4 Aralık 2017 Pazartesi

Adnan Özyalçıner - Alaycı Öyküler / Aradakiler

Türkiye'de öykünün seyrini değiştirdiği söylenen 50 kuşağı öykücülerinden (zaten Türkiye'de başka bir öykü akımı da duymadım ya neyse) Adnan Özyalçıner'i hiç okumamıştım. Ben onu Sennur Sezer'in kocası ve sol edebiyat yarışmalarının daimi jüri üyesi olarak bildim yalnızca. Bir sahafta bu kitabı gözüme çarpınca hiç düşünmeden edindim.

Vay edinmez olaydım. Evrensel Basım Yayın'ın dört ciltlik Adnan Özyalçıner serisinin sonuncusu olması tesadüf değil sanırım. Belli ki yazarın en niteliksiz ürünleri sona bırakılmış. "Alaycı Öyküler" adlı ilk bölümün en dikkat çekici özelliği, öykülerin alaycı olmaması. Çoğunluğu yazarın (boşluklarını uydurarak doldurduğu) anılarından oluşan bu öyküler edebiyat tarihimiz açısından belirli bir önem arz ediyor olabilirler fakat edebi olarak dikkate değer bile değiller. Aynı bölümde yer alan ve anıdan çok öykü formuna göz kırpan metinlerde de -yazarının içimizden biri, samimi biri vb. olduğu izlenimi vermeleri dışında- gözle görülür hiçbir estetik değer bulunmuyor.

Yazarın birini 60'larda, diğerini 70'lerde ve sonuncusunu 90'larda yazdığı üç uzun öyküden oluşan ikinci bölüm ise daha da kötü olmakla beraber, en azından dikkate değer. Zira yazarın edebi kabiliyetinin git gide nasıl gerilediğini gösterir bir belge niteliğinde. Gerçekten de biraz Bilge Karasu, biraz Ferit Edgü tadı aldığım (60'larda yazılmış olan) ilk öykü Çıkmazdaki, Kafka'nın Dava'sından bir alıntıyla başlıyor ve vasat üstü bir Kafkaesk deneme olarak en azından biçim-içerik uyumu açısından bir özgünlük arz ediyor. 

İkincisi, yani 70'lerde yazılan Batak öyküsüyse bir halk çocuğunun mecburiyetten toplum polisi olması ve bu nedenle yaşadığı sıkışmayı anlatmaya girişen fakat ne diliyle ne de olay örgüsüyle farklı bir şey söyleyebilen bir metin. Bu öykünün, İsmail Kılıçarslan vasıfsızının 15 Temmuz sonrasında yazdığı, iki dindar kardeşten birinin mecburiyetten Fettullahçı asker olup sonradan darbeye karışmasını ve aynı darbe girişiminde diğer dindar kardeşin direnirken ölmesini vb. konu alan öykümsü köşe yazısı ile aynı estetik değere sahip olduğu söylenebilir. 

Sonuncu öykü Gezginci Seyfo ise iyiden iyiye fecaat. Yazarın böyle bir öyküyü "öykü" diye yayınevine sunmaktan imtina etmediği düşünülürse, Özyalçıner'in o yıl etrafında -varsa- olgunluk döneminin bitip tükenme döneminin başladığı tarih olarak da en geç 1999 yılı verilebilir. Köyü yakılmış bir Dersimlinin İstanbul'da emeğiyle hayata tutunma mücadelesini konu alan öykü, köy yakmaları da, Dersimli olmayı da, İstanbul'da emek mücadelesi vermeyi de bu kadar sığ ele alışıyla okuru şaşkınlıklara sürüklüyor. İçerdiği zayıf, hatta sakıncalı argümanlar, çok kötü kotarılmış bir olay akışı ve çiğ çiğ karakterleriyle ancak edebiyatla uğraşmaya yeni başlamış, hevesli, solcu bir liselinin kaleminden çıksa mazur görülebilecek bu öykünün müellifinin usta öykücülerimizden sayılan biri olduğuna gerçekten inanamıyor insan.

Bir sözüm de Aydın Çubukçu'nun önsözüne. EMEP tayfasının özellikle de kültür sanat alanındaki ideologlarından olan Çubukçu, önsözde Özyalçıner'in öykücülüğünü överken "kapitalist ilişki biçimleri, olay-nesne-insan üçgeni" vb. gibi terimlerle sosyalist edebiyat okurunun gözünü boyamaya çalışmadan önce keşke öyküleri okusaymış. Lafım Çubukçu'nun bu öyküleri beğenmesine değil, isteyen istediğini beğenir elbette. Ama beğenisini öykülerde herhangi bir yere denk düşmeyen bu argümanlarla ifade ediyorsa orada çok büyük bir sorun olduğu muhakkak.

Önsöz olarak yer aldığı kitapla hiçbir alakası olmayan söz konusu önsözü linkteki haberde bulabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder