30 Ekim 2019 Çarşamba

Sessizlik - Şusaku Endo

Image result for sessizlik şusaku endoMichigan State University'nde açılan "Europe and the World" dersinin okuma listesini incelediğimde karşılaşmıştım Sessizlik'in adıyla. Ne yalan söyleyeyim, meraktan ölmüştüm. Zira listedeki bir başka kitap, Bu Dünyanın Krallığı, tam olarak beklediğimi vermişti: Tarihsel bilgiyle donatılmak, politik çıkarımlar yapmak ve eşzamanlı olarak edebi bir tartışmaya katılmak. Sessizlik'ten de beklentim buydu. Hatta daha fazlası: Zira Haiti'deki siyah ayaklanmasını ve sonrasında olanları anlaran Bu Dünyanın Krallığı'ndansa Japonya'nın Batı medeniyetiyle karşılaşmasını anlatan Sessizlik açtığı tartışmaları Türkiye bağlamında düşündürme konusunda daha da faydalı olacaktı. Doğulu bir imparatorluğun, içine sızmaya çalışan Batı medeniyeti karşısındaki paniği ve üretmeye çalıştığı cevaplar... Üstelik Türkiye'de eşine pek de rastlamadığımız bir şekilde, metni kaleme alan şahıs (Peyami Safa ya da Tanpınar gibi) meseleye söz konusu kültürün milliyetçi/muhafazakarlığının içinden değil tam da karşı tarafından bakıyordu: Endo Katolik bir Japon'du, modernite öncesi bir toplumu yine modernite öncesi bir anlam dünyasına çağıran, düpedüz asimilasyonu kabul etmiş bir dinsel azınlığın içinden geliyordu. Rusya ve Türkiye gibi, modern ve evrensel (olduğu varsayılan) değerleri benimseyenlerin bile bu değerler Batı menşeli olduğu için yadırgandığı bir bağlam olarak Japonya'da "içimizdeki Öteki"nin tarihe bakışı nasıl olacaktı?

İşte bu hevesle okumaya başladığım kitaptan teknik ya da içerik olarak çok tatminkar sonuçlar aldığımı söyleyemeyeceğim. Kitapta dört ana karakter var: 

1) Misyoner olarak gittiği adada maruz kaldığı işkence sonucu dinini inkar etmek zorunda kalan peder Ferreira,
2) O pederin akıbetini öğrenmek üzere yola çıkan (baş karakter) peder Rodrigues, 
3) Peder Ferreira'yı dinden döndüren, kendisi de bir zamanlar vaftiz edilmiş işkenceci Japon soylusu Enoue,
4) ve zayıf tabiatlı bir Hristiyan, dolayısıyla bir anti-kahraman, bir tür "Japon Yahuda" olarak romana eklenmiş olan Kiçijiro.

Bu karakterlerin tanımları üzerinden gidilirse bile, kitap doyuruculuğun da ötesinde bir edebi serüven vaat ediyor aslında. Inoue'nin Ferreira'yı dinden döndüren işkencesi neydi? "Dönek" Ferreira kendini hayatta kalmaya nasıl ikna ediyordu? Rodrigues Ferreira'nın akıbetine uğramamak için izleyebileceği stratejiler neler olacaktı? Rodrigues (şehit olmayı göze alan, ideal Hristiyan) ile Kiçijiro arasındaki açı hangisinin lehine, nasıl kapanacaktı?

Kitabı kötü yapan şey, bu soruların cevaplarını vermemesi değil. Ne yazık ki, tam tersine, vermesi. Sürprizleri mahvetmemek için derin bir tartışmaya girmek istemiyorum, zaten bu tartışmaların kitapta beklediğimden çok çok zayıf yürüdüğünü söylemem yeter sanıyorum. Özetle şunu söyleyebilirim, iki yüz küsur sayfa sonunda kitaptan kala kala iki tartışma kalıyor elde:

1) Allah'ın inananlarla beraber olduğu iddiasının çöktüğü, yani inananların dünyanın ilahi müdahalelerle, mucizelerle dönmediği gerçeğiyle yüzleşmesinin kaçınılmaz hale geldiği (modern) çağda inançlı kalabilmek için dinin nasıl yeniden yorumlanacağı sorusu. (Ki romana adını veren esas sorun da bu: "Tanrı'nın sessizliği" problemi.) 

Kanımca bir romancının bir ilahiyat problemine müdahale etme gereği duyması ve bu soruya cevap vermesi bile başlı başına bu "nasıl" sorusuna yönelik enteresan bir cevap teşkil ediyor. Artık modern çağdayız ve bu çağ, sık sık alıntıladığı dini metinlerin cevap veremediği modern sorunlara dini metinleri tamamlayıcı seküler referanslar üretme çağı, diyor Endo.

2) Herhangi bir spesifik bağlamdan neşet eden bir düşünce gerçekten evrenselleşebilir mi? Göçebe toplumların İslam gerçeğiyle karşılaştıklarında ürettiği Alevilik cevabı gibi, ya bir ideolojinin kabul edilmeyişi değil de tam tersine kabul edilişi onu geçersizleştiriyorsa?

 Romanı ilginç kılan tartışma işte bu bence, fakat ne yazık ki ikincil düzeyde kalıyor. Soruyu soruyor ancak herhangi bir cevap vermediği gibi, soruyu sormakta ısrar dahi etmiyor. 

Bir "modern kutsal metin" olarak bu roman yanıtlamasını beklediğimiz sorular sorduruyor bize, aldığımız cevapsa Sessizlik

Fakat belki de modern çağın kutsal metinlerinin en net tanımını bırakıyor elimizde, kadim sorularımıza evrensel cevaplar vermektense bizim adımıza modern sorular üreten metinler.

13 Ekim 2019 Pazar

"Sorun"lu Edebiyata "Sorunlu" Bir Örnek: Kemal Varol - Haw

Image result for haw kemal varolKendi kapalı “yüksek sanat” daireleri içerisinde estetizm oyunu oynayanlar hariç, sanatçılar toplumsal sorunlar karşısında tavır almaktan çekinmezler. Yalnızca toplumcu sanatçılar için geçerli değildir bu durum. “Siyasetler üstü bir duyarlılığa” sahip olma iddiasındaki vicdan ehlinden tutun da radikal islamcısı, liberali vb. dahi kültürel alandaki hegemonya mücadelesine ideolojik-politik konumlanışları doğrultusunda müdahil olurlar. Mücadele artık hayal gücünün ve duyusal hazzın alanına taşınmış olduğu için, sanatçıların bu müdahalesindeki başarısını argümanlarının haklılığı ya da gerekçelendirmelerinin akılcılığı değil; semboller, meseller, kahramanlar/anti-kahramanlar gibi politik söylemi güçlendirici araçlar üretme kapasitesi ve kanaatleri etkileyebilme kabiliyeti belirler.
Fakat bu “kapasite” ve “kabiliyet” tamamen teknik bir husustur. Bir başka deyişle, bir kitabın belirli bir sorunu konu edinmiş olması bu soruna doğru bir müdahalede bulunduğu sonucunu mutlaka beraberinde getirmez. Ele aldığı soruna dair hislerinin yoğunluğu sanatçıyı körleştirerek onu teknik boyutu ihmal etmeye itebilir. Sanatsal nitelikten bu feragat, nihayetinde etki gücünü düşürebilecektir. Bundan daha da fenası, körleşen sanatçının (hiçbir toplumsal sorunun diğerlerinden izole olmaması sebebiyle) bir soruna değinmeye çalışılırken başka bir soruna oldukça “sorunlu” temaslarda bulunmasıdır. Bu konudaki en acı örneklerden biri Reşat Enis’in sosyalist bir roman olma iddiasındaki Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’ında kadın sorununu ele alış biçimindeki korkunçluk olsa gerek.
Türkiye’nin politik dozu yüksek kültür ürünlerinin varlığı açısından oldukça verimli olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle edebiyatta, emek mücadelesine katkı sunan toplumcu eserlerden tutun da Doğululuk-Batılılaşma, kent-taşra ikiliklerine değinenine varıncaya değin çok sayıda “tezli” eser verilegeldi. Buna karşın bu eserlerin çoğu yukarıda değinilen “kapasite” ve “kabiliyet” konularında ne yazık ki sınıfta kalır. Ele alınan sorun tekniği ikinci plana atmakla kalmaz, ona zarar da verir; neticede birkaç usta yazarın ürünleri hariç geriye fazla didaktik, fazla indirgemeci, dolayısıyla da fazla sıkıcı onlarca kitap kalır. Bu anlamda yalnızca Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun başlıca meselelerinden olan Kürt sorununa dair üretimin de bu kültürel atmosferden payını alması şaşırtıcı değildir.
Kürtlerin, Kürtçe’nin ve nihayet Kürt sorununun varlığının devlete kabul ettirilmesiyle birlikte 2010 sonrasında bu sorunu merkeze alan eserlerin sayısında kayda değer bir artış görüldü. Bunlardan biri de Kemal Varol’un 2014’te çıkan Haw adlı romanı. Haw’da “Kuzeyliler” ile “Güneyliler” arasındaki savaş devam ederken, alelade bir sokak köpeği olan Mikasa Güneyli saflarında yer alan politik köpek Melsa’ya aşık olur. Ancak bu esnada derin devletin kirli bir adamı olan “Turkuvaz”  hem bu aşkı trajik bir sona sürüklemek, hem de Mikasa’yı mayın arama köpeği yapmak üzere sahneye çıkacaktır.
Romanın konusu kısaca böyle. Eleştirisineyse bir bilmeceyle başlayalım: 
Kara Murat ve Super Mario arasındaki iki benzerlik nedir?
Cevap:
1) İkisi de boylarının birkaç katı kadar yükseğe zıplayabilir.
2) İkisi de kötü insanların eline düşmüş bir prensesin beklediği kurtarıcıdır.
Tamamen pasif ve çaresiz haldeki kadın ile onun kahramanı olmak üzere çıkıp gelen erkek temasına masallar, bilgisayar oyunları ya da sinema kadar romanlardan da aşinayız. Ecnebinin "damsel in distress" diye adlandırdığı bu temanın; işgal edilen vatanın iğfal edilen kadın olarak kişileştirilmesi (“Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli”) ve onu yine erkek kahramanların (yakışıklı bir subayın vb.) kurtarması şeklindeki milliyetçi uyarlamalarına da sık rastlanır. Feminist eleştirinin gelişmesiyle beraber yıkıma uğramaya başlasa da bin yılların eril kodlarına bina edilmiş bu anlatı biçiminin bir anda ortadan kalkması mümkün olmuyor.
Arka plana Kürt sorununu alması ve kurtarıcının (bu kitapta intikamcı) insan değil de köpek (tabii ki yine erkek) olmasıyla, işte bu eril klişede yapılmış bir yeniliğin (?) kitabı Haw. Başından sonuna kadar bu klişenin izleğinde dümdüz ilerleyen kitabı farklı kılan hiçbir yan öykü, hiçbir özel gözlem, hiçbir etkileyici tasvir bulunmamakta. “Hain Kostok” Turkuvaz, ve kahraman Mikasa dışında hiçbir karakteri derinleştirilmemiş. Belirli bir söze veya davranışa saplantılı, obsesyonlarını tekrarlamak dışında başka hemen hemen hiçbir eylemi olmayan yan karakterler kötü bir sitcom’dan fırlamış gibiler adeta. Birer sayfalık yavan hikayeler vasıtasıyla “köpek” temasıyla ilişkilendirilen karakterler de bu öykülerin niteliksizliği dolayısıyla ayrıca bir ilgi uyandırmaya yetmiyor. “Kendisine aşık olunması” ve “kendisine tecavüz edilmesi” dışında hiçbir rolü olmayan Melsa ve “süreç içerisinde kahramana aşık olan, kahramanın esas aşkına da saygı duyan vakur dişi” stereotipi olarak Adıgüzel de bir eril klişede rastlanmasına şaşırılmayan dişi karakterler oluyor.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, dili ve anlatımı da estetik bir haz vermekten uzak Haw’ın. Kitap boyunca sık sık yer verilen, koca bir paragraf boyunca devam eden tekrarlar, hikayeye hiçbir şey katmadığı gibi okuru anlamsızca yoruyor. Bunun yanında fazlasıyla basit editoryal hatalarla da karşılaşılıyor. Örneğin sırf “altı çizilecek satır” beklentisiyle kitap edinen niteliksiz okurları tatmin etmek üzere yer verilmişe benzeyen şu satırlara bakalım: “ ‘Ağlamıyorum’ demiş burnunu çekerek. ‘O gözyaşları ne peki?’ diye sormuş Adıgüzel. ‘Hatıralarım,’ demiş dedem, ‘onlar benim hatıralarım. Çünkü ağlarken, gözyaşı değil, aslında hatıra döker herkes!’ ”  (sf: 116 – Vurgular bana ait – A. Mutlu) 
Kemal Varol, kitabına Haw ismini verirken Murat Uyurkulak’ın yine Kürt sorununa da değinen ve yine yarı-fantastik bir dünya kuran Har’ına bir gönderme yaptı mı, yoksa tamamen tesadüf mü, bilmiyorum. Fakat sözü açılmışken, alegoriyi oldukça yaratıcı aktarımlarla kurabilen Har‘ın aksine, Doğu (Kürt) – Batı (Türk) savaşını Kuzey – Güney, JİTEM’ci Yeşil’i Turkuvaz yaparak edebi oyunlar oynamaya yeltenen Haw ne yazık ki eril bir klişeye yaslanan, fazlasıyla amatör işi bir roman olarak kalıyor. Ve neticede “bilinmeyen bir dil”deki yasaklı bir harfi kapağına taşıması dışında övgüye değer bir şeyler bulmak pek de kolay olmuyor Haw için.
Haw, Kürt sorunu gibi riskli bir konuyu ele almak üzere edebiyatın mayın tarlasına öyle gözü kara biçimde dalıyor ki, attığı her adımda başka bir feminist ve estetik çizgiyi çiğneyerek paramparça oluyor.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Platon'un Dükkanı: Uğur Nazlıcan'dan "Bir Dükkanı Beklemek"

Image result for escher triangle
Meşhur Escher paradokslarının edebiyattaki izlerine Escher'den bile önce rastlarsınız: Simurg efsanesi biraz böyledir söz gelimi. Murat Gülsoy'un Borges'e atıfla peşine düştüğü "602. Gece"nin var olduğuna inanırsak Bin Bir Gece Masalları da benzer bir tema içerir (Esasen o paradoksal değil, fraktal bir geometrinin edebi yansımasıdır tabii, ama benzerlik su götürmez). Fakat ateşi harlayanın hikayenin ("ve tarihin" veya "aslında tarihin") düzçizgiselliğini reddeden postmodernizm olduğu da malum. Borges'in yüklenmesiyle ivmesini kazanan hikaye içinde hikaye, kendini yazan hikaye, birbirini yazan yazarlar, birbiriyle konuşan metinler derken, bu verimli damarın damar üstüne bindiği dönem çabuk geldi ve bu ağrıyla baş etmenin en iyi yolu olarak (yerli edebiyattaki) parodisi bile "Efrasiyab'ın Hikayeleri"nde - üstelik bu kitapla enteresan bir tesadüf oluşturacak şekilde bir esnafın hikayesi üzerinden -  yapıldı. Eminim bu damardaki artık kirlenen kanı boşaltmak üzere bir ironi neşteri atmayı akıl edenler hem yerli hem yabancı edebiyatta çoook ama çok daha önceden de olmuştur, bir edebiyat tarihçisi olmayarak aklıma ilk gelen örnek bu olduğu için affınıza sığınırım. Bu anlamda özellikle Toptaş'ın Gölgesizler'inde üzerine fazlasıyla basılan ve (yazarın zeytinciliğine selamla) soğuk sıkım nefasetine ulaşan "tekrarların tekrarı" temasının Uğur Nazlıcan'ın Bir Dükkanı Beklemek'indeki tekrarı, kıymetinden herhangi bir şey eksiltmese de, bu kitabın geç kalmış bir metin (edebiyat tarihine düzçizgisel bakarak yanlışa mı düşüyoruz?) olduğunu düşündürüyor ister istemez.


Image result for uğur nazlıcan bir dükkanı beklemekNe var ki, zeytinciliğe geri dönelim, edebiyat da bir yıl çok, bir yıl az veren bir ölmez ağaca inanmaktır her şeyden önce. Nazlıcan'ın da bu verimli toprağı nasıl işleyeceğini, hangi aşıları yapacağını, hasadı ne zaman kaldıracağını bildiğini gösterir bir verim elde ettiğini söylemeden olmaz bu yüzden. Zira kitap, her seferinde aynı şeyi yapsa da takdir göreceğini bilerek her seferinde aynı şeyi yapan az bulunur bir illüzyonistin zanaatçılığı değil. Verili paradoksları edebiyata aktarmıyor çünkü Nazlıcan, sorularının cevaplarının yine birer soru oluşuyla karşılaşması onu paradokslara götürüyor. Sözgelimi, Escher'i bir yana bırakalım ve "Theseus'un Gemisi" paradoksunu ele alalım: Hani "Bir geminin zaman içinde eskiyen tüm parçaları değiştirilirse ve eski parçalar kullanılarak yeni bir gemi yapılmışsa 'o' gemi hangi gemidir?" diye soran meşhur paradoks. Bu paradoksu edebiyata aktarmak eli kalem tutan biri için pek de zor olmasa gerek. (Söz gelimi şimdi aklıma gelen bir öykü fikri: Bir devletin bütün çalışanlarını tek tek o devletten çıkarın ve aynı hiyerarşik yapılanma içinde yeni bir devlet kurdurun, bu esnada çıkarılan bütün kadroların yeri ise doldurulmuş olsun. Bu iki devleti savaşa tutuşturun ve sorun, hangi devlet kazanırsa eski devlet yaşamaya devam edecek?) Öyleyse iş, bu tür konuları türetmekte değil, bu çatışmada "giden" ve "gelen" olarak ete kemiğe bürünen tarafları görmekte ve ustanın deyişiyle "anlamak gideni ve gelmekte olanı."

Bu alıntıya binaen devam edelim. Nazım Hikmet, "giden"in ve (bir daha gitmemek üzere) "gelmekte olan"ın ne olduğunu Marksizmin tarih okuması sayesinde "bilmeden biliyordu." Nazlıcan'ın metninde ise, tekraren söyleyelim, Marksist bir tarih algısından söz edilemez. Fakat - işte edebiyatın en sevdiğim yanı - bu "algısal fark" Nazlıcan'ın metninin Marksizm'den ayrı düştüğü, hatta onunla "ters düştüğü" anlamına gelmiyor. Zira Nazlıcan'da "mekan", bir mikrokozmos olarak "dükkan", tam da Marx'ın makrokozmos'unun (yani, tüm insanlığın) bir alt momenti olarak onun diyalektik bir bileşenini oluşturduğu için zamansal olarak onunla "çatışıyor". Marksizmin "meta fetişizmi" kavramsallaştırmasını sündürmeyi göze alarak açalım: Nazlıcan'ın öykülerinde kendi ürününün canlanıp karşısına dikildiği, onun hakimiyetine girmiş insanın trajedisi "esnaf" üzerinden işleniyor ve dünyanın sınırları da işte bu "ölü emeğin" (tabir bizzat Marx'a ait) biriktiği bir mezarlık olarak "dükkan"la çiziliyor. Bu nedenle dükkan (ve bir bütün olarak metin), "bir kayaya oyulan" kahvehane öyküsünde tebarüz ettiği üzere, hakikatin değil, onun aldatıcı görünümleriyle boğuşmanın mekanı haline geliyor: Yani, adlı adınca, Platon'un mağarasına dönüşüyor. Birilerinin yönlendirmesi olmadığı için sureti asıl sanan mağara insanları, Nazlıcan'ın dükkanlarında yaşıyor.

Susan Sontag Fotoğraf Üzerine'de (son öykü olan "Bir Cambazın Fotoğrafı"nı bir de bu gözle okuyalım) yine Platon'a başvuruyor, fotoğrafın asla gerçekliği değil, onun bir çarpıtmasını gösterdiğini iddia ediyordu. Tevekkeli, Nazlıcan'ın öykülerinde de sarih bir görüş mümkün olmuyor: Dükkan camlarındaki buğular bulanık yollar çiziyor (sf 11), ateş havayı bulanıklaştırıyor (sf 34), dumanlar bakışı perdeliyor (sf 39), nesneler sürekli bir vasfa bürünmeye uğraşsa da (sf 50) yabancılaşmış insan onları bulanık görebilmek için kasten yakın gözlüğünün üstünden bakıyor (sf 30). Dükkan'da biriken sermaye insanı tamamlamıyor, aksine sürekli eksiltiyor ve "mağara insanı" bu çelişkinin sonsuz girdabına kapılmış boğuluyor. Hayır. Boğulmuyor. İlerlemenin eksiltmesini bir gençleşmeye yorarak (sf 55), çünkü öyle olmasını ummak dışında çaresi olmadığından, bekliyor, çünkü dışarıda dükkanın zamanını aşan bir zaman akıyor.

Son bir not: Kitap boyunca "eksikliği" hissedilen tek şey "metinden kaçıp gidenler" değil, bir de metnin merkezine hiçbir zaman gelmeyenler var: Kadınlar. Gerçekliği kıran bir mekan olarak dükkan, yalnızca emek-sermaye çatışmasının mecrası değil, tek bir cinsiyetin dominasyonu altında dünyayı eril görünümlere de büründüren bir prizma. Bu açılıma giden öyküler elbette var, fakat bu öykülerdeki kadınlar "bakılan" olarak var oluyorlar. Kadınların özne olarak bakışını, bu bakışın eril bakıştan farklılaşıp farklılaşamadığını, kaçış stratejilerini de görmek istiyor okur. Aksi takdirde yazarın "evrensel" esnaf temsili erkek cinsiyetinde cisimleşiyor. Bu da bir "yazı esnafı" olarak yazarın başını mağarasından ne kadar çıkarabildiğini, gerçekliğin ne kadarını çıplak ışıkta görebildiğini sorgulatıyor, ister istemez.