27 Kasım 2017 Pazartesi

Bitik Adam - Thomas Bernhard

Yine bir Tanpınar tespitinden yola çıkarak yorum yazacağım, kimse kusura bakmasın. 

Tanpınar'ın bir pasajında Proust'u överken Stendhal ve Dostoyevski'ye "ikinci derece psikologlar" diye dudak büktüğünü okuduğumda şok olmuştum. (Tespit doğrudur yanlıştır o ayrı, ama görünen o ki o zamanlar ya sevdikleri yazarları kültleştiren fanlar yokmuş, ya bu fanlar şimdiki gibi linççi değilmiş ya da Tanpınar'a yetirecek güçleri yokmuş.) Ben Stendhal hiç okumadım, bilemeyeceğim ama Dostoyevski'yi, hele ki psikoloji söz konusu olduğunda, ikinci klasmana yerleştirmek için gerçekten çok iyi argümanlara sahip olmak gerek. 

Kendi tipine bakmadan elalemden
iğrenen Bernhard'ı görüyorsunuz
Benim Bernhard için pek güçlü argümanlarım yok, zaten Bitik Adam okuduğum ilk kitabı, fakat genelde pek de şaşmayan edebi sezgilerim bana Bernhard'ın genelde de en az bu kitabındaki kadar "üçüncü derece psikolog" olduğunu söylüyor.

Bu kısa romanda piyano eğitiminde tanışmış üç genç yetenek söz konusu. Biri sonradan dünya çapında virtüöz olmuş (gerçek bir karakter, Glenn Gould), biri anlatıcı, bir diğeri ise Gould'un dehası karşısında kişilik buhranına sürüklenen Bitik Adam.

"Üç", çatışma için muhteşem bir sayıdır aslında, hatırlayınız: İyi, Kötü, Çirkin ve üçlü düello vesaire... Siyah versus beyaz, iyilik versus kötülük vb. olarak hemencecik indirgenebilen, çocuksu, kaba karşıtlığı Ayşe Teyze'nin iyi temizlenmemiş çamaşırlara yaptığı gibi yırtıverir üçüncü taraf. Daha doğrusu bu bir imkandır, kullanılabilirse. Fakat bu kitapta bu yok. Adının da işaret ettiği üzere, üç silahşörden yalnızca birine odaklanıyor tüm anlatı, üstelik anlatıcı da olaya dahil olduğu halde. Bitik Adam'ın kişilik oluşumunda/buhranında anlatıcıya pay verilmediği gibi anlatıcı da kendisini herhangi bir kriz içerisinde konumlandırmayınca üçün biri yine boşa düşüyor ve elimizde kaybedenin kendi kafasına sıktığı teke tek bir düello kalıyor.

Burada kaybeden vurgusu pek önemli değil, siz ona Dostoyevskiyen bir tabirle "yeraltı insanı" vb. de diyebilirsiniz. Bu tipleri ezbere biliyoruz artık, haset duygusu içerisinde kıvranan, fakat şiddeti kendi varoluşuna yönelten vb. şablon karakterler... Bernhard da bize bu şablondan zerre kadar şaşmayan bir portre sunuyor.

Peki anlatıcı ne yapıyor, "ben anlatıcı" kullanımı ne işe yarıyor? Bence hiçbir işlevi yok. Yalnızca yazara Bitik Adam'ın hazin macerasının izini sürme kisvesi altında fırsat bu fırsat diyerek aklına gelen her konuda nefret saçma olanağı tanıyor. 110 sayfalık kitapta tahminimce yüz kez kadar "iğren-" kökünden gelen kelime geçiyor, kendimden iğrendim, iğrenç restoran, iğrenç toplum, bu sabah iğrenerek uyandım vesaire... Hani nanemolla bir okur gerçekten de sırf iğrenmeli kelime kullanımı nedeniyle kitabı okurken mide rahatsızlığı geçirebilir. Bu iğrenilen şeylere dair tahlillerse hiç yerinde değil, bunlar çoğunlukla tahlil bile değil, burnu havada birinin çemkirmelerinden öte hiçbir şey değil. 

Bu nedenle kitap sık sık kendini tekrar ediyor, öykünün yeni veçheleri kendini gösterdikçe tahmin edilebilirlik artıyor ve açıkçası kitap "sürpriz son" ile noktalandığında insan Bernhard'dan iğreniyor. Dostoyevski'ye kurban olun siz.

13 Kasım 2017 Pazartesi

Jules Verne - Edom,Frrit-Flakk,Humbug (Fantastik Öyküler)

Edebiyatçılar üzerine yazılan tezlerden nefret ederim. Bu çalışmalar çoğunlukla zorlama olurlar, edebi ürünlere boylarını fazlasıyla aşan önemler atfederler. Ama sanırım Jules Verne üzerine yazılan nitelikli bir tez basılsa parası neyse verip alırım. Hele ki "çocuklara pozitif bilimi sevdirme" misyonunun Jules Verne edebiyatına bindirilmesi olgusu başka ülkeler için de geçerli midir, ciddi merak ederim. Bir de Jules Verne'nin döneminin toplumu ile ilişkisini tabii, çünkü metinlerine baktığımızda denizler altıydı, aya yolculuktu derken Jules Verne için bilim toplumdan kaçıştan başka bir anlama gelmez. Zaten bu iki husus birbiriyle ilişkilidir bence: 19. yüzyılın bilim sevdasına toplumsal ilerleme ve refah gibi somut imkanlar üzerinden değil, dünyayla oyuncak gibi oynayabilecek olmanın heyecanıyla kapılmış gibidir Jules Verne. Bu yönüyle bilime yönelik heyecanı saf bir çocukluktur. İşte tam bu yüzden yeni felsefi/toplumsal sorgulamaların alanı olan bilimkurgu türü onun elinde çocuksu bir macera oyunu olur.

Jules Verne'in daha önce hiç duymadığım, tesadüfen karşılaşınca nostaljik bir merak içinde bitiriverdiğim bu kitabı da görüşlerimi değiştirmedi. Jules Verne gerçekten bir edebiyatçı olarak çok kötü. Kullandığı edebi tekniklere bakılarak değerlendirildiğinde ona "edebiyatçı" demek, eline makas alan herkese "terzi" demekten farksız. Fakat resimdeki bu sakallı makallı adamın bilimin herhangi bir dalını gözünün önüne getirdiğinde "Bu bilim ne maceralara kapı açar be!" diye kendisinden hiç beklenmeyecek şekilde kapıldığı o çocuksu heves ne yalan söyleyeyim bende tuhaf bir saygı uyandırıyor.

Haruki Murakami: Kafasına Sputnik Kadar Roman Düşesice

Image result for haruki murakami sputnikNasıl ki Kaleci Hayrettin işini yapışından çok yapamayışıyla kültleşmişse, Murakami de benim için edebiyatın Nobel'i alamayanıdır. Sputnik Sevgilim'i okuyacak kadar sabır sebat sahibi olan okusun, neden alamayacağını da anlayacaktır. Aynı adla barış ödülü de verilirken, edebiyat komitesinin o kadar da zalim olabileceğini zannetmiyorum. 

Tevekkeli, Sahilde Kafka, 1Q84 gibi kitaplarının yazılışıyla ayrı, Türkçeye çevrilişiyle ayrı kopardığı yaygaraların daha etrafımdaki bir Allah kuluna çarpıp yankılanmışlığı olmadı. Zaten bir yazarın "X kitabıyla çok ses getirdiği" haberini ancak Y kitabı çıktığında duyduğumuzda o yazarın bir pazarlama balonu olduğunu anlarız. Sinema sektöründe gişe rekorları kırmış bir filmin rüzgarıyla keriz avlamak için çekilen filmlerin tanıtımında kullanılan bir pazarlama yöntemi vardır (örneğimiz Matrix olsun): "Matrix'i sevdiyseniz Equilibrium'a bayılacaksınız!" Sanırım Murakami'nin kendini pazarlamadaki benzer çırpınışlarını yukarıda adı geçen kitaplarındaki aciz anıştırmalar da ele veriyor. Hem de hiç saklama lüzumu duymadan. Kafka'nın "gerçek edebiyat" pırıltısını al, fakat bunalım munalım gibi çağrışımlardan arındırmak üzere sahile yatır. Hemen şimdi açıp bakalım, eminim ki "yaz kitapları" öneri listelerinin ciddi bir kısmında Sahilde Kafka demirbaştır. 

"Sputnik Sevgilim" kitabına gelince, Kitabın içi de pek farklı değil, adeta bir anışveriş listesi "N" burada kasıtlı, "An gülüm, ver gülüm" hesabı. Çevrimiçi alışveriş sitelerinin "Bunu alan bunları da aldı" taktiğine göz kırpan anıştırmalar, okurun sahip olduğu varsayılan kültürel tüketim paketine göndermeler... Ayrıca pek de masum olmadığı düşünülebilecek Toyota vb. ürün yerleştirmeler. 

Yani yazar çoksatar olmanın tüm gereklerini yerine getiriyor. Bunun doğrudan sonucu olarak ise içerik bomboş. Çeviri hatası mı bilemeyeceğim ama kitabın kalitesini göstermesi açısından oldukça iyi bir örnek olduğunu düşündüğüm bir alıntı mesela: "Kimseyi rahatsız etmeyecektim. Kimseye rahatsızlık vermeyecektim." İlkine hiçbir şey katmayan ikinci bir cümle - ki linguistik olarak mümkün olsa eşdeğer bir üçüncüsü de yardıma gelirdi muhtemelen. İşte kitap da böyle, bir cümleyi iki yapmak, bir sayfaya sığacak hikayeyi on sayfaya çıkarmak için şişiren fazlalıklarla dolu. Fakat elbette senin benim için saç baş yolduran bu saçmalıklar, gerizekalı okurlar için tüketimi kolaylaştırmasıyla ideal bir yere oturuyor.

Kitabın anlattığı olaya, derdinin analizine falan hiç girmiyorum, çünkü boş. Bomboş. Aklı olan kendini korusun.

Puan: 3.5/10

7 Kasım 2017 Salı

Ağır Roman - Metin Kaçan

Filme uyarlanmak çoğu zaman bir kitap için büyük şans, kıyıda köşede unutulmuşken bestseller'lığa bile götürüyor. Bazı kadersiz kitaplarsa sırf uyarlamaları kötü olduğu için okunacağı varsa da okunmuyor. Sanırım Ağır Roman daha çok bu ikincisine giriyor (tabii özgün bir şekilde, çünkü o kötü uyarlama, okumayan kitlenin çok sevdiği bir film olmuş).

Roman hakkındaki eleştirileri henüz okumadım. Ne de olsa Bakhtin'in 'karnavalesk' kavramıyla incelendiğine eminim. Bu yüzden bunu geçiyorum. Benim dikkatim kitabın daha çok lugatına odaklandı ve bu yönüyle romanı belki de en çok ilişkilendirilemez olana, Yaşar Kemal romanlarına benzettim. Yaşar Kemal'in bilhassa Çukurova romanlarında yazarın "ev sahipliğini" hisseder okur. Bazı kelimeleri bilmez, oralı değilse bilmesine imkan yoktur. Bu kelimeleri sözlüklerde arasa da bulamaz, bulsa da kendi lugatına katamaz, eğreti durur. O yörenin toprağı, sermayesi başkalarının; dili ise Yaşar Kemal'in tasarruf alanıdır. Yaşar Kemal böylece coğrafyanın diline olan "hakimiyetiyle" toprak egemenlerinin meşruiyetinin altını oyar, onlara meydan okur. Bu şekilde dil vasıtasıyla mekanı entelektüel alanda ele geçirir. Okur, "Yaşar Kemal'in Çukurova'sı"nın gerçekliğine meyleder. 

Yaşar Kemal dışında kendine has bir lugat vasıtasıyla kendi mekanında hak iddia eden bir başka yazar hatırlamıyorum (Hakan Günday'ın Malafa'daki şifreli dili apartman çocuğu işi bir oyun kurgusu olduğu için o kitabı saymıyorum). İşte Metin Kaçan bende bu etkiyi yarattı. Argoyu albenili bulup da sonradan derdini anlatabilecek kadar öğreneninkilerden çok farklı, kendi kenar mahallesinin diliyle (argo değil) şiir yazan bir dil Metin Kaçan'ınki. 

Benzer şekilde, normalde Çukurova'nın dağlarında yolunu kaybedecek okur nasıl Yaşar Kemal'in rehberliğinde patika patika geziyorsa, Dolapdere'ye kolay kolay giremeyecek (girince de belki de çıkamayacak) okur da Metin Kaçan'la birlikte Dolapdere'nin karanlık sokaklarında bitirimlerle fink atar.

Benzerlik bununla bitmiyor: Yaşar Kemal, ele aldığı coğrafyadaki entelektüel hakimiyetini ideolojik bir müdahalede bulunma imkanı olarak nasıl kullanıyorsa ("Tanrı"sı olduğu kurmaca Çukurova'nın içinde iktidarı nasıl sembolik olarak İnce Memed'e aktarıyorsa) Metin Kaçan da Ağır Roman'da aynısını Gıli Gıli Salih için tatbik eder.

Tüm bu yönleriyle düşünüldüğünde, Metin Kaçan'ın 90 sonrasında belirgin biçimde kırdan mahalleye kayan yoksul nüfusun sosyolojisini mikro ölçekte (başka türlüsü de pek mümkün değildir) ortaya koymakla kalmayıp (örneğin öve öve bitiremesem de Minare Gölgesi bununla sınırlı kalıyordu) mahalledeki mikro-politikaya ve bu kapsamdaki imkanlara da değinerek, laf yobaza, esnaf çakallığına vb. geldi mi lafını da esirgemeyerek adeta beklenen her şeyi veriyor.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Uyku Krallığı - Kerem Eksen: ya da Ertuğrul Özkök ve "Gelin İtiraf Edelim" Konsepti (Spoiler İçerir)

Tanpınar, romanın Batı'daki ve bizdeki eşitsiz gelişimini açıklarken Hristiyanlıktaki günah çıkarma geleneğinden söz eder. Buna göre romanın Batı'dan yükselişinin sebebi Hristiyan bireyin bu kendi içine dönme alışkanlığıdır. Bu tespitin kaldıramayacağı kadar su yüklemek istemem, fakat buradan ilhamla açılabilecek yeni bir bahis var: Vicdan azabı dürtüsü ve kul hakkının sorulacak olması korkusu hariç tutulursa, bizde "itiraf" proaktif değil reaktif bir eylemdir, zira "suçüstü" yakalanmanın ya da ciddi ithamlarla muhatap olmanın bir neticesidir. Resmi (polis, savcı vb.) ya da gayrı resmi (sms'leri okuyan kıskanç eş) bir iddia makamına karşı yapılır. Bu minvalde objektif değil subjektiftir, yaptığını bütün çıplaklığıyla anlatmanın değil mümkün mertebe reddetmenin, çarpıtmanın, reddedilemeyen yerdeyse "Yaptım ama sor bir neden yaptım,"  açıklamaları iliştirmenin pratiğidir. Fakat elbette toplumlar ne homojen ne de sabittir, dolayısıyla "Bizde bu iş böyle olur," demek fazla toptancı bir hüküm. Üstelik bu noktada kanımca Doğu'yu da, Batı'yı da birleştiren nevzuhur, ince bir taktik var: "Samimi" itiraf. "Yaptım ve pişmanım" da değil, "Yapmadım" da. Daha çok şu: "Yaptım ama hangimiz yapmazdık ki?"

Her ne kadar kendisi "Uyku Krallığı, bir itirafnameden ziyade, bir hatırlama sürecinin ve bir halet-i ruhiyenin anlatısı benim için," dese de Kerem Eksen'in Uyku Krallığı'nı okurken bu "itiraf" pratikleri üzerine düşündüm.

Öncelikle neyin itirafı olduğunu ortaya koyalım. Kitabın kısa özeti bile bu konuda yeterli fikir verecektir: Öğretim üyesi, "şairlik geçmişi olan" bir tarihçi, Fikret, adı açıkça anılmasa da Gezi benzeri bir eylemlilik esnasında ve üstelik kendi okulunda da bir işgal söz konusuyken hasta olduğu için bir Pazar günü salonda yatmakta, dünü ve bugününü düşünmektedir. Dolayısıyla itiraf da orta sınıfın politik ve etik falsolarının itirafı.

Burada bir parantez açalım: Gezi'nin edebiyatımıza yansımasının nasıl olacağı Gezi'den beri tartışma konusu. Başlı başına bir "Gezi romanı" olmasa da Gezi'nin ciddi bir unsur olarak öne çıktığı Uyku Krallığı'nı Gezi'den beri tartışma konusu olan bir başka hususla birlikte ele alalım: "Gezi bir beyaz yakalı isyanı mıydı" meselesi. Bana kalırsa Gezi elbette karmaşık bir sosyoloji içeriyordu, içinde Ethem Sarısülük'ün de, Okan Bayülgen'in de yer aldığı (biri canını verirken öbürünün parkta kitap okuyup ertesi 1 mayıs'ta polisle selfi çektirdiği) bir olaydan söz ediyoruz. 

İşte bu karmaşık sosyolojinin farkında olan ve romanında da bunu teslim eden Kerem Eksen de temsilcisi olduğu entelektüel küçük burjuvazinin yalnızca Gezi hakkındaki düşüncelerini değil, bir bütün olarak ideolojik konumlanışını samimi bir biçimde yansıtıyor, samimi olamadığı yerlerdeyse bahaneler üretiyor. 

Biraz detaylara girelim. Roman yazmak istiyorsunuz ama "o ilk cümleyi" bir türlü bulamıyor musunuz? Peki şu nasıl:

"Bazen Amerika'daki yıllarımızın Nilgün'le geçirdiğimiz en güzel zamanlar olduğunu düşünüp üzülürüm."

Bu itirafla başlıyor Kerem Eksen romanına. Orhan Pamuk'un "Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum"unu çok ama çok andıran, yazarın roman boyunca kendini defalarca kanıtlayacak olan dil yeteneğinden -nedense- eser barındırmayan, iddiasız mı iddiasız, handiyse "itici" denebilecek bir giriş cümlesi bu. (Romanın tarzı da bu anlamda çok ilginç: Kerem Eksen kalemi eline almış ve iyi mi kötü mü olduğuna bakmadan -müthiş bir samimiyetle- cümleleri ardı ardına eklemiş gibi, tek bir harf silmemiş sanki.) Fakat? Fakat, samimi işte. "Üzülüyor" bir kere yazar, okur daha ilk cümleden empatiye çağrılıyor. Yazarın ve Nilgün'ün Amerika'nın dışında geçirdiği zamanlarda üzülecek bir şeyler var, mendilleri hazırlayın.

Peki ne vardır bu Amerika'da da, en mutlu anlar orada? Neler yok ki: 

Yeniyetme tarihçimizin rol modeli oradadır bir kere. Buradaysa akademi vicdansız, faşist öğretim üyelerinin elindedir. (Peki bu yanlış bir tespit mi, tartışmasını sonraya bırakalım.) 

Orada banliyö evinizin camından baktığınızda huzur bulursunuz, buradan bakınca hiçbir ortaklık kuramayacağınız insanları taşıyan arabalar görürsünüz. (Gerçi samimiyetle itiraf etmek lazım: Sizin camınızdan barikatların kurulduğu Sultanbeyli, Gazi, Okmeydanı, Taksim görünmüyosa sizin suçunuz ne? Sizin neden o barikatlarda ya da o mahallelerde olmadığınız sorulacak olabilir, bunu da sonraya bırakalım.)

Oralı (genel olarak Batılı) olana ne mutlu ki yaşadığı şehrin yıkımını görmeyecektir. Oysa İstanbul'un kaderi Beyrut'la, Bağdat'la birdir. Biz, İstanbul'un yıkılışını göreceğiz (sf 150).

Özetle, fazlasıyla tanıdık Batı'ya kaçma argümanlarını edebi formları içerisinde buluruz romanda.

Ama şimdi sonraya bıraktığımız tartışmalara dönelim: 

Batı'daki akademi gökten zembille inmedi, mücadele edersek buradaki akademi de nitelikli olabilir, mi diyorsunuz? Doğu'nun kaderi yıkım değil, biz de barikattaki, işçi mahallesindeki yerimizi alabiliriz, mi diyorsunuz?

Yahu siz kiminle dans ediyorsunuz kuzum? Burjuvanın zihin dünyası zaten zengindir hani ya, en çok da mücadeleden kaçmanın teorisiyle doludur.

Bu romanda burjuva kaçışçılığının olumlanması kahramanımızın tarihçiliği üzerinden halledilir: "Her şey her zaman kötüye gider: tarihin yasası" (sf 194).

Elbette "tarih" yalnızca edebi bir tercih. Kahramanımız söz gelimi astrofizikçi olsaydı da bu kaçışçılığın teorik altyapısını pekala doldurabilirdi: Hani dünyayı çok da önemsememek için "koca kainatta bir toz zerreciği" olma söylemi vardır, sen ne kadar ciddiye alırsan al, kainatın büyüklüğü karşısında ne olduğunu düşündüğünde her şey anlamsız gelir. Evet bu yöntem insanın gözünde büyüttüğü acılarla mücadelesi için oldukça faydalıdır, fakat aynı mantıkla ilerlendiğinde bütün ahlaki değerlerin, bütün mücadelelerin de hükmü kalkar (aklıma gelmişken konuyla ilgili bir espri için bkz). 

Kerem Eksen, romanda bunu tarih ile yapıyor: Koskoca bir tarih var ve biz küçücük bir noktayız. Devasa "Tarih"e karşı bizim hükmümüz nedir ki? 

Hele hele bu tarih devingen değil de, durağan, hatta hatta topyekun bir gerileme dönemindeyse? "Bir çölü geçmek zordur" hadi ya, "peki bir çölde doğduysak?" (sf 177)

Hele hele harcanıp giden İran devrimcilerinin anısı hafızamızda tazeyken, değil mi ya? Romandaki İranlı karakterimizin, devrimci babası hakkındaki sözlerini hatırlayalım: Artık Amerika'da yaşayan İranlı İsmail " 'Bizim devrimimiz' denen şeyden söz ettikçe öyle bir devrimin hiçbir zaman yaşanmadığını, dönüp bakıldığında öyle bir ihtimalin zaten çok ama çok uzak göründüğünü..." söyler babasına. (sf 93) Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! (Hem zaten o baba şimdi senede 400.000 dolar kazanan bir doktordur, fırsatlar ülkesi Amerika'da.)

Bu kapsamda romana kasten yerleştirilmiş olan flagellantların hikayesi devreye girer. Durup dururken, kendilerini kırbaçlayarak gezen bu tarikatın fikir babası Joachim Von Fiore'nin tarih anlayışını öğreniriz: Meğer "[...] kayda değer hiçbir şeyin vuku bulmadığı [...] uyku çağları" vardır (vurgular yazara ait) bu anlayışa göre  "[...] gaflet içinde doğan, yaşayan ve ölen kuşaklar, beyhude geçen ömürler..." (sf 198). 

Evet, aranan "bulgu" özetle budur: "Bir şeyler oluyordu hep, evet, bütün dünyada durmadan bir şeyler oluyor ve hiçbir yere varmadan, öylece olup duruyordu." (sf 212)

Madem bir şey değişmeyeceği bilimsel olarak gösterilebiliyor, şu üç günlük dünyada devrimci olmaya değer midir?

Bitmedi. İşin tarihsel olduğu kadar, felsefi boyutu da var. 

Romanda kahramanızım Fikret'in Alman dostu, tarihçi Wolfgang aynı zamanda dağcıdır. Şöyle der Wolfgang, dağcılığı hakkında: "[Yukarıdan] baktığımda herkes haklı görünür gözüme, tabii aynı zamanda da herkes haksızdır ve bu ikisi aynı şeydir, neticede her şeyi olduğu gibi kabul ederim, evet, hepsi kabulüm der dururum içimden, olan biten neyse kabulüm. Böylelikle nihayet kurtulduğumu, o aşağıdaki aptallıkların artık bana dokunamayacağını düşünüp sevinirim - ve aslında bu his de aptalcadır." (sf 201)

İşte küçük burjuvanın samimiyeti tam olarak buradadır: Hayatını üzerine inşa ettiği zeminin aptallık olduğunu adı gibi bilir, ama bunu yine de yapar ve bunu saklama gereği bile duymaz. Nihilizmi sorumluluktan kaçışı için bir kalkan olarak kullanır fakat aynı nihilizmden yola çıkarak hazdan kaçmaz örneğin. Şöyle der kahramanımız: "Hepsi kabulüm, deyip duracaktım, tarihçi olmaya geldim ben Wisconsin'e değil mi, evet ya, çok iyi bir tarihçi olacağım" (sf 202). (Her şey anlamsızken çok iyi bir tarihçi olmanın ne anlamı varsa artık?)

Koca kainatta bir toz zerreciği olduğu için dünyayı önemsemez, ama paradoksa bakın ki dünyanın içinde bir toz zerreciği olan kendinden daha önemli bir şey de yoktur. Ünzile'nin öyküsünü anlatan Sezen Aksu şarkısını yarısına kadar dinleyebilir (sf 185) fakat geçirdiği bir Pazar gününü 230 sayfa boyunca anlatmaya değer bulur! (Hatta tarihçi kahramanımız Fikret, romanda kendine özel bir tarihçi -Fikolog- bile kurgular: bireyselciliğin zirvesi.)

Romanın buraya kadar ele aldığım kısmının çok güçlü bir yanı olduğunu kabul etmem gerek: Ertuğrul Özkök'ün "gelin itiraf edelim" konsepti olarak dimağlara yerleşen ince taktiğinin ustalıklı kullanımıdır bu. Yazar bireysel günahlarının itirafına soyunmamıştır yalnızca, samimiyetiyle okurun da bilinçaltına sızar ve onu itirafa zorlar: "Siz de sorumluluktan kaçmak için benzer bahanelere sığınmıyor musunuz? Siz de bazen Batı'ya kaçma hayalleri kurmuyor musunuz?"

Doğrudur, insanların mücadeleden kaçmak için aptalca bahanelere sığındığı, bazense yalnızca ama yalnızca kaçmak istedikleri anlar vardır. Fakat burada edebiyatın görevi nedir? Bu duyguların ayartıcılığıyla mücadele etmek mi, yoksa onları samimiyet ambalajıyla satışa çıkarmak mı? Yazarın Ertuğrul Özkök'ten farkını bu sorunun cevabı belirleyecektir.

Romandaki karakteri yazarla özdeş değerlendirmem yadırganabilir. Neticede kahramanın görüşleri yazarın görüşlerini yansıtmak zorunda mı? Kerem Eksen bir anti-kahraman yaratmış olamaz mı? Elbette, kahraman-yazar özdeşliğini yekten kurmamak gerekir. Yazar, ideolojik konumlanışını kahramanında değil, kahramanının başına getirdiklerinde gösterir. Ve işte ben de tam buradan hareketle kahramanı yazarla özdeşleştiriyorum. Zira Fikret'in bu kaçışçılığı romanın sonunda bizzat yazarın müdahalesiyle haklı çıkarılıyor. Kitabın sonunda Fikret, evlerindeki kedinin ayağını yanlışlıkla incitmesine sebep olur. O an, kedinin çektiği acıyı hisseden Fikret gaflet uykusundan uyanıverir. Hasta olmasına aldırmadan yatağından fırlar ve devam etmekte olan direnişe katılmak üzere okuluna gider. Fakat o da ne? Direnişçiler taleplerinin mümkün olan en uyduruk biçimde karşılanmış olmasını kabul edip direnişlerini bitirmiş, Taksim'de kutlama yapıyor olmasınlar mıdır? 

Fikret, yaşadığı "uyanış" sonrası okuldaki direnişe katılarak kalıcı bir değişim yaşayacağına, okuldaki mücadelenin "kolpalığı" ile Fikret'in tüm kaçışçılığı haklı çıkarılır. İşte yazarın Fikret'le özdeşleşmesi tam da burada ortaya çıkar.

Kısacası şu sıralar Avrupa'ya kaçma planları yapan, fakat kendini ve çevresini bu kaçışın haklılığına ikna etmek için yeterli psikolojik-felsefi donanıma sahip olmayanlar kendilerine bu kılavuzu sunduğu için Kerem Eksen'e ne kadar teşekkür etseler az. 

Mücadelenin değerine inananlar içinse bu roman küçük burjuva zihin dünyasında bir gezintiden ibaret - fakat yol çok kasisli.