27 Eylül 2017 Çarşamba

Edebiyat Nasıl Okunur - Terry Eagleton

Üzerinde çok konuşmaya değecek bir kitap değil. Son on beş - yirmi okumam arasındaki en büyük hayal kırıklığım oldu. Elbette Eagleton bu kitabıyla teoriye katkı için ya da akademik eğitime yönelik olarak yazmadığını kendisi de söylüyor. Edebiyatla haşır neşir olan ama eleştirel bir çerçeveden yoksun amatör okurların okuma deneyimini zenginleştirmek için basit bir kılavuz tasarlamak istemiş. Ama çocuk masalları yazan biri bile "Yahu ne de olsa çocuklar için yazmıyor muyum, ilk bölümle son bölüm tutarsız olmuş ne fark eder?" demiyor ve işini ciddiyetle yapıyorken, Eagleton amatör okuru ciddiye almayan, vaatlerini yerine getirmeyen, aklına ne eserse onu yazdığı bir metin ortaya koymuş ne yazık ki. Ayrıca kitap çok kötü zorlama esprilerle dolu, hani arada sırada iyi espriler çıkarabilen sessiz bir arkadaşınız bir gün bir ortamda gaza gelir de zamanında espri yapma şevkini kırmadığınıza sizi pişman eder ya... Öylesine saçma sapan, yersiz espriler.

Okumayın, okumayın, okumayın.

Edebiyat Nasıl Okunur - Terry Eagleton | İletişim Yayınları ...

18 Eylül 2017 Pazartesi

Güvercinler Gittiğinde - Merce Rodoreda

Çok ilginç bir roman. Barselona'da (şimdinin hipster cenneti olan Gracia semtinde) geçiyor ve romanın önemli bir bölümü İspanya İç Savaşı dönemini de kapsıyor. Buna karşın bir iç savaş, kahramanlık romanı değil, yazarının da ifadesiyle bir aşk romanı. 

Çok kötü başlıyor, adeta beni okuma dercesine. Duygudan, derinlikten yoksun, olay olarak albenisiz. Fakat okurun sabrına güvenen bir roman bu, oldukça kısa bölümlerden oluşan yapısıyla okura bu sabrı kendi elleriyle de veriyor aslında, tesadüf değil yani. Sonra gittikçe açılıyor, yavaş yavaş hani şu aşina olduğumuz (şüphesiz gerçek de olan) "dünyanın yükünü çeken kadınlar ve dünyayı zor bir yere dönüştürmekten başka hiçbir şeye yaramayan boş işlerle uğraşan erkekler" ikiliğini yaratacak şekilde gelişiyor. Ta ki (hiç içerisinden bakmadığımız) iç savaş başlayıp cephe gerisi bir kadının savaş alanına dönüşene kadar. 

İşte romanın tam da bir romana dönüştüğü kısım bu ve buradan sonrası oluyor, ikircikli finaline rağmen. Hem de kolay okunur bir roman, kısa cümleler vesaire; üstelik çok çok basit cümlelerden rüyanın, hayalin, buhranın diline geçiş yapıverdiği anlar muazzam. 

Fakat edebiyatta ölümüne nefret ettiğim ve bana ölmüş kadına küfrettiren o iç mekan tasvirleri hariç. Yok kapıdan girince solda konsol vardı, konsolu geçip sağa dönünce kapı taşlığa açılıyordu, taşlığın üstündeki balkon genişçeydi fakat bir merdivenle sahanlığa da bağlıydı... Lan anlamıyoruz işte anlamıyoruz! Edebiyat çok güçlü bir sanat, fakat üç boyutlu uzam anlatmakta başarılı değil, yapmayın bunu! Aynı acıyı bana Masal Masal İçinde ile John Barth da çektirmişti, onun da köküne kibrit suyu.

Kitabın sonunda yazarın notu var. Romandaki etkilerden söz ederken, bir bölümde Joyce'un Dublinliler'inin etkisinin görülebileceğini söz ediyor. Halbuki hiç de özel bir bölüm olarak hatırlamıyordum ben o kısmı. Dönüp bir daha okudum. Yok usta, gayet vasat bir bölüm. Demek ki insanlar büyük esinlerle vasat bölümler yazabiliyorlar ya da tam tersi, vasat bir bölümü yazacakken bile büyük esinlere başvurabiliyorlar. Dediğim gibi, çok ilginç bir roman.

Sahnenin Dışındakiler - Ahmet Hamdi Tanpınar (Spoiler İçeremez)

Tanpınar, kimilerine göre Türkçe'nin en iyi yazarı. Bana göreyse en iyi değilse de, dile hakimiyeti açısından eşsiz oluşuyla felsefi anlamda doluluğu onu edebiyatımızda yazdığı her şeyi pişmanlık duymadan okunabilir kılan üç-beş yazardan biri yapıyor. 

Bu kitabı ise bilindiği üzere Mahur Beste ve Huzur ile birlikte gevşek bir şekilde birbirine bağlanan bir ana anlatının üç parçasından biri. Söz konusu iki romanı okumuştum ve bu üçüncüyü de aralarına katmış bulunuyorum. Açıkçası bunlardan yalnızca Huzur klasik anlamda tamamlanmış bir romandır denebilir, yani tamamlanmış bir eserden beklenileceği üzere bir finali vardır. Mahur Beste ve bu eserin ise yalnızca başları vardır, finalleri yoktur ya da önemsizdir. Oysa her ikisi de (Huzur'dan farklı olarak) önemli siyasi tartışmaların ortasındadır: Biri Abdülhamid-Meşrutiyet tartışmasını ele alır, bir diğeri 1920 İstanbul'unu. Her ikisi de bu dönemlere elbette tam ortasından değinir, fakat bu arka planla uyumlu birer hikaye ortaya koymazlar. Elbette "arka planda savaş, ön planda aşk" romanlarına hepimiz aşinayız, bu romanlar da aşağı yukarı bunu verirler ancak bu iki romandaki aşk hikayelerinin kurgulanma ve esere yediriliş biçimlerinin de teknik anlamda iyi oldukları söylenemez.

İşgal altındaki İstanbul'u anlatan kuşkusuz ünlü/ünsüz çok roman vardır, benim aklıma bunlardan yalnızca birini okuduğum geliyor, Kemal Tahir'in Esir Şehrin İnsanları. Gerçi ona da roman denemez, tezli roman mı, romanlı tez mi olduğu belli olmayan, edebi hiçbir haz vermeyen bir kitaptır. Tahir'in kahramanı birbirlerine çok maharetsiz biçimlerle bağlanmış her bir bölümde bir başka "tip" ile karşılaşarak işgal altındaki İstanbul'daki insan profillerini gösterir. Fakat en azından iddiası büyüktür o kitabın. Sahnenin Dışındakiler'de ise, kitabın adı gibi ve kitabın adını veren diyalogdaki gibi, 1920 İstanbul'u sahnenin dışı olduğu için bir oyundan, alınan rollerden de söz edilemez; söz gelimi kitabın dört sayfası (oldukça eğlenceli de olsa, anlamsız) bir burun tasvirine ayrılabilmişken olay anlamında ciddi bir kısırlık söz konusudur.

Bu nedenle salt dili, ya da tarihsel tanıklığı için okunabilecek bir roman olarak görülebilir bu kitap, ya da Huzur'un tamamlayıcısı olarak. Ama başlı başına bir eser olarak okurunu beklediğini söylemek maalesef mümkün değil.

5 Eylül 2017 Salı

Al Gözüm Seyreyle Salih - Yaşar Kemal (Spoiler İçerir)

Büyük yazarlar korkutuyor. İçsel veya dışsal nedenlerle iyi bir okuma yapamazsam, kitabın derinliğine giremezsem, belki bir ömür zihnimde taşıyacağım replikleri, imgeleri, öykücükleri, nükteleri heba edersem diye çekiniyor, bu kitapların bir zamanlarının olduğuna, o an geldiğinde kitabın kendini okutacağına inanıyor insan. Bu bende en çok Yaşar Kemal için böyledir. Şu ana kadar (bu sonuncu dahil) altı kitabını okuduğum ve hepsiyle de beni sarsan, büyüleyen yazarın Bir Ada Hikayesi dörtlemesine başlamaya hala çok korkuyorum söz gelimi. Neyse ki, tatlı bir zorlama neticesinde Al Gözüm Seyreyle Salih'i okuyabildim de yine kavuştum Yaşar Kemal'e. 

Diğer kitaplarına hem çok benziyordu, hem de oldukça ayrıksı yönleri vardı bunun. Örneğin ilk basımı 1971'de olan Binboğalar Efsanesi'nde bazen tevatürle, bazense salt kendi kendilerine konuşarak bir anda kendi gerçeküstü anlatılarını kuruveren karakterlere çok benziyor ana karakter Salih (bu kitabın ilk basımı 1976). Öte yandan artık bu anlatılar hayal aleminde yalıtılmış değiller, gerçeğin içine her an her saniye sızıyor ve karakterler için bir gerçeklikten kaçış yöntemi olmaktan çıkıp gerçekliği var eden bir boyuta bürünüyorlar. İkinci olarak, hem Yaşar Kemal'den, hem de yazıldığı dönemden beklendiği üzere bir "X sorununa parmak basma", "Y'nin yok oluşuna bir ağıt" romanı değil Salih. Ancak masalsı yapısının arkasına sığınarak toplumsal sorunlara da gözünü kapatmıyor, hatta nasıl İnce Memed'de ya da Binboğalar Efsanesi'nde dönemin politikacıları bile gerçek isimleriyle bu büyülü anlatının içinde var oluyorsa, bunda da onca masalsılığın içinde Ali Rıza Binboğa kasabaya gelebiliyor örneğin.

Bir büyüme romanı olarak okudum ben Salih'i. "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusunun (sorumluluğun üniversite tercih uzmanlarına emanet edildiği ya da "asker/polis olacağım"a esir düştüğü çağdan hemen önce) tılsımını büyük ölçüde koruduğu dönemde, okula verilmemiş Şileli bir çocuğun gözünden rol modeller üzerinden kaçakçılık dahil bir mesleki panorama çıkartılmış romanda. Hepsi bu çocuğun gerçekliğine göre sunulmuş; hiçbiri kağıt üzerinde değil çünkü her biri neticede çocuğun hayatına temas eden bir karakter ile ilişkili, kaçakçılık bir macera mesela, doktorluk güzel ama yabancı, balıkçılık meraklı ve korkunç, demircilik yalnız, öfkeli, kıvılcımlı...

Bu bağlamda Yaşar Kemal'i büyük romancı yapan, misal Kemal Tahir'den kat be kat üstün kılan şey bu büyüme hikayesini gerçekten bir hikaye kılması. Kemal Tahir'in "Esir Şehrin İnsanları"nı hatırlıyorum, kitapta gerçekten de işgal altındaki İstanbul'daki İstanbullu profillerini çıkarmak istemiş ve oldukça gevşek bir olay örgüsü ile kitabın her bölümünde bir başka profili okura tanıtmaya varan bir çiğlik çıkmıştı ortaya. Yaşar Kemal'in bu kitabın adını "Hangisi Gibi Olsam" koyduğunu ve her bölümde bir başka meslekten karakterle bir olay yaşayıp dersler çıkardığını gözünüzün önüne getirin. Getiremezsiniz.

Bu açıdan baktığımızda, kitaba damgasını vuran iki unsurun meslek dahi olmaması manidar. Bunlar yaralı bir martı yavrusu ile mavi bir oyuncak kamyon. İkisi de başta renkleriyle olmak üzere (renkler, kokular Yaşar Kemal'de her zaman çok baskın öğelerdir ya zaten) Salih'in aklını başından alan bu iki temel unsur uyandırdıkları tutkular üzerinden hikayede belirleyici rol alırlarken büyümeye dair pek bir şey söylemiyorlar gibi görünse de, daha derin bakıldığında Salih'in arayışına dair ipuçları barındırdıkları söylenebilir sanırım. Biri materyal dünyanın albenisini simgelerken bir diğeri doğanın bir parçası olarak insan olmayı hatırlatıyor sürekli. Mavi kamyonun büyüsü bir kamyon enflasyonu içerisinde kaybolup giderken, iyileşmez denen martının iyileşip üstüne bir de uçmasının ölümün de, yaşamın da mucizevi oldukları kadar aleladeliklerini ortaya seriveriyor; can vermek de, can almak da zorluklarına karşın sıradanlaşıyor. Nihayet Salih can aldığı için onmayan balıkçılıkta karar kılsa da Yaşar Kemal'in müdahalesi ile cevhere can veren demircilik kaderi oluyor Salih'in.

Tanrı'nın Ölümü ve Kültür - Terry Eagleton

Dağınık başlasa ve güncel sorunlara temas edince eli yanarak apar topar bitse de çok faydalı, dolu, yoğun bir kitap Tanrı'nın Ölümü ve Kültür. Yoğun, çünkü mesele felsefenin kutsal metin tefsirlerinden kurtulup kendi yolunu çizebildiği çağda bilginin, hatta hayatın kaynağının nerede aranacağının çok daha ötesinde; Tanrı'yla birlikte onun meşruiyet sağladığı sınıfın alaşağı edildiği çağda bu yeni felsefenin yeni toplumsal düzenin çimentosu olma testinden de geçmesi gerekliliğinde düğümleniyor. 

Bu kapsamda felsefenin ürettiği yanıtlar ("çifte hakikat", yani Tanrı'nın öldüğünü biz filozoflar bilelim ama halka din gerek düşüncesi, ya da Hegelci tin gibi Tanrı'nın yerine yeni aşkınlıklar koyma çabası) arasında uzun mu uzun bir gezintiye çıkıyoruz kitapta. Aydınlanma düşüncesinin (Akıl'ın yerine Sanat'ı koyan Romantikler bir kenarda tutulduğunda bile) kendi içinde ne çok çelişkiler barındırdığını okumak, ayrıca ortalama bir entelektüelin referans listesinde yer alan Comte, Hume, Rousseau gibi isimlerin önemi Aydınlanma dönemi için ne denli büyükse de Herder, Fichte, Burke ve benzer düşünürlerin de çarpıcı felsefi müdahaleleriyle karşılaşmak, okurun kendi adına çoktan bitti sandığı Aydınlanma tartışmasına yeni boyutlar ekleyebiliyor ve
beynin yüzeyindeki tozlara üfleyiveriyor.

Kitabın tek ama en büyük sorunu ne yazık ki yazarın kendi arayışı. Sayfalar, sayfalar boyunca "gerçek ateist felsefeyi" arıyor Eagleton, bir Marksist olarak Marx'a bile burun kıvırıyor ve sürpriz, onu Nietzsche'de buluyor. "Gerçek ateist felsefe olmadan Tanrı'yı öldürmek mümkün değil" teziyle ilerleyen kitap, sona eriştiğinde "Günümüzün radikal dincilik probleminin Nietzscheci postmodernizme karşı reaksiyoner bir semptom olduğu" iddiasıyla son bularak kendi kendisinin arayışını haksız çıkartıyor.