17 Eylül 2018 Pazartesi

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana - Yaşar Kemal

Yaşar Kemal pre-modern bir edebiyatçıdır, desem -bu cümlenin derdimi ifade etmekte ne kadar başarılı olduğu tartışması bir yana- sanırım herkes ne kast ettiğimi anlar, çünkü alelade bir gerçekten bahsediyorumdur. Yaşar Kemal pre-moderndir çünkü her şeyden önce modernite öncesi geleneksel kurumların (din, aile vb.) gücünü koruduğu kırsalın yazarıdır. Evet siyasal açıdan elbette moderndir, kırsaldaki hayatı idealize eden, gerici bir tutumu yoktur, sınıfsal olarak taraf tutar. Fakat edebi anlatım tekniğiyle sunulan sınıfsal analiz dokümanları kataloğu olarak tanımlanabilecek "köy romanı" kategorisine sokulamayacak şekilde kırın yalnızca sınıfsal ilişkileriyle ilgilenmekle de kalmaz. Hatta tam tersine, sınıfsal analizin insanı rasyonel bir tarihsel ilerleyiş zeminine oturtma çabasına kıyasla Yaşar Kemal, kırsaldaki binlerce yıllık kültürel birikimi insan denen canlıya dair bir arşiv olarak kullanarak rasyonalitenin ötesini araştırır. Daha açık ifade edersem, insanın maddi gerçekliği anlamlandırma sürecinde uydurma, çarpıtma, abartı vs tekniklere sık sık başvurmasından hareketle insan zihninin çalışma prensibi içerisinde mitlerin ne kadar önemli bir bileşen olduğunu gösterir ve böylece mitsel düşünceyi feodal toplum yapısı içerisinde "hakim sınıfın ideolojik hegemonyasının bir ürünü" olarak gören ve insan-doğa ilişkisini gerçekçi zemine oturtan toplumlarda bunun geride kalacağını öne süren (buna kapitalizm de dahildir ki bu yüzden Aydınlanma el üstünde tutulur) klasik Marksizmden ayrılır. Ona göre insan sınıfsal ilişkilerden bağımsız olarak tam da bu mitlerle yaşayan varlıktır ve "bilimsel" bir sınıf analizi de insanın bu şekilde kabul edilmesiyle başlamalıdır. 
Image result for fırat suyu kan akıyor baksanaBuna karşı verilecek hızlı ve yüzeysel tepkinin nasıl olacağını öngörmek mümkün: Batı toplumları başta olmak üzere kapitalizmin geliştiği yerlerde dini inançlar, hurafeler vs. gerilemiştir. Fakat yine aynı toplumlardaki yoga başta olmak üzere spiritüalizm sevdası, olmadı scientology ve benzeri new age tarikatlar, Madonna (ki adındaki sembolizmi ayrıca vurgulamak lazım) gibi pop ikonları, Brigitte Bardot gibi seks ilaheleri, "Lombardo duvarda bozuk para saydırıyormuş" menkıbeleri, bunların halo etkileri (kıçıkırık instagram ünlülerinin bile influencer'lık iddiasında bulunmaları) pek de rasyonal düşünceyle açıklanabilecek gibi de değildir sanki... 


Tabii Yaşar Kemal'in "Halk mitlerle yaşar ve halkı anlatmak onları o düş dünyalarının içinde anlatmaktır" gibi salt gerçekçi bir kaygıyla hareket ettiğini de düşünmüyorum. Kanımca sanatla iştigal etmekten de ileri gelen bir bakış açısıyla -mesleki deformasyon diyorlar buna şimdilerde- Yaşar Kemal'in normatif bir tavrının da olduğunu, yani "İnsan mitlerle yaşar"ın ötesinde "İnsan mitlerle yaşamalıdır" diye de düşündüğünü zannediyorum. İnsanlar geceleyin gökyüzünde akan bir ateş topu gördüklerinde birbirlerine "Bak bir gökcismi atmosferimize girdi ve sürtünmenin etkisiyle alev aldı," demek yerine -yalan olduğunu bilseler de- "Yıldız kaydı, hadi dilek tutalım," desinler;  dünyanın tatsız tuzsuz yalın gerçekliğine azıcık baharat katsınlar istiyor Yaşar Kemal. Kendi sanatını da bu nedenle araçsallaştırmıyor, Anadolu'ya yeni mitler katmak için bir adım öne çıkmıyor mu?  "Beni okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun, insan sömürüsüne karşı çıksın," diyerek bu "işlevsel mit" icadını dile getirmiyor mu?


Fakat bu noktada Yaşar Kemal'in edebiyatında gerilimli, çelişkili bir durum ortaya çıkıyor: Neyi mitleştirip, neyi çıplak gerçekliği içinde göstereceksin? Aşırı "kör parmağım gözüne" bir örnek olacak ama söz gelimi yoksulluğu gösterecek misin, yoksa ideolojik araçlar vasıtasıyla başka bir mit evrenine sokulmuş, onca yoksulluğun içinde "Dünya lideri olduk, hastaneler pırıl pırıl, Almanya bizi kıskanıyor" hülyalarına dalmış insanların sınıf mücadelesini gölgeleyen gerçekliğini kabul mu edeceksin? Böyle sorunca kolay oldu değil mi? Elbette sol bir yazar için ilki geçerli olacak. Mite karşı mit. Madem ki roman bir araç, çelişkileri örten yalana karşı çelişkiyi körükleyen yalan. 

Ama konu gri alanlara kaydığında konu tartışmalı bir hâl alıyor. Yaşar Kemal feodal hiyerarşiyi mutlaka olumsuz bir konuma yerleştirmiyor. Örneğin ilk romanı İnce Memed'de düşman karakter olarak köy ağasını görürüz evet, fakat aynı zamanda İnce Memed'in katıldığı ilk çetenin çadırında ziyaret ettiği Yörük aşiret lideri babacan biridir. Çete lideri ona zulmederken, okur aşiret lideriyle duygudaşlık kurar. Evet, bütün çeteler iyi değildir. Evet, bütün aşiret liderleri de kötü karakterlere sahip olmak, Erol Taş gibi kahkaha atarak tavuk yemek zorunda değildir. Hatta aristokratik soyağaçlarına bakıldığında sıradan insanların gösterdikleri kahramanlıklardan ötürü bu unvanların onlara bahşedildiği, "Kahramanın oğlu da kahraman kanı taşır" düşüncesiyle de o soydan gelenlerin de aristokratik tabakada kalıcılaştığı tarihsel olarak bilinmektedir. Yani Yaşar Kemal'in - Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana'da Çeçen hanına, Arapların emirine yağdırdığı övgülerde bir gerçeklik payı vardır muhakkak. İyi ama, "çelişkiyi körükleyen yalan" silahımız ne olacak, neden toplumsal hiyerarşilerin üzerine mermi yağdırmıyoruz?

Lafı sonunda Fırat Suyu...'na (bundan sonra "Fırat Suyu" deyip geçeceğim) bağlamayı başarmışken Yaşar Kemal üzerine genel konuşmadan çıkıp kitaba odaklanalım. Fakat yine mitlere ve "pre-modernliğe" bağlayarak. Yaşar Kemal'i pre-modern yapan bir başka unsur da dilin/metnin kendi kabuğuna geri çekilişini allayıp pullayan postmodernizmin ve modern romana içkin "iş bölümü yazarlığının" (yani "İstanbul'u en iyi anlatan romancı, kadın ruhundan anlayan romancı, queer teori yazarı, milli dirilişin yazarı...) dışında kalan; bütünsel bir felsefi doktrin çıkarılmaya müsait "kutsal metin" üreticiliğine soyunmasıdır. Yaşar Kemal okuyarak "Yaşarkemalist" olabilirsiniz ve emekten kadına, ekolojiden, milliyetçiliğe kadar pek çok konuda çıkarımlar yapabilirsiniz. Elbette bu yukarıda çizdiğimiz Marksist-kültüralist çerçeve içerisinde gerçekleşiyor, yani "modern" olduğu söylenebilir. Fakat "modern olan" bu şey Yaşar Kemal'in "beslendiği" kaynaktır, verdiği ürün değil. Verdiği ürünse, belirttiğim gibi, pre-modern dinsel anlatılara benziyor. İşte bir başka gerilim de burada yatıyor Yaşar Kemal'de - ve roman üzerinde konuşacak olursak Fırat Suyu'nda. Marksizmde emeğe, emekçiye ve "insani dünya"ya atfedilen değerin dinsel metinlerdeki içsel tutarlılık zorunluluğuyla çakışması Yaşar Kemal'i kendini tekrara sürüklüyor. O emeği, emekçiyi ve insani doğayı överken; mesleği gereği her gittiği düğünün gelin ve damadını sanki dünyanın en özel çifti onlarmış gibi pohpohlayan bir düğün emekçisi ya da nikah memuru hissi yaratıyor. Her kuşu, her çiçeği, denizin günün her saatindeki her tür halini, güneşin ve ayın her doğuşunu ve her batışını dünyanın en güzel manzarasıymış gibi övmek öyle zor bir iş ki koskoca Yaşar Kemal'in tasvir repertuvarı bile yetersiz kalıyor. 

Gerçekten de her bal arısı renk renk ipilemek, mis gibi kokmak zorunda mıdır? Hayatı anlamlı kılan şeylerden biri de doğa korkusu, doğayla girilen mücadele, söz gelimi arı sokmasından sonra edilen küfür vs değil midir? Çirkinlikteki güzellik bu kadar kolay ihmal edilebilir mi, edilmeli mi? 

Benzer şekilde, Fırat Suyu'ndaki istisnasız bütün balıkçılar için "Buraların en iyi balıkçısı oydu," demeye getirmek neyin nesidir? Emek güzeldir evet ama, tam da bu yüzden beceriksiz bir balıkçının haybeye harcanan emeği de övülmeye değer değil midir? Beceriksizlik de insana dair bir detaydır, belki de en insani olanı; ne bileyim, dünyayı güzelleştiren şeylerden biri de komik beceriksizlik anları değil midir? Homeros destanlarında herkesin muhteşem savaşçılar olması gibi, bütün balıkçılar muhteşem olmak zorunda mıdır gerçekten? Yaşar Kemal'in dünyasında beceriksiz balıkçılara evrimsel olarak elenmek müstehak mıdır?

Bazen dünyalar tatlısı bir insan size kendi elleriyle yaptığı bir yiyeceği ikram ettiğinde ve hiç de güzel yapamamış olduğunda ne yaparız? O yiyecekten "emeğin lezzetini" alıp mest mi oluruz? Hayır, o yiyeceğin kötü olduğunu eşşek gibi biliriz (kendi kendimizi mitlerle kandırmayız), fakat emeğin kıymetini, yapana "Ellerine sağlık" demeyi, emekçinin gönlünü hoş tutmayı da biliriz. Hayat böyledir işte. Hangimizin saçını berbat kesen bir berberden sırf berber gariban bir insan olduğu için gıkını bile çıkaramadan teşekkür edip ayrıldığı, götüm gibi saç kesimiyle bir ay ortalıkta dolandığı olmamıştır ki? Hayat emekçinin iyi niyetiyle emeğinin niteliği arasındaki uyumsuzluk sayesinde daha da zenginleşmiyor mu?

İşte Yaşar Kemal'in bu tavrı ne yazık yeni bir Yaşar Kemal romanına başlarken ne okuyacağını önceden bilmek gibi bir dezavantajı beraberinde getiriyor. Bununla da kalmıyor, hayatın realitesiyle başka bir problemli ilişkiye işaret ediyor. Çocukları ne yaparsa yapsın öven, onlara kusursuz varlıklar gibi davranan, halının ortasına sıçsalar bile "Bak babası bak biz halıya ne kadar muhteşem sıçtık," diye övmek zorunda hisseden ebeveynler nasıl bomboş bir özgüvenle çıktığı yaşam sahnesinde gerçekliğin duvarına çarpan sorunlu çocuklar yetiştirerek o çocuklara en büyük kötülüğü yapıyorsa, emek ve emekçi dostlarının bu "mükemmel emekçi" tiplemelerinin de emekçiye faydadan çok zararı vardır sanıyorum.

Bu nedenden ötürü olacak, büyük umutlarla başladığım bu "ustalık eseri" bende yalnızca bir tekrar duygusu uyandırdı. Mimar Sinan'ın İstanbul'daki eserlerini gördükten sonra Edirne'ye Selimiye Camiine gidenler de bilirler bu hissi.

***

Bunun dışında beklediğim tadı alamamama sebep olan başka unsurlar da var.

1) Adadaki karşılaşma anının aşırı uzun tutulması gerçekten yorucu. "Vasili de kedi de acıkmıştı. Balığa çıktılar. Vasili balığın bol olduğu yeri çok iyi bilirdi. Üç tane kocaman balık tuttu. Birini kediye verdi. Topladığı kuru dallarla ateş yakıp ikisini de kendi pişirip yedi. Sabah kalktı. Vasili de kedi de acıkmıştı..." döngüsüne sanırım kırk-elli kez giriyor kitap. Kitabın ortalarında çok kez ara vermeme sebep oldu bu.

2) Yaşar Kemal'in Toroslar hakkındaki ansiklopedik bilgisi Yunan adalarının kültürü için geçerli değil. Bir kere 1920'lerde Yunanlar şöyle dursun, Anadolu'da bile çay içilmezdi (Kürtleri bilmiyorum, belki İran'dan o zamanlar da çay geliyordur.) Yunanlar, şimdi de çay içmezler. Bu nedenle her sabah kahvaltıda çay tasvirine biraz kuruldum. Ha keza Yunanları iyi tanımamanın en önemli nişanelerinden biri: Yunan halk dansı denince akla "sirtaki" gelmesi. Yunan'ı da beni de çıldırtan bir hatadır, Yaşar Kemal nasıl düşmüş bilemedim. "Sirtaki" kitapta yalnızca bir yerde geçiyor, ama o "bütün halk kültürlerine hakim Yaşar Kemal" imajına gözümde bir çentik atmaya yetti.

10 Eylül 2018 Pazartesi

Sadık Hidayet - Alacakaranlık

Yani, gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadık Hidayet'in Kör Baykuş'unu okumayanın dayak yediği dönemlerde Allah yüzüme bakmış ki direnmişim. Edebiyatta öyle ya da böyle uluslararası isim yapmış bir kişinin bu kadar kötü öyküler yazacağını kim tahmin edebilir? Bir tek Sabahattin Ali'nin Atsız dönemi öyküleri -ki bu öyküleri ne kadar kötü bulduğunu kendisi de söyler- beni bu kadar şaşırtmıştı. 

YKY baskısının arka kapağında öykülerin "... bugün bile Doğu toplumlarında güncelliğini koruyan dayak, çokeşlilik, sevgisizlik, vefasızlık, kötü arkadaş, hurafeler, sıtma ve esrar bağımlılığı gibi konuları" ele aldığı söylenmiş. "İki satırlık arka kapak yazısı," deyip geçmeyin, bu kitap hakkında "ilgili çekici bir şeyler" yazma görevini bana verseler ben de bu kadar saçmalardım. Öykünün birinde bir çocuğun sıtmalı, bir kötü adamın esrarkeş olması bu konunun ele alındığı anlamına gelmiyor tabii ama ne yapabilirsiniz ki?

İçindeki öykülerden yalnızca biri, Kocasını Arayan Kadın adlı öyküsü yoksul köylü dünyasının tasviri açısından edebi olarak sınıfı geçer (o da hocasından dayak yiye yiye), ama Yaşar Kemal'in Bebek öyküsünü okuduysanız Hidayet'inkinin yüzüne tükürmezsiniz.

Kimse okumasın, okuyan birini görürseniz de eline pat diye vurun. Hızır'la Musa kıssasında olduğu gibi hayrı sonradan ortaya çıkar.


Image result for sadık hidayet alacakaranlık

Temiz ve Soylu Türküler Söyleyelim - Özgür Balkılıç

Image result for "Temiz ve Soylu Türküler Söyleyelim"Sosyal bilimlerden geri kalmayacağız diye mutlaka Lacan'ın seminerlerini vs okumak gerekmiyor. Zaten 101 dersini almayana 102 dersi verilmezken sosyal medyanın verdiği gazla böyle yüksek seviye okumalara girişince insan bildiğini de unutuyor (elbette konuyla ilgili kişileri tenzih ederek). Oysa iyi bir doktora tezinin bir konu hakkında edinmek istediğimiz bilgiden fazlasını içereceği kuşkusuz.Şimdi şimdi, İletişim gibi yayınevleri nitelikli bulduğu master tezlerini de yayınlamaya başladı. Tarih Vakfı Yurt Yayınları'ndan da bu kitap ilgimi çekince düşünmeden aldım. Kütüphanede bir süre yedek kulübesinde oturduktan sonra "Hocam şans istiyorum," dedi. Kıramadım, denedim. Bekleneni veremedi.

Aslında "Temiz ve Soylu Türküler Söyleyelim", Erken cumhuriyet döneminin Batılılaşma çabaları ve ırkçı/milliyetçi burjuva ideolojisi çerçevesinde müziğe yaklaşımını bir yüksek lisans tezinden beklenmeyecek bir derinlikte ele alıyor. Ziya Gökalp'in "hars" ve "medeniyet" ayrımı üzerinden okunabilecek şekilde, "Bizde neden opera/çoksesli müzik yok?" gibi Batının müzikal gelişmişliğini ölçüt alan bir politika ile Osmanlı'dan koparken özle devamlılığı sağlamak için köylünün, köy kültürünün romantizasyonunun beraber seyrettiği tespitini yapan kitap bu çelişkili politikanın (ve bunun sonuçlarının) izini titizlikle sürüyor.

Buraya kadar güzel. Fakat kitap ne yazık ki yazarının ideolojik hıncıyla malul. Malumunuz, sosyal bilimde araştırmacının analiz ettiği malzemeyle mesafesini koruması çok zor. İdeolojisiz sosyal bilim olmaz elbette, bu ideoloji araştırmacıya bir kavram seti, bir analitik yaklaşım sunar. İnceleme sonunda elde edilen sonuçlar ideolojinin öngörüsünü doğrulamayabilir. Oysa kimi verilerin önemini abartmak, belirli dönemleri titiz bir bilimsellikle incelerken başka dönemlere üstünkörü ideolojik ezberleri yapıştırmaksa araştırmaya ideolojiyi doğrulamaktan başka fırsat vermez.

Tabii burada bu tarih çalışmasını da tarihselleştirmek gerek. Çalışma, yüksek lisans tezi olarak 2005 yılında sunulmuş. Kemalizmin mezarının kazıldığı, liberal meltemin tatlı tatlı üfürdüğü yıllar... Zaten yazar da Zaman gazetesinde ve Şehir Üniversitesinde aldığı görevlerden kumaşı anlaşılabilecek Cem Behar'ın çalışmalarından bol bol yararlanarak eğilimini belli etmiş. Ve hâl böyle olunca, Demosthenes ağzındaki Kemalist çakıl taşlarını tükürmüş, konuşabilmenin verdiği hazla bağırmış da bağırmış. 

Örnek mi?

Henüz  16. sayfada, Afet İnan'ın bir bildirisinin "Türklerin 'fıtraten', doğuştan medeniyete yatkın bir 'millet' olduğu" sonucunu içerdiği belirtiliyor. Yazar buraya nedense bir dipnot düşme gereği duyuyor ve Kemalistlerin medeniyeti bir "süreç" olarak görmediklerini, onu kolayca yaratılacak, ikame edilecek soyut bir şey olarak ele aldıklarını öne sürüyor. Fakat yine aynı sayfada, Afet alıntısının İnan hemen sonrasındaki cümlede yine aynı yazar "Kemalist Türk Tarih Tezine göre medeniyet yolundaki ilk adımları Türklerin attığını" söylüyor. Nedir bu "yolda atılan adımlar", yoksa bir sürecin metaforları olmasın? Kemalistlerin (genelleyerek Leninistler de dâhil olmak üzere "dünyadaki tüm Jakobenlerin" diyelim) medeniyetin devrimci bir dönüşüm geçirebileceğine olan inancı, bu insanların medeniyet denen şeyden hiçbir şey anlamadıkları, onun evrimsel bir gelişim çizgisi de izleyebileceğini düşünemeyecek kadar kör olduklarını iddia etmesine bu kadar kolay olanak tanımalı mı gerçekten? Bu, nasıl desem, bugün artık insanın kusasını getiren liberal zihniyetin ezberlerinden biri değil mi?

Benzer bir örnek 22. sayfada karşımıza çıkıyor. Yazar, Kemalist söyleme içkin olan Türk köylüsünün "ulusun öz ve soylu ruhunu temsil ettiği" düşüncesinin çelişkilerine dikkat çekmek istiyor. Peki, kanıt olarak ne öne sürüyor? Kimi Halkevi çalışmalarında yer alan tekil bazı köylü eleştirileri. Sözgelimi, Denizli Halkevi dergisinin bir sayısında (kitap yanımda değil, il adını karıştırıyor olabilirim) köy yollarının çok bozuk olduğu söyleniyor ve köylülerin yolları neden tamir etmediği sorgulanıyormuş. Şu çelişkiye bakar mısınız? Kemalistler ağlıyor şu an. Yani şaka bir yana, bir tarihçi gerçekten de herhangi bir ideolojinin etrafında bir araya gelen bütün bireylerin bütün pratiklerinde o ideolojinin bütün söylemleriyle total bir yöndeşme bekliyor olabilir mi? Bugün "Bakın Tayyip Erdoğan 'Eeey Batı,' deyip duruyor ama bizim AKP ilçe başkanı İngiltere'den kız aldı" diye AKP eleştirisi yapmaktan bir farkı var mı bunun? 

Bence bu ideolojik sakatlığın en güzel örneği ise sayfa 32'de kendini gösteriyor. Şöyle diyor yazar: "Halkın kolektif alt bilincinin ürünü olan folklor, tam da bu icat çabasıyla (Kemalistlerin milli kültürü yeniden icat çabası kast ediliyor- benim notum) birlikte işlenmiş ve dönüştürülmüştür." Güzel kardeşim, sen tarih alanında bir tez yazıyorsun. Egemen sınıfın kültürel ürünlere ideolojik müdahalesinin gerçekten de Kemalizmle başladığını sanıyor olabilir misin? Folklorun "halkın kolektif alt bilincinin ürünü" olduğunu iddia ettiğine göre, Kemalizmden önce Anadolu'da ilkel komünal yaşam vardı zannediyorsun sanırım ama maalesef öyle değildi. Kurumsallaşmış din çok belirleyici bir üretim faktörüydü örneğin. Veya dönemin sınıfsal yapısı gereği (halihazırda var olan folklorik unsurlara hiç müdahale olmadığı kabul etsek bile) üretim sürecinde patronaj ilişkileri vardı. Yalnızca sarayda değil, taşrada da vardı patronaj. Ağaların, beylerin himayesinde sanat yapan köy müzisyenleri vardı.

Kemalist değilim, hatta Kemalizm'in saçmalıklarının unutulmaması, Kemalistlerin 20. yüzyılın demokrasi tecrübesini değerlendirerek kendilerini güncellemelerinin, en azından anayasal vatandaşlık üzerine düşünmelerinin taraftarıyım. Bu zaten kaçınılmaz da bir rota. Öte yandan Kemalizmin tarihin tatlı tatlı seyreden doğal akışını bozan saf bir kötülük hareketi gibi sunulmasını da bilimsel pratiğe yakıştıramıyorum. Tam da Kemalist olmadığım, Kemalistlerin tarih bilgilerini güncelleyecek doğru düzgün bilimsel çalışmalara olan ihtiyacını bildiğim için.

3 Eylül 2018 Pazartesi

Kızıla Boyalı Saçlar - Kostas Mourselas

İslamcı/muhafazakar personelin ağırlıklı olduğu bir iş yerinde çalışıyorum. Allah bir daha böylesini nasip etmesin, bir dönem öyle bir tanesiyle aynı odayı paylaşmak zorunda kaldım ki medrese eğitimi almış kadar oldum. Zira bu arkadaş alakalı alakasız her fırsatta Sahih-i Buhari'den bir hadis nakletmeyi başarıyordu. 

"Yahu endüstri 4.0 falan diyorlar, ne olacak bu işin sonu?"
"Eeee, peygamber efendimizin de bir hadis-i şerifte dediği gibi, ahir zamanda fitneler bir bir ortaya dökülecek ve..."

Belki kendi aralarındaki dost sohbetlerinde geçer akçe budur, bilmiyorum. Çünkü bu arkadaşa insanları İslam'a davet etmenin doğru yolunun böyle mütemadiyen alıntı yapmak olmadığını, aksine bunun insanı dinden imandan soğuttuğunu anlatamadık. Ya da huylu huyundan vazgeçemedi, bilmiyorum.

Ne ki bunun gösterdiği önemli bir hususu atlamamak gerekiyor: İnananlara göre bizzat Allah'ın sözü olan Kuran, belki bir şeri anayasa işlevi görüyor ama hayatın içinde aktüel olarak bulunan insan kendi gibi birinin kılavuzluğu olmadan eyleyemiyor. Böyle birinin varlığı, ilahi mesajın muğlaklığıyla baş edilemeyen durumlarda "O ne yaptıysa aynısını yapmak" gibi bir garanti sağlıyor. Hatta o bile yetmiyor ki şeyhlere, menkıbelere ihtiyaç duyuluyor. "Koskoca Bilmemkim Hazretleri bile şöyle yapmışken..." diye feyizler alınıyor. Hristiyanlıkta İncil zaten İsa'nın yapıp ettiklerini anlattığından o başlı başına bir kılavuzdur. Filmlerde çokça duyduğumuz gibi, "What would Jesus do?"

Doğum tarihi gün ve ay olarak belli olmayan roman türüne büyüklerin "Sen modern bireyler olduğunda doğdun," diye tarih verdiği ve dolayısıyla modern bireyin sorunlarıyla başa çıkmasında  romanın üst düzey rol üstlendiği zaten biliniyor. Şükürler olsun sanata ki güncel sorunlara güncel yanıtlar üretebiliyor, "endüstri 4.0" dediğinde "ahir zaman fitneleri" dışında söyleyecek sözün oluyor.

Her ciddi okurun böyle bir veya daha fazla kitabı vardır. Malum, "başucu kitabı" diye bir tabirimiz mevcut. Benimki uzun bir süredir Zorba. Tıpkı yukarıda andığım tebliğci arkadaş gibi fırsat buldukça Zorba'ya göndermeler yapmaktan beri durmam, ve baktığım her yerde onu görmemden olsa gerek, başka sanat eserlerini sık sık ona benzetirim. Sözgelimi, Mucizeler Dükkanı hakkındaki yazımda da bu "İncil'deki İsa gibi meseller vasıtasıyla yol göstermek" mevzuuna değinmiştim, çünkü gerçekten Pedro Arkanjo'da da bir "melez Zorba" görmüştüm.

Fakat Kızıla Boyalı Saçlar'da tespit ettiğim benzerlik öyle Organize İşler'deki Sean Connery benzetmesi gibi değil. Kızıla Boyalı Saçlar'daki Luis, Kazancakis'in Zorba'sıyla o kadar büyük benzerlikler içeriyor ki...

İkisi için de "kadın" dedin mi akan sular duruyor söz gelimi. İkisinin hayatında da müzik ayrılmaz bir parça: Zorba santur çalıyor, Luis gitar. Üstelik ikisi de devingen, yerinde duramayan, o işten başka işe girip çıkan, paraya pula kıymet vermeyen, özgürlüğüne fazlasıyla düşkün tipler. Bu yüzden ikisinin davranışları da modern akla pek uymuyor. Deli bu adamlar.

Image result for Kızıla Boyalı Saçlar - Kostas MourselasFakat burada bitmiyor, anlatım tekniği açısından da bir benzerlik var. Zorba'nın da, Luis'in de hikayeleri bir arkadaşlarının gözünden anlatılıyor. Bu tercih yapılırken bu tür karakterlerin maceralarının birincil ağızdan aktarımının okurda uyandıracağı olumsuz reaksiyon mu hesaba katılmıştır? Belki de. "Bakın ben ne kadar da özgür, hayatın keyfini nasıl da çıkaran biriyim," diye konuşan birini uzun süre dinlemeye kimse katlanamaz. İyi ama, sebep sadece bu olsa tanrı yazar perspektifinden de bir anlatı geliştirilebilirdi. Oysa bu da olmuyor. Kurmaca etkisini kırmak için olsa gerek, olaylar mutlaka olayın içinden bildiriliyor. Anlatıcının karakterine baktığımızdaysa bu açıklama da yeterli gelmiyor. Zira olay herhangi birinin, dikizci bir komşunun, meraklı bir çocuğun, eşin vesaire gözünden değil; hikayesi anlatılan "üstün insana" çok yakın, fakat onun gibi olamayan, olması beklenmeyen bir arkadaşın ağzından aktarılıyor. 

Tam olarak İncil stili değil mi? Peygamberi anlatan, yapabileceği en hayırlı iş peygamberin hayatını kayda geçirmek olan havari. Cüretkar Hristiyanlık yorumuyla modern zamanın İsa'sını arayan Kazancakis için bu anlaşılır bir teknik. Peki ya Sherlock Holmes'ü anlatan Watson, Gülün Adı'ndaki Adso? Galiba "ahir zaman peygamberi" figürlerini anlatma biçimi olarak İsa-havari ilişkisi çok faydalı bir model olmuş Batı edebiyatında. 

Ama burada önemli bir yol ayrımına varıyoruz. 

Sherlock Holmes ve Gülün Adı örnekleri tesadüf değil. Değil mi ki akıl çağında yaşıyoruz, çağın peygamberleri de eleştirel aklın zirvesindeki insanlar olacaktır kuşkusuz. Gülün Adı'ndaki Brunellus meselini kim unutabilir? Akıl öyle bir şeydir ki, yalnızca birkaç parametre kullanarak yaptığınız çıkarımlarla hayatınızda ilk defa gördüğünüz bir insanın az önce kaybolan Brunellus adındaki bir atı aradığını anlayabilir, üstelik atın yerini de biliyor olabilirsiniz. 

Bu akıl küpleri, tamamen teknik bir mesele olan akıl yürütme işini beceremediği için bocalayan modern bireylere düşünmeyi öğretirler. Aynı zamanda "Sen de Sherlock abin gibi akıllı ol da ODTÜ'leri, Boğaziçileri kazan" diye örnek gösterilmeye aday, Steve Jobs gibi, Elon Musk gibi, hayat hikayeleriyle ilham veren birer rol modeldirler.

Öte yandan Zorba ve Kızıla Boyalı Saçların'ın Luis'i ise daha Zerdüştvari peygamberler olarak bunların karşısına çıkarlar. Aklı değil, içsel coşkuyu merkeze alırlar. Dolayısıyla, moderniteyi "aklın nihayet cehalete baskın çıktığı" bir kurtuluş dönemi olarak görmezler. Bu nedenle zamanın ruhuna uygun "modern peygamberler" değil, kudurgan kavimlere kendi kendilerini helak etmek üzere oldukları uyarısını yapan (ve bu yüzden deli muamelesi gören) eski tip peygamberlerdendir onlar.

Buna delil olarak, Kızıla Boyalı Saçlar'da sadece adıyla bile her şeyi ayan beyan ortaya döken bir bölümü gösterebilirim: "Son Akşam Yemeği." Bu bölümde gerçekten de İsa'nın son akşam yemeği yeniden canlandırılır. Doğal olarak bir de Yahuda'sı vardır bu yemeğin: Lazaris. Kitabımızın İsa'sı olan Luis hakkında, bir yerlerde şöyle der Lazaris: "Hepimiz bazen Luis'in deliliklerine özendik ama mantık ve medeniyet bizi durdurdu" (italikler bana ait).

"Zorbacı" olduğumu, yani bu ikinci safta yer aldığımı söylemiştim. Fakat Kızıla Boyalı Saçlar'ı okurken düşündüm: Neden aynı saftaki bu iki peygamberle de Yunan edebiyatında karşılaştık?

Sanırım öncelikle "Küçük Asya Felaketi" (Kurtuluş Savaşı) yüzünden. Modern Yunan ulusunun "ortak aklının" ürünü olan Megali Idea'nın bozgunla sonuçlanması, Birinci Dünya Savaşı sonrası akla karşı Avrupa'da alıp başını yürüyen şüpheciliğin birkaç katı bir etki yapmış olsa gerek. Zira bu bozgun yalnızca hiç "hesapta" olmayan acılar getirmekle kalmadı, birkaç milyon Doğuluyu da mübadele ile Yunanistan'ın bağrına getirip bıraktı. Moderniteden habersiz bu kitlenin savaş sonrası Yunan mentalitesinin biçimlenmesinde oynadığı etkin rol (en basitinden rebetiko vasıtasıyla) sanırım Yunanlarda modern akıl harici bir kurtarıcı arayışını diri tuttu.

Bir diğer unsurun da (özellikle Kızıla Boyalı Saçlar'daki karakterler de göz önüne alındığında) Yunanistan Komünist Partisi'nin (KKE) sefaleti olduğunu anlamak güç değil. Gerici Ortodoksiye ve burjuvaziye karşı işçi sınıfının aklı olan KKE özellikle iç savaşta öyle büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor ki, Marksizm-Leninizmin şahsında aklın kurtarıcılığına olan inancın tabutuna son çivi çakılıyor. Aşağıda, geçtiğimiz günlerde twitter'da rastladığım listeyi görüyorsunuz. KKE'nin 1956'ya kadarki bütün genel sekreterleri partiden kovulmuş.



Şu ana dek bu kitaplardaki peygamberliği çok övdük. Fakat unutmamak gerekir ki -bilinen- bütün peygamberler erkektir. Cinsiyetleri ele alışları açısından Zorba'nın kötü, Kızıla Boyalı Saçlar'ınsa fecaat olduğunu belirtmek gerek.

Erkek yazarların elinden çıkan distopyalarda (Biz, 1984, Brazil vb.) alışıldık bir motif vardır: Kendi işinde gücünde, sıradan bir tip olan (erkek) baş karakterimizi devrimci bir kadın yoldan çıkarır ve olaylar gelişir. Problemlidir bu: Kadın aslında bir karakter değil, özgürlüğün ve devrimin ayartıcılığının metaforuna dönüşmüştür. İyi bir metafor olsa da, sonuçta yalnızca bir metafordur.

Ne var ki Zorba ve Kızıla Boyalı Saçlar bu soruna rahmet okutacak cinsten bir eril bakış içerir. Bu kitaplarda kahramanlar kadınlarla handiyse oyuncak gibi oynar. Kazancakis'te de verili erillik ve dişillik tanımlarının hiç sorunsallaştırılmadan birer metafor olarak kullanıldığını zaten biliyoruz: Erkek fallik güçtür, yaşam enerjisidir, kadın ise karar verici. Erkek tohumları saçar, kadın topraktır. 

Kızıla Boyalı Saçlar'da ise kadınlar daha da berbat bir durumda ele alınıyor, üstelik metafor vesaire de değil. Kadın sorunu alenen görünmüyor. Henüz ilk bölümün adı "Armağan", çünkü yabancı bir kadın adeta bir nesne gibi armağan ediliyor. "Al bunu, götür, kullan." Armağan edense peygamberimiz Luis! Yine bir başka örnekte, Luis anlatıcıyı bir geneleve götürür. Meğer Luis ona bir sürpriz yapmıştır: Anlatıcının vaktiyle arzuladığı komşu kızı geneleve düşmüştür. Anlatıcı kızla odaya girer, kız üzgündür, gözünden yaşlar süzülmektedir. Anlatıcı ise empati emaresi bile göstermez. Kadından faydalanır ve çekip gider. Sanki bu ve buna benzer şeyler alelade vakalarmış gibi, romanın sonlarına doğru anlatıcı bu hayatı neden tek bir kötülük bile yapmadan geçirdiğine hayıflanacak, Luis de ona bu yüzden kızıp duracaktır: "Azıcık kötülük yapsana!"

Erkek hikayelerinin destansı zenginliğine şaşmamalı. Dünya harikası dediğimiz anıtlar bütün o şaşaalarını nasıl binlerce kölenin canına borçluysa, birbirinden muhteşem saraylar nasıl köylülerin sırtındaki ağır vergilerle yapıldıysa, erkek peygamberlerin unutulmaz hatıratı da kadınların üzerinde öyle yükseliyor. 

Akıl almaz işlerin ortaya çıkması için aklın kabul etmediği acımasızlıklar gerekiyor. Ya da tam tersi: Akıl almaz işlerin arkasında aklın kabul etmediği acımasızlıklar yatıyor. Aklın egemenliğine bayrak açan Peygamberlerin erkek olması sebepsiz değil.

Feminist bir Zerdüşt hikayesi bilen var mı?