27 Kasım 2017 Pazartesi

Bitik Adam - Thomas Bernhard

Yine bir Tanpınar tespitinden yola çıkarak yorum yazacağım, kimse kusura bakmasın. 

Tanpınar'ın bir pasajında Proust'u överken Stendhal ve Dostoyevski'ye "ikinci derece psikologlar" diye dudak büktüğünü okuduğumda şok olmuştum. (Tespit doğrudur yanlıştır o ayrı, ama görünen o ki o zamanlar ya sevdikleri yazarları kültleştiren fanlar yokmuş, ya bu fanlar şimdiki gibi linççi değilmiş ya da Tanpınar'a yetirecek güçleri yokmuş.) Ben Stendhal hiç okumadım, bilemeyeceğim ama Dostoyevski'yi, hele ki psikoloji söz konusu olduğunda, ikinci klasmana yerleştirmek için gerçekten çok iyi argümanlara sahip olmak gerek. 

Kendi tipine bakmadan elalemden
iğrenen Bernhard'ı görüyorsunuz
Benim Bernhard için pek güçlü argümanlarım yok, zaten Bitik Adam okuduğum ilk kitabı, fakat genelde pek de şaşmayan edebi sezgilerim bana Bernhard'ın genelde de en az bu kitabındaki kadar "üçüncü derece psikolog" olduğunu söylüyor.

Bu kısa romanda piyano eğitiminde tanışmış üç genç yetenek söz konusu. Biri sonradan dünya çapında virtüöz olmuş (gerçek bir karakter, Glenn Gould), biri anlatıcı, bir diğeri ise Gould'un dehası karşısında kişilik buhranına sürüklenen Bitik Adam.

"Üç", çatışma için muhteşem bir sayıdır aslında, hatırlayınız: İyi, Kötü, Çirkin ve üçlü düello vesaire... Siyah versus beyaz, iyilik versus kötülük vb. olarak hemencecik indirgenebilen, çocuksu, kaba karşıtlığı Ayşe Teyze'nin iyi temizlenmemiş çamaşırlara yaptığı gibi yırtıverir üçüncü taraf. Daha doğrusu bu bir imkandır, kullanılabilirse. Fakat bu kitapta bu yok. Adının da işaret ettiği üzere, üç silahşörden yalnızca birine odaklanıyor tüm anlatı, üstelik anlatıcı da olaya dahil olduğu halde. Bitik Adam'ın kişilik oluşumunda/buhranında anlatıcıya pay verilmediği gibi anlatıcı da kendisini herhangi bir kriz içerisinde konumlandırmayınca üçün biri yine boşa düşüyor ve elimizde kaybedenin kendi kafasına sıktığı teke tek bir düello kalıyor.

Burada kaybeden vurgusu pek önemli değil, siz ona Dostoyevskiyen bir tabirle "yeraltı insanı" vb. de diyebilirsiniz. Bu tipleri ezbere biliyoruz artık, haset duygusu içerisinde kıvranan, fakat şiddeti kendi varoluşuna yönelten vb. şablon karakterler... Bernhard da bize bu şablondan zerre kadar şaşmayan bir portre sunuyor.

Peki anlatıcı ne yapıyor, "ben anlatıcı" kullanımı ne işe yarıyor? Bence hiçbir işlevi yok. Yalnızca yazara Bitik Adam'ın hazin macerasının izini sürme kisvesi altında fırsat bu fırsat diyerek aklına gelen her konuda nefret saçma olanağı tanıyor. 110 sayfalık kitapta tahminimce yüz kez kadar "iğren-" kökünden gelen kelime geçiyor, kendimden iğrendim, iğrenç restoran, iğrenç toplum, bu sabah iğrenerek uyandım vesaire... Hani nanemolla bir okur gerçekten de sırf iğrenmeli kelime kullanımı nedeniyle kitabı okurken mide rahatsızlığı geçirebilir. Bu iğrenilen şeylere dair tahlillerse hiç yerinde değil, bunlar çoğunlukla tahlil bile değil, burnu havada birinin çemkirmelerinden öte hiçbir şey değil. 

Bu nedenle kitap sık sık kendini tekrar ediyor, öykünün yeni veçheleri kendini gösterdikçe tahmin edilebilirlik artıyor ve açıkçası kitap "sürpriz son" ile noktalandığında insan Bernhard'dan iğreniyor. Dostoyevski'ye kurban olun siz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder