27 Aralık 2018 Perşembe

Kamçılanma Mesafesi - Zeynep Uzunbay

Sanatta tavır çok zor iş. Hem olmazsa olmazı sanatın, hem de değillemesi. Politik içeriği olmayan bir sanat yapıtı salt bir oyundan ibarettir, politik içerikse sanatı içeriden yiyen bir kurt. Bu nedenle kolayı var: "anti"yi yazmak. Kurulu düzenin bir ironisine yönelmek ya da karşı tarafın temsilcisi bir figürün açmazlarını göstermek. Konu kendi icraatlarına gelecek kadar uzamasın diye "Eeeyy Cehape" hatırlatması yapmaya benzer bir kaçış bu. Muhakkak ki fonksiyonel, fakat işte "anti"likle malul. 

Image result for Kamçılanma Mesafesi - Zeynep UzunbayBuna meyletmemek büyük Don Kişotluk. Defalarca kaybetmeyi göze alacak bir delilik istiyor. Kadın sorununa, emek mücadelesine, Kürt sorununa/savaşa ya da başka bir sosyo-politik varoluşa dair öykü yazmak sihirbazın kaderine razı olmaktan farksız çünkü: Uçamazsın rezil olursun, uçarsın "ip var" derler. Daha açığı, bu durumlarda iki ihtimal söz konusu: Ya bu "sosyo"ları "politik" kılan bulgu ve varsayımların çizdiği dairede kalmak gerekir (ki o zaman sanatsal boyut yalnızca tekniğe indirgenmiş olur ve bu "sanatsal boyut" dahi olaydaki ve karakter(ler)deki basmakalıplığın verdiği acı tadı gölgeleyemez); ya da bu dairenin dışına taşılır, başka başka bulgular, başka eylemler, başka kavramlar önerilir, fakat bu kez de "kendin içindeyken kafanın dışardalığı"nın bedeli göze alınır. Eğer dairenin sınırlarını değiştirecek kadar "büyük" bir işe soyunulmuyorsa, kafanın dışarıya şöyle bir bakıp daireye geri girmesini bilmesi gerekir. Bu da olay ve karakter yaratımında çok büyük maharet, çok ince işçilik ister.

Bu nedenle gönül politik içeriği ne kadar olmazsa olmaz görse de okunacak yeni eser arayışı başladığında bir önceki paragraftaki açmazlardan kurtulmak için okur olarak da kolaya kaçıp oyuncaklı ya da ironik eserlere yönelmek kaçınılmazlaşabiliyor.

Kamçılanma Mesafesi'ni ilk duyduğumda tabiri caizse "çok de şeyapmadım." EMEP'in resmi edebi yayınevlerinden Manos'un etiketi beni yukarıda bahsi geçen "daire"nin gereğinden fazla bile dar olabileceği yönünde kuşkuya itti ister istemez. Haksız da değildim: Kitabın kısacak arka kapak yazısı şöyleydi:

"Adım diye demiyorum, bağırsan bağırmaya yakışır fısıldasan fısıldamaya. İsmimi taşıyan cisim, dertliye çare, bunluya neşedir. Gizli derdine derman arayan, “Bir arkadaşım var, adı Ayşe,” diye girer lafa. Bizim muhabbet kuşu bile, her şeyden önce “Ayşe” demeyi öğrendi. Gelip geçtiğim şu dünyada, bir devletimiz sevmedi beni."

"Sanatsal boyut yalnızca tekniğe indirgenmiş olur ve bu 'sanatsal boyut' dahi olaydaki ve karakter(ler)deki basmakalıplığın verdiği acı tadı gölgeleyemez" derken tam da bu paragrafın bende bıraktığı hissi kast ediyordum aslında. Yazarının daha ilk cümleden pırıldayan şairliğini gölgeleyen  son cümle: "Bir tek devletimiz sevmedi beni." Büyük bir devrimci şairi komünist bir belediyenin arıtma tesisi açılışında konuşturuyormuşsun gibi, güzel olmasına güzel, ama zorlama bir güzellik. 

İşin bence trajikomik yanı şu: İlgili alıntının yapıldığı "Sorsalar Ne Zaman" öyküsü, o son cümleyi o kelimeler olmadan da zaten söylüyor. Yani iyi bir editorya, belki de bu "ihtiyaç fazlası" cümlenin çıkarılmasını teklif etmeliyken - işte Manos'un Manosluğu burada devreye giriyor - kitaba çağrılan okur "dairenin içinden" olsun (ve kitabı da hemen alsın) isteniyor olmalı ki cümle arka kapağa dahi çekiliyor. 

Bu ufak pürüze tırnağımızı takmanın lüzumu yok. Çünkü kitap bu kusurdan çok daha fazlasını kaldırabilecek denli "büyük." Türkiye'de kadın olmak hakkında dört başı mamur bir çalışma gibi, üstelik yalnızca doksan küsur sayfa, ve bilimin berbat dili ve yöntemindense, şairane. Tam bir "hap" kitap. Oku ve "kadın"ı tartışmaya neresinden başlarsan başla. 

Her türden kadın kadına ilişki düşünülmüş kitapta, hepsi yerli yerine yerleştirilmiş, ve incelenen sorunlar sadece sosyolojik değil, aynı zamanda (ve fakat sosyolojinin önüne geçmeyecek kadar) psikolojik. En beğendiğim yanı da bu: Kitapta karakterlerin içsel labirentlerinde kaybolan bir 21. yüzyıl bireyciliğinden eser olmadığı gibi, bireyi "opaklaştırıp" gösterilmek istenen toplumsal dinamiklerin içinde rollerini icra eden otomatlara da dönüştürmüyor. Böylece öykülerdeki kadınlar kelimenin tam anlamıyla "kahraman" oluyorlar. Hem çok güçlü ve cesurlar (ya da öyküden güçlenerek/cesaret kazanarak çıkıyorlar) hem de etraflarında dönen dünyanın (başta da etkileşim içinde oldukları diğer kadınların) kaderini değiştirmeyi biliyorlar ve/veya bu değişimi gözlemliyorlar.

Bazı öykülerin kurgusu hafif yorucu, bazısının anlatımı beklenenin biraz altında. Fakat hem içerik, hem de dil öylesine kuvvetli ki bu saydığım kusurları belki de kıskançlığımdan kendim uyduruyorum. Çünkü bu kitabı artık Türkçe edebiyatta okuduğum en iyilerden biri olarak sayacağımdan eminim.

20 Aralık 2018 Perşembe

Türk Politik Kültüründe Romantizm - Hasan Aksakal

Hasan Aksakal'ın Alfa Yayınlarından çıkan (daha önce Kadim Yayınlarından çıkmış) Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri'nden sonra sıra başlıktaki kitaba gelmişti. Esasen "romantizm" konusunun yaratanının bile kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya olduğu apaçık olmasına karşın, fikrin Osmanlı-Türkiye özelindeki soykütüğünün takibinin daha kolay yapılacağını düşünerek bu kitabı da okuma listeme eklemiştim.

Image result for Türk Politik Kültüründe Romantizm - Hasan Aksakal
Açık ve net ifade etmem gerekir ki eleştirilerim çok olsa da kitabı okuduğum için memnunum. Namık Kemal'den Orhan Koçak'ına varıncaya kadar memleketin düşünce dünyasındaki hemen hemen bütün portrelere dair söyleyecek sözü olan bir kitap bu. Bu iddiaya sahip olabilmesi de beklemediğim kadar yoğun bir okumanın üzerine kurulu olması. Kapağında söz gelimi "Türkiye'de İslamcılık" yazan fakat arka kapağını okuyunca "Türkiye'deki İslamcılığı 1980-84 yılları arasında Yozgat Sorgun'da çıkan Bayrak dergisi özelinde incelediği" anlaşılan haddinden fazla kolaycı akademik çalışmalara boğulmuş bir toplum olarak Hasan Aksakal'ın yaptığı titizlikte çalışmalara pek alışkın değiliz. Bu nedenle kitap her şeyden önce arkasındaki emekle takdiri hak ediyor.

Fakat öncelikle Hasan Aksakal'ın teorik çerçevesini anlamak pek kolay değil. Eğer sorun benim algılamamda değilse, belli bir romantizm tanımından hareket etmek yerine "romantik" olarak etiketlenebilecek bütün fikri akımların takibini yapıyor gibi görünüyor.

İkinci olarak, Aksakal politik romantizmi tartışmanın bir tarafı olarak görmekten ziyade bir tür mantık hatası (logical fallacy) olarak değerlendirme eğiliminde. Bu bağlamda romantizmle teorik bir hesaplaşmaya girmesi beklenirken bunu yapmıyor. Daha doğrusu "kolay lokma" olan Türk sağını sağlı sollu kroşelerle bayıltırken Rousseau vb. kurucu babalarla uğraşmak şöyle dursun, iş Osmanlı'da ve Türkiye'de romantik politik düşüncenin teveccüh görme sebeplerine geldiğinde bile ya kaçak güreşiyor, nötr bir tarihsel anlatıma yönelmeyi tercih ediyor. Böylece romantizmin yargısız infazına karar vererek kitabın henüz başlarında Türk düşüncesini romantizme götüren sorunları tartışmaya başlıyor. 

Bu iki sorun çerçevesinden bakıldığında okur en azından muyakeseli bir yaklaşım bekliyor: Yazarın önerdiği - ya da en azından rasyonalizmle malul olmadığını düşündüğü - bir fikir akımı/insanı var mı? Prens Sabahaddin çizgisi mesela? Niçin adı kitapta bir kez olsun geçmiyor? Veya Nazım Hikmet - Attila İlhan - Kemal Tahir - Yaşar Kemal gibi isimler romantizm şemsiyesi altında ele alınırken "romantik olmayan sol"a dair tek kelam edilmiyor.

Bu konudaki ısrarım şu yüzden: Eğer Türkiye gibi bir ülkeden modernleşme sürecinin başlamasından bu yana romantizmle lekelenmemiş dişe dokunur bir düşünür bile çıkmıyorsa bunu bir sorun olarak algılamaktan ziyada kabul edilmesi gereken bir vakıa olarak ele almak gerekir diye düşünüyorum. Aksi takdirde, aslında lokal ve temporal (Batı Avrupa modernitesi) bir düşünce biçimini evrenselleştirmeye çalışarak Ceza'nın "Türkiye'de rap müzik beyazların elinde" söylemine benzer bir sorun tespitine yöneliyor olabiliriz. Daha net ifade edersem, romantizm-dışı düşünceler Türkiye'de kök salacak (sosyal veya düşünsel) toprak bulamamışsa ve bulamıyorsa, belki de Türkiye bağlamında gerçekten de yalnızca romantik (ya da romantizmi araçsallaştırmış) ideolojilerin işlevsel olduğu söylenemez mi? Belki de bu irrasyonel ideolojiler gayet rasyonel bir tespitle yola çıkıyorlardır, denemez mi?

Zaten Aksakal'ın da dikkat çektiği harcıalem "geç modernleşme" olgusu bunun işareti değil mi? Tepkisel irrasyonalitenin kendini aydın-toplum çevrimi içerisinde yeniden üretiminin bu durumun yol açtığı bir hastalık olduğu bir gerçek. Fakat bu hastalıkla mücadele için romantizmin araçsal kullanımı (bağımlılık tedavisinde hastaya dozunu azaltarak madde verilmeye devam edilmesi gibi) mecburiyetini de bir "sorun" olarak ortaya koymak toptancı bir yaklaşım olmuyor mu? Biraz provokatif bir soru olacak ama, tabandan gelmeyen ya da tabana inecek kanallar bulmakta zorlanan rasyonel düşüncelerin toplumsal zemin kazanması için dolaylı yollara (söylem oyunlarına) başvurmaktan başka şansı var mı? 

Elbette bunlar tehlikeli oyunlar. Dini ve/veya milli duyguları istismar eden cenahla sağcılaşma yarışına girme tehlikesini de barındırdığı, bu tehlikenin ne yazık ki realiteye dönüştüğü de yadsınamaz. Fakat her zaman böyle olmak zorunda değil. Üç yüz sayfalık kitapta yalnızca üç sayfada ele alınan sol büyülü gerçekçilik, "sorunlu romantizm" torbasına bu kadar kolay atılamasa gerek.

13 Aralık 2018 Perşembe

Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri - Hasan Aksakal

Hasan Aksakal'ın adını ilk kez nerede, nasıl duyduğumu hatırlamıyorum ama belli bir süredir takip ediyorum. Türkiye'de yeni tartışma başlıkları açabilme potansiyeli vaat eden isimler arasında en genç simalardan biri. Kendini siyasal olarak muğlak bir yere konumlandırışı da tehlikeli sulara girmeden, yıpranmadan bir şeyler yapmaya çalışmak isteyen bir "teknokratik" akademisyen olduğunu gösteriyor. Son olarak Vakıfbank'ın kültür yayınlarının editörlük görevini alması da bu yatırımının meyvelerini toplamaya başladığı anlamına geliyor gibi. Ben bu akademisyen tipine açıkçası çok kızamıyorum; çok enteresan, verimli sahalar keşfedip üzerine gitmek istiyorlar, bunun için bazı dengeleri tutturmaya gayret göstermeleri gerektiğinin farkındalar. Ha neticede yaptıkları işler kültür dairesi içinde sınırlı kalıyor, o da onların bileceği iş.

Image result for Politik Romantizm ve Modernite EleÅŸtirileri - Hasan AksakalHasan Aksakal Türk akademisinde romantizm çalışması konusundaki boşluğu görmüş ve yüksek lisanstan itibaren çalışmalarını bu alana yoğunlaştırmayı tercih etmiş. Önce bir tür literatür taraması olan bu çalışmasını düşük profilli yayınevlerinden bastırıp "Tanzimattan Günümüze Türk Politik Kültüründe Romantizm" adlı doktora çalışmasını, yani Türkiye vakasını ise İletişim etiketiyle yayınlatmasını bilmiş (onu da yazacağım). Kendisi çok çalışkan bir genç akademisyen, çalışmalarının arka planındaki yoğun okuma-araştırmayı her satırında hissettiriyor. Fakat daldığı alan derya deniz, hatta tabiri caizse Titanik batıran okyanus, insan ne kadar iyi yüzücü de olsa pusulasını şaşırmaması, dev dalgaların arasında kaybolmaması imkansız. Aksakal'ın çalışması da bu sorunla malul. Herhangi bir kavramın başlıca özelliklerini tespit edip alt dallarını buna göre sınıflandırmak, coğrafi yayılımına ve dönemlerine göre ayırıp gelişim/gerilim çizgilerini takip etmek zor iş. Hele ki "modernite eleştirileri" dediğiniz zaman iş iyice imkansızlaşıyor. Güneş altında modernite hakkında söylenmemiş söz mü kalmış?

Aksakal'ın bir başka sorunu moderniteye getirilen neredeyse bütün eleştirileri "romantizm" başlığı altına toplamak. Doğaya dönüş dedin, romantiksin, ütopya istedin, romantiksin, aman geleneklere dikkat dedin, romantiksin. Mefhum-u muhalifinden bakıldığı zaman, yani "kim romantik değil" diye sorulduğu zaman, geriye bir kişi bile kalmıyor. Buradan sonra da tek bir kitapta Marx'la, Weber'le, Nietzsche'yle hesaplaşmak gibi imkansız bir görevle karşı karşıya kalan yazar, ciddi açıklar veriyor.

Örneğin sf 124'te: " 'Gasıpların malları gasp edilecektir' vaazıyla yeni gasıplar yaratan bir düşünce [...] bugün şikayet ettiği düzenin tam da sürekliliğini [anlatım bozukluğu yazara ait] sağlamış olmayacak mıdır?" diye soran Aksakal, Marksizmdeki özel mülkiyetin kaldırılmasının ciddi ciddi burjuva sermaye birikim modeliyle aynı kefeye koyabiliyor ya da daha vahimi, yine Marx için " 'Ezilen bir sınıf, sınıflar çatışması üzerine kurulmuş bir toplumun yaşama koşuludur,' diyerek, dünyada daima sömürüye ve istismara ihtiyaç duyulduğunu iddia ediyor ve belki de kendi benliğindeki bencilliği ortaya döküyordu [vurgu bana ait]" diyebilecek kadar komikleşiyor (sayfa 137).

Hal böyle olunca yazarın neredeyse yaptığı bütün okumayı üzerimize boca ettiği, tam da olması gereken yerlerde referans bulunmayan, çok da elzem olmayan yerlerdeyse bol referanslı bir kitap ortaya çıkmış. Öte yandan yoğun bir okumanın sonucu olduğu için ilham verici ve gerekli durumlarda başvuru metni olarak kullanılabilirliği yüksek. 

3 Aralık 2018 Pazartesi

René Girard - Romantik Yalan ve Romansal Hakikat

Çok banal bir şey söyleyeceğimin farkındayım ama bu kitaptan bahsedebilmek için bu konuya maalesef girmek zorundayım: Spekülatif/nitel araştırmaların nicel çalışmalara göre en sorunlu yanı sınır belirleme. "%95 güven aralığı" veya α - β hata parametreleri gibi tamamen hesaba dayalı bulguların edebiyat eleştirisinde çok fazla yeri olmayacağı kesin. Fakat bir olguyu kavramsallaştırma amacı güden bir araştırmanın, o olgunun temel özelliklerini sarih bir biçimde ortaya koymak, koyulan bu sınırların muhtemel sorunlarının altını çizmek, mümkünse pozitif ve negatif örneklerle de test etmek gibi bir yükümlülüğü olmalı. Ortaya "Bütün meyveler elmadır" gibi iddialı bir önerme atıp portakal gerçeğiyle karşılaşınca "İşte turuncu, çok daha sulu ve c vitamini açısından zengin bir elma" diye yan çizerek komik duruma düşmemek için, bir zahmet önce elmayı tarif edeceksiniz.

Nitel çalışmanın sorunu işte budur: Hipoteziniz asla "fail to reject" riski barındırmaz. Argümanlarınız ikna edici olmaktan çıkar, o kadar. Ama sizi tutturduğunuza yutturabilmekten alıkoymaz. İşin bu etik kısmı size kalmış demektir. René Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat'te işte bu etiği yok sayan bir "performans" sergiliyor.

Image result for René Girard - Romantik Yalan ve Romansal Hakikat
Girard muhafazakar bir Hristiyan. Dönemindeki egemen varoluşçu felsefenin çaresizce anlam arayışının da teşvikiyle, hayatın sekülarizasyonunun insanı ittiği içsel boşluğu modern dünyanın temel problemi olarak görüyor. Bir başka deyişle, "Tanrının ölümünün ilan edildiği çağda modern birey Tanrıya dönmediği müddetçe çıkışsızdır" gibi bir düşüncesi var. Kitabı da bu düşünceden hareketle yazıyor. Fakat oldukça su götürür bir tezle: Girard'a göre Cervantes'ten itibaren bütün büyük romancılar, örneğin Flaubert ve Stendhal, fakat bilhassa da en büyük romancılar Proust ve Dostoyevski tam da Girard gibi düşünmektedirler ve bütün edebiyatlarını bu düşünceye vakfetmişlerdir.

Girizgahtaki elma örneği bu noktada Girard'ın tezini kanıtlamak için ortaya attığı yönteme denk düşüyor. Yazarın "üçgen arzu" adını verdiği bir tema var: Ona göre modernite öncesi kişilerin sahip oldukları (Tanrı kaynaklı ve hakiki) "mana" onların "doğal" arzularla eyleyen bireyler olmalarına imkan tanıyordu. Oysa Tanrının ölümü sonrası insanlar, referans noktası teşkil edecek bir hakikatten yoksun oldukları için, arzularını sahte bir tanrının dolayımından geçirmek zorunda kalmaktadırlar. (Bu sahte tanrının seçilme sebebi ise anlam arayışı içerisindeki çaresiz bireyin söz konusu kişinin "ateistlerin içindeki korkunç boşluk"tan muzdarip olmadığını zannetmesi, bu nedenle onunla özdeşleşerek bu "ontolojik hastalığı" yenme hayali kurmasıdır.) Arzu eden özne ile arzu edilen nesne arasındaki (Tanrının varlığının anlamlı kıldığı) bağın kopması sonucu araya bir "mediatör" girer, onun gibi olabilmek için onun gibi arzu edilir, bu da "arzu eden"ve "arzu edilen"in yanına "arzu ettiren"in eklendiği bir "üçgen" oluşturur. Üçgen arzu, diyor Girard, modern dünyanın hakikatidir ve her kim ki bu hakikati ifşa eder, o kişi gerçek romancıdır, kim ki bu hakikati örter ve arzunun doğal ve aracısız olduğunu iddia eder, o kişi (kelimenin pejoratif anlamıyla) romantiktir. Ve böylece yukarıda adı geçen yazarların romanlarında "üçgen arzu" motiflerini tespit etmeye girişiyor.

İşte işin bu tespit kısmında "elma"yla "portakal" arası sınırlar da muğlaklaşmaya başlıyor. Girard, "üçgen arzu"yu gördüğü yerde yakalıyor, yakalayamadığı yerdeyse (bir file "Abi valla ben zürafayım" dedirten meşhur MİT fıkrasındaki gibi) "üçgen arzunun diyalektik biçimde ters dönüşü" ve benzeri kanırtmalarla üçgen arzu olmayan ilişki biçimlerine "abi valla ben üçgen arzuyum" dedirtiyor.

Sorun yalnızca yöntemle de sınırlı değil. Koskoca bir sanat türünü yalnızca bir hakikate işaret edip etmemesi üzerinden, hatta o da değil, yalnızca bir hakikate işaret ettiği varsayılan bir temayı içerip içermemesi üzerinden yargılayan ve "şunlar romandır, bunlar değildir" diye tam ortadan ikiye bölen bir estetik kriter olabilir mi? Hele hele roman sanatına kendisi gibi bakmayanları (örneğin romantik varoluşçuları) "ben ve öteki" ayrımı yapmaları üzerinden Maniheist olmakla itham ederken bu kadar kaskatı bir "iyiler ve kötüler" ayrımına giderek Maniheizmin dibini sıyırmasındaki ironi paha biçilemez. 

"Dibini sıyırmak" gibi amiyane bir tabir kullanıyorum ama boşa değil. Çünkü tam da Maniheist "iyiyle kötünün ezeli ve ebedi savaşı" doktrininden hareketle, romancıları "hak vs bâtıl" kavgasının içine sıkıştırıvermek için tarihsel/toplumsal bağlamları öylesine yok sayıyor ki yayım tarihleri arasında 300 koca yıl olan Don Kişot ile Kayıp Zamanın İzinde'yi aynı söylemde buluşturmayı marifet bilip bunu da "romansal dehanın birliğine" yoruyor Girard.

Bitti mi? Bitmedi. Sorunların devamı da var. Bu "ezeli" ve "ebedi" mücadele Girard için yalnızca tek bir coğrafyada, Hristiyan Batı'da geçiyor. Hipotezini tabi tuttuğu verinin yönetilebilir olması için belirlenmiş bir sınır falan değil bu üstelik, hipotezinin yalnızca bu coğrafya için geçerli olduğunu da kabul etmiyor. Aksine, açık açık "Hristiyan simgeciliği evrenseldir çünkü yalnızca o romansal deneyimi biçimlendirebilir" diyecek kadar küstah bir Batı merkezciliği var. 

Bu sorunlar bir yana, ben Girard'ın kitabında tam bir muhafazakar ahlaksızlığı tespit ediyorum. "Modern bireyin Tanrı'ya dönmesinin gerekliliği" hakkında doğrudan argüman sunmak yerine büyük olduğu tartışma götürmez yazarları kendi arzusu doğrultusunda yorumlayarak taşeronlaştırıyor Girard (Cem Yılmaz'ın "Karacoğlan der ki..." esprisini hatırlayın). Türk tipi muhafazakarın arkasında duramadığı görüşleri için "Batı'da da böyle," demesinin bir benzerini görüyoruz da denebilir.

Bir sözüm de kitabın Türkçe'deki yayıncısı Metis'e ve Metis Eleştiri dizisinin yayın yönetmeni Orhan Koçak'a. Girard ve eserinin muhafazakarlığı hakkında (en basit internet aramasıyla edinebileceğiniz) herhangi bir bilgiye "nedense" kitabın arka kapağında, yazarın kitaptaki biyografisinde ya da Orhan Koçak beyefendinin yazdığı "sunuş"ta rastlamak mümkün değil. Tesadüfe bakın... Üçte sıfır. Bir yayınevi, bastığı kitabın tezini okurdan saklama gereğini niye duyar? Cinayet romanı değil ki bu sonunu saklayasınız! 

Öte yandan kısacık arka kapak yazısına eserin bir Marksist kuramcı tarafından övüldüğü bilgisini eklemek unutulmamış. Acaba diyorum, kitabın tezinin muhafazakar olduğu bilgisi özenle sansürlenip Marksist övgüyle parlatılmış olmasının arkasında muhalif okuru tuzağa düşürmeye yönelik bir satış kaygısı olabilir mi? 

Ama sonra düşünüyorum da koskoca Metis ve eleştiri dünyamızın rock star'ı Orhan Koçak bu kadar alçalacak değil ya...