamıştım. 

Image result for Sardalye Sokağı - Steinbeck
Bu merakın çivilemesiyle aslında bir üçleme olan anlatıya tam ortasından, aynı adı taşıyan kitaptan daldığımda dibe çakılıp kendimi sakatladım. Anlatı bir derinliğe sahip olmaktan beklemediğim kadar uzaktı. Kurgu zaten gevşekti. Yazar romanın gövdesine bağlanmayan tekil öykücüklere ayrılmış bölümlerle bir hissiyat ağı örüyor, sıcak tutsun diye öykünün omurgasını bununla sarıyordu. Fakat öykünün omurgası romanı ne dik tutmaya, ne de istenen yorumlara doğru eğip bükmeye yarıyor, bir felç izlenimi bırakıyordu. Mekan kendisini merak ettirmiyordu. Zaten ölçeği çok küçük çizildiğinden bir gezinti, bir "alıp götürme" hissinden ziyade balkondan seyretme basitliğinde okunuyordu roman. 

Bu basitlik zaten romanın belki de tek amacıydı. Ya da gidebileceği tek yön. Romanda ana karakterin  (Doc) bu düşkünler mahallesiyle ekonomik değil sosyo-psikolojik olarak ilişkilenmesi, mahalleye yapılan küçük bir ziyaretten fazlasına imkan tanımıyor çünkü. Küçük, "ee daha daha nasılsınız" sohbetinden ileri gitmeyen, hiçbir tatsızlığın yaşanmadığı ama herkesin güler yüzünün arkasında ufaktan bir bunaltıyı gizlediği ziyaretlerden biri. Çünkü aksi takdirde, toplumun alt marjinlerinin evine paldır küldür bir dalış, hırsız gibi giriş ya da yatıya kalmalı gelişin sonu kapalı kapıların aralanıp kirli çamaşırların kurcalanmasına ve oradan da ahlaki yargılamalara varırdı, varmaması imkansızdı. 

Ama belki de böylesi daha iyi olurdu. Edebiyat neyse o olurdu işte o zaman, sınıfın tarafını tutan Steinbeck'in sınıfın pratik yaşamındaki ahlaki ikilemlerine kendi tavrını nasıl koyduğunu ancak bu şekilde görebilirdik. Şimdi kitap bitti, "Eee biz kalkalım" dedik, ev sahipleri yarım ağızla "Kalsaydınız biraz daha" diye ısrar ederken içten içe derin bir oh çekti, bizse sıcak yatağımıza girer girmez uykuya daldık ve ilgisiz rüyalar gördük.