26 Kasım 2019 Salı

Fatma Nur Kaptanoğlu - Homologlar Evi

Image result for Fatma Nur Kaptanoğlu - Homologlar Evi
Büyük yayınevlerinin peş peşe kitap bastığı bir ortamda çoğu zaman "butik" yayınevlerinin kitaplarını görmezden geliyoruz. Arkadaş tavsiyesi veya başka bir özel durum haricinde yeni çıkanlar rafında Dedalus'tan, Çınar'dan, Alakarga'dan, Nota Bene'den, Yitik Ülke'den kitaplara pek elimiz gitmez. Piyasaya endeksli "eleştiri" dünyamızda bu kitaplar hakkında pek yazı da çıkmadığı için karşımıza bir şekilde çıkıp duran bu kitap kapaklarının ardında neler olup bittiğini pek bilmez, ne de olsa "büyük yayınevinden" çıkmadığı için pek de kaliteli olamayacağını düşünerek içimizi rahatlatırız. İşin ekonomi politiğinin böyle olmadığını da bal gibi bilen biri olarak ben bile bu temayüldeyim. Fakat salt bunu kırmak için, en azından arada sırada bu yayınevlerinin sınırlı olanaklarıyla öne çıkarmaya çalıştığı kitaplardan edinirim. 

Yine böyle elime geçen Homologlar Evi'ni de  bir süre süründürdükten sonra nihayet okudum. Açıkçası kitapta aradığımı bulamadım - ama ne aradığımı söyleyebileceğime de pek emin değilim. Bende kalan hissi açıklayayım bu nedenle. Beğendiğim şeyler var mesela. Denenen enteresan teknikler gibi: Öykünün içinde birdenbire karşımıza çıkan tablolar, youtube linkleri, whatsapp yazışmaları gibi kalıpların dışına çıkan unsurlar "devrim" niteliğinde yenilikler olmasalar da ilgiyi canlı tutmaya yetiyor. Öyküyü artık dijital uzamdan ayıramadığımız çağda böyle deneylerin yapılması da zaten gerekli. Ayrıca yazarın keskin dikkatinden ileri gelen absürdist bir varoluşçuluğu var gibi (Kapak bu anlamda tam isabet, insanın biyolojik varoluşunu inceden alaya alan satırları iyi yakalamış). Gibi'yi kalın yazdım, çünkü aynı zamanda yok gibi de, çünkü öykülerdeki olaylar ve karakterler resmetme potansiyeli taşıdıkları absürdite seviyesinin çok altında iş görüyorlar. Çok iddiasız kalıyorlar, sanki odaklandıkları detaylar kadar "mikroskopik" kalmak zorundalarmışçasına. Çatışmalar çok ölçülü, yorumlar makul, acılar tolerans eşiğini geçmiyor. "Absürd" ceza sahası içinde gollük pas istiyor ama yazar bencil bir futbolcu gibi topu kaleye kadar kendi sürmenin derdine düşüyor. Homologlar Evi yazarın ikinci öykü kitabı. İlk kitap olsa bu çekingenliği anlayabilirdim ancak ikinci kitabını çıkaran bir yazarın artık "yayınlanmama korkusu"nu aşmış, yalnızca üslubundaki pırıltıyla değil hikayelerinin şaşaasıyla da varlığını kanıtlaması gerekirdi bence. Bakarsınız bu da üçüncü kitaba nasip olur. 

25 Kasım 2019 Pazartesi

Yaşar Kemal - Allahın Askerleri

Yaşar Kemal, birçok büyük yazar gibi, kitleyi çok keskin biçimde ikiye böler: Seven tam sever, sevmeyen tam sevmez. Yazdığı onlarca kitapta hangi coğrafyadaki bilmem hangi tuhaf hikayeyi anlatsa da değişmeyen üslubu yüzündendir bu biraz da. Sevenlerdenseniz, arada sırada "Yaşar Kemal'iniz gelir" ve aylar, belki de yıllar sonra elinize yepyeni bir Yaşar Kemal kitabı alıp kendinizi o renk cümbüşü içinde menevişlenmeye bırakırsınız.

Image result for Yaşar Kemal - Allahın Askerleri
Fakat Allahın Askerleri'ne bu şekilde başlamadım. Yaşar Kemal'in çocuk röportajları derlemesi olduğunu biliyor ve bunun için merak ediyordum. Zaten Yaşar Kemal'in röportaj türü için "bal gibi edebiyat" nitelemesi yaptığını, "İnce Memed neyse röportajlarım odur" dediğini bilip de merak etmemek pek mümkün değildi. Yine de çağımız bir dikkat dağınıklığı ve çatışan arzular çağı olduğundan hep bir başka merak ağır basıyor ve bu kitap okunma listesinde hep ikinci sırada kalıyordu. Ne zaman ki Ayşegül Devecioğlu'nun Güzel Ölümün Öyküsü çıktı, "Tamam," dedim. "Bu iki kitabı beraber okumaktan bir şeyler çıkar." Diğerine henüz başlamasam da, hatta başlamayacak olsam bile, bu kitabı bana okuttuğu için şimdiden müteşekkirim.

"Çocuktan al haberi" sözü çoğunlukla çocuğu bir dedikodu vasıtası olarak tariflemek için kullanılır ya, en azından bu kitap özelinde, toplumun ahvalini en iyi çocukların hikayelerinden anlayabileceğimizi gösteriyor Yaşar Kemal. Hele hele sokak çocuklarının. Sömürü, tecavüz, sokaklarda donarak ölmek... Bir toplumun yetişkin bir ferdinin bile yaşamasına tahammül etmemesi gereken acılarla çocuklarını yüz yüze bıraktığının belgesi çocuklar. Ve ailelerin, polis başta olmak üzere devlet kurumlarının ve küçüğüyle büyüğüyle burjuvazinin durumunu çocukla kurduğu ilişkiden daha net gösteren bir mercek varsa da ben bu kitaptan sonra tahmin edemiyorum. 

Çocukların hikayelerindeki trajik yükün Yaşar Kemal'i dilini acılaştırmaya, üslubunu arabeskleştirmeye itmemiş olması kitabın en güçlü tarafı. Ezilip bitmiş, zavallı, vicdanları parlatmak için ceplerine birkaç kuruş koyup başlarının okşanması yeterli çocuklar anlatmıyor Yaşar Kemal. Kendi gerçekliklerini kuran, hayata bizzat müdahil, hayatta kalmayı, neşelenmeyi, dostluk kurmayı en güzel şekillerde öğrenmiş, zorlukların güçlendirdiği çocuklar onlar aynı zamanda. 

Bir övgü de Yaşar Kemal'in "etnografi" pratiğine. Bu çocuklarla tanışma sürecinde iyiden iyiye ünlü bir yazar Yaşar Kemal. Hatta bazı çocuklar, ya da çocukların ebeveynleri, onu tanıyor bile. Kuşkusuz geçim derdi de pek yok. Yetişkine karşı çocuk - üstelik ünlü, hali vakti yerinde bir yetişkine karşı yoksul çocuk - arasında var olmasını bekleyeceğimiz o hiyerarşik iletişim biçiminden eser yok bu öykülerde. "Etnografi"yi bu yüzden tırnak içinde kullanıyorum. Zira Yaşar Kemal'inki dışarıdan gelen bir araştırmacının tatbik ettiği, kitabına uygun bir "katılımcı gözlem" yöntemi değil, biliyor ve anlıyorsunuz: Hangi yaşta, hangi statüde olursa olsun, Yaşar Kemal babası gören tek gözünün önünde öldürülen o ufak çocuk.

20 Kasım 2019 Çarşamba

Zeynep Uzunbay - Çoğunluk Dersleri

Image result for çoğunluk dersleriSon kitabı Çoğunluk Dersleri hakkında yapacağımız röportaj için buluştuğumuzda "Bu kitabı sevdiğini söylemedin," dedi Zeynep Uzunbay sohbet daha yeni yeni koyulaşırken. "Sevmemiş olsam bu güneşli Pazar günü deniz kenarında piknik yapacağıma Mecidiyeköy'de işim ne, ruh hastası mıyım ben?" demem gerekirdi, aklıma gelmedi o an. Ama sevdiğimi söylememiştim, doğru. Çünkü bir başka hisağır basıyor, beğenimi gölgeliyordu. Şaşkınlık.

Kamçılanma Mesafesi'ni tavsiye üzerine okuduğumda yıllar boyu okuyacağım birini keşfettiğimi anlamıştım. Çok sevmiştim, en çok da sadeliğini. Sıradan bir okurun sıradan bir okumadan (tavsiye üzerine yapılan, neyle karşılaşacağını bilmediği bir okuma) beklentileri kadar sade. Okuduğunu büyük ölçüde anlamak, anladığına katılmak, anlamadığın üzerine düşünmek ve düşüncenin sonuçlarını katıldığın anlamlara iliştirebilmek. Böylece kitaba kendi başlığımı atabilmiştim: Kadın Sağlığı İçin El Kitabı.

Okur, bir öykücünün edebiyatının içine yapboz oynar gibi girer. Okuduğu her yeni öykü bir diğerinin çözümü için yeni bir kolaylık sağlar çünkü: Tekrar eden bir tema kendini ilk kez bu kadar açık etmiştir, bir duygulanım kendini ısrarla öne atmaktadır ya da sembol evreninin sınırları biraz daha belirginleşir. Okur artık yazar hakkında "uzmanlaşır". Bu durum beğeniyi de etkiler şüphesiz. Artık bir öyküyü aslında beğenmeyecek dahi olsanız, yazarın dünyasına hakim olduğunuz için onu tekil bir öykü olarak değil söz konusu yazarın edebiyatının bir mütemmim cüzü olarak değerlendirirsiniz. Bu nedenle normalde "sorun" olarak değerlendireceğiniz kimi unsurların neden orada olduğunu, bunların sorunlu taraflarını neden görmezden gelmeniz gerektiğini de anlarsınız. Yapbozun bir parçasını daha koyarken "Bu parçanın kenarını beğenmedim," demezsiniz. Beğenilecek olan büyük resimdir.

Çoğunluk Dersleri'ni bitirdikten sonraki şaşkınlığım işte bu algımın yıkılmasından kaynaklanıyordu. Kamçılanma Mesafesi'nin üzerine çok daha kolay çözümleyeceğim bir kitap beklerken dille derdi olan, kelimelere teklifsizce yeni anlamlar atfeden, şiiri yardıma çağıran, karakterlerin birbirinden çok kendi içine konuştuğu öykülerle karşılaştım. Metaforumuzdan devam edersek, elimdeki yapboz parçalarından kenarları düz olanları rahatlıkla çerçeveye yerleştirdim fakat ortadaki koca boşluk bana bakıyordu. Bir öncekine göre daha karamsar bir kitaptı. Kendini daha çok gülmeye zorlayan ama arkasındaki derin hüznü gizlemeyi başaramayan. Cenaze evinde gözleri halen yaşlıyken gülen insanlar gibi. Neticede ülke bu iki kitap arasında daha iyiye gitmemişti, metne de bu yansıyacaktı. Şaşkınlığım bundandı, çok umut dolu, çok sade, çok bir önceki gibi bir kitap bekliyordum.

Yanıldığımı röportajla anladım. Dildeki bozunmayı, iletişim arzu ve becerimizdeki güncel düşüşün yansıması olarak görmüştüm, değilmiş. Yazarın daha öncekinden çok daha baskın biçimde dildeki iktidarla hesaplaşmak isteyeceğini tahmin edememişim. Çünkü yazarın güncel olanı takip etmek zorunda olmadığını, aksine bazı her zaman güncel sorunları dün, bazılarınıysa ancak bugün irdeleyebileceğini unutmuşum. 

Gerçekçilik buydu, evet, bunu da unutmuşum: Güncelin kaydını tutmak değil, her zaman güncel olanın her an peşinde olmak. Don Kişot gibi.

19 Kasım 2019 Salı

Karanlığın Sol Eli - Ursula K. Le Guin (Ağır Spoiler İçerir)


Ursula Ana benim gerçekten de sembolik annem denilebilir. Tolkien, David Eddings vb. fantastik edebiyatın sınırlarını aşamadığım ergenlik çağlarımda karşıma tesadüfen çıkıp beni Ged'le beraber büyüten kadındır Ursula. Daha sonra anarşizme meylettiğimiz yıllarda Mülksüzler o dönemki ben için her ne kadar "kuru" bir metin olsa da (bu "kuru"luğun belki de metnin esas verimi olduğunu on yıl kadar sonra fark edecektim) Ursula'yla bağımı hiç koparmadım. Çocuklar anneleri için hep çocuktur, anneler çocukları için hep anne.

Image result for Karanlığın Sol Eli - Ursula Le GuinKaranlığın Sol Eli'nde, daha ilk cümleyi bile okumadan, bölüm başlığında ("Erhenrang'da Bir Geçit Alayı") ve altındaki açıklamada ne olduklarını sonradan öğreneceğimiz bir dolu bilinmeyen kelimeyle karşılaşıyoruz: Erhenrang, hain, yanıtlayıcı, gethen, ollul, genli ai, birinci gezici, ekumen... Henüz başlamadığımız bir kitap bize ancak bu kadar "yabancı" olabilir. Amaç da budur zaten. Ursula,  bizi asla evimizde hissetmeyeceğimiz, yabancı olmanın tedirginliğiyle karışık bir geri dönme arzusunun hakim olduğu bir okumaya zorlar böylece. Bu geri dönme arzusu okur için kitabı kapatıp kaçmak, "bizden" olan bir dile, "normal" bir anlatıya sığınarak o güne kadarki edebi deneyimimizi yeniden üretmeye tekabül eder. Böylelikle okurun dilsel deneyimi, "öteki" ile ilk kez karşılaşmanın metaforu olarak kendini dayatır. 

Sonrasında derhal; "monarşi" olarak nitelendirilmesinde hiçbir sakınca olmamakla beraber, savaşı ve silahı eski barbar dönemlerde bırakmış, kralların tahtırevana binmediği, temel atma töreninde hakikaten temel attığı tuhaf bir düzenle tanıştırılırız. En görünürü cinsiyet farklılığı olmak üzere, temelinde ikili karşıtlıkların olmadığı bir evren vadeden bir kitabın "ütopya" olacağını düşünürken okur yalnızca anakronik unsurlar barındıran, tarihin akmasını beklediğimizden farklı seyrettiği bir dünyamsı ile karşılaşır. Tabii burada ciddi bir muğlaklık da vardır, bu yeni dünyayı kendi gezegenimizden olmayan ikinci bir ağızdan dinlemekteyizdir. Bir emperyalist uluslararası sisteme çok benzeyen ama yine de tam olarak net bir bilgi sahibi olmadığımız bir koalisyonun temsilcisidir bu kişi, üstelik. Dolayısıyla taraflı, ama tarafını net olarak bilmediğimiz bir süzgeçten geçer tüm anlatı. Fakat en azından cinsiyetsiz insanları "adam", "erkek kardeşler" vs. şeklinde tanımlayarak tarafsız olmadığını ilan edecek kadar dürüsttür bu anlatıcı. 

Ursula'nın cinsel "tuhaflığı" çetin kış koşullarının hakim olduğu bir gezegende konumlandırma yönündeki tercihi de oldukça önemli göründü bana. Üzerinde hayat olduğu bilinen tüm gezegenleri tanıyan gözlemci tarafından da "kış" olarak adlandırılan bir dünyadır çünkü burası. "Anormal" bir toplumsal cinsiyete sahip olmanın gerilimini tariflemek için soğuğun seçilmesi pek çok alternatif yorumu da olanaklı kılar. Örneğin "soğuk"tan korunmak için bedenini gizleyecek kadar kat kat giyinmek zorunda kalmak, öteki'nin normaller arasında varolabilme koşullarını açıklıyor, diye düşünülebilir. Aynı zamanda sıcağa olan özlem, cinsel partner eksikliğine de denk düşüyor olabilir söz gelimi. Soğuğun cinsellikle ilişkisine, gezegenin dışarıda "kış" olarak adlandırıldığını öğrenmemizle son bulan ilk bölümün ardından gelen kısa öyküde de işaret edilir zaten. Bu öykü aslında kitabın esas derdinin bir özeti gibidir de aynı zamanda. Bir bireyin toplumun cinsel yasalarıyla uyuşmazlığı (evet cinsiyetin olmadığı bir dünyada dahi cinsel yasalar vardır, hatta bir sonraki bölümde "sapık" tabirinin bile varlığını öğreniriz. Ursula'nın edebiyatını yıkıcı yapan taraf da bu kılçıklardır işte.) ve neticesinde yalnızlaşması, "soğuğa" doğru yolculuğa çıkması, yaşadığı yüzleşme, ödediği (donmuş bir sol el) ve ödettiği (reddedildiği yerde kaçan bereket) bedel, romanı da özetler. 

Kitabın en ayrıksı, özel bir dikkat istediğini ilan eden bölümü ise inzivacılar/kehanet öyküsü sanki. Bu bölümde kehanetin ortaya çıkması için gerekli kadronun bir sapkın, bir çift akıl hastası, biri kemmerde olmak üzere bekaret yemini etmiş iki kişi vs.den oluşması; "anormal"liğin aslında sıradışı önemde durumların ortaya çıkması için lüzumunu gösterir ("Güzel sesli bir şarkıcıyı tedavi eder miydin?"). Bu kadronun lideri "dokumacı"nın kehanetin patlama anında bir kadın olarak görünmesi; bu sıradışı durumun gerekliliğini de orgazm anıyla eş tutarak vurgular. Öteki, bilinmeyene vakıf olmanın hazzını getirir. Burada yeni bir parantez açmak lazım: Geleceği bilmenin mümkünlüğü (hatta kesinliği) ama faydasızlığıyla ilgili bir ön-öyküyle başlayan bu bölüm, yine aynı mesajla bitiyor: Ve bu mesaj kitap boyunca da kendini sık sık hatırlatıyor, örneğin sf 141'deki karanlığın henüz gelmemiş ışık olduğuna dair yorum gibi. Ursula'nın sosyal bir problemin felsefi izdüşümünde determinizmi görmesi tartışılmaya değer değil mi? 

Sayfa 84'e geldiğimizde bir başka anlatıcının gözlemleri sayesinde gezegeni biraz daha tanırken aslında bir karşılaşmanın ilkin ne kadar da "dışarıdan" kurulan ilişki olduğunu, karşılaşılan öznenin aslında bir bilimsel nesne olarak görüldüğünü de anlıyoruz. Yine "bilimselleştirme" bağlamında; sf 154'teki bir paragrafta cinsiyet gibi etki gücü su götürmez meseleler tartışılırken aslında çok küçük detayların bile ne derece dönüştürücü olabileceğine dair minik ama etkili açıklamayla karşılaşıyoruz: komünal yaşayan böcek türlerinin yokluğu, komünal yaşamın öğrenilmesine mani oluyor. 

Sf 158'le birlikte kitabın neredeyse yarısını kaplayan o büyük "kaçış" başlıyor. Gezegenin yerlisinin bile dayanamayacağı kadar çetin olan bu yolculuğu, cinselliği imkansız bir aşka adım atmanın zorluğuna dair bir metafor olarak okumak gerek gibi görünüyor. Zaten Genli Ai'nin yalana yer olmayan düşünce-konuşmasında Estraven'in kafasında eski ensest ilişkisinin sesiyle belirmesi bunu ortaya koyuyor. Bunun bir kaçış olması önemli, toplumsal baskının cismani varlığını ortadan kaldırıp içselleştirilmiş haliyle (soğukla) yüzleştiriyor çünkü. Bu da karşılaşılan zorlukların farklılıkların birbirini tamamlamasıyla, dayanışmayla atlatıldığı bir sonucu getiriyor. 

Bu uzun yolculuk zaruri bir iletişim getiriyor beraberinde. Kitabın üzerinde durduğu temalardan biri de kesintisiz, sorunsuz iletişime olan ihtiyacın aksine sağlıklı iletişimin önünde, bazen kendi dilimizde tanımlamakta bile zorlandığımız ("şifgretor") pek çok kültürel, yapısal vb. engel olması. Elinizde en uzak mesafeleri yakın eden "yanıtlayıcı"ların bulunması, düşünce gücüyle konuşabiliyor olmanız müthiş bir iletişim başarısı sağlamanızı garantilemiyor: Bu problemin üstesinden ancak ortak mücadeleyle gelinebiliyor, diyor Ursula Le Guin. Bu arada "dünya dışından gelen ve bir vaadi olan bir yabancı"nın, öteki olarak yaşadığı zorluklar da düşünülürse, "peygamber" olgusuna ne kadar benzediğine dikkat etmek lazım. 

Evet, kitabın bir iddiası da bu belki de: Öteki bir peygamberdir - çünkü tüm ön kabulleri yıkma, yerine yeni olanı, ihtiyaç duyulanı koyma potansiyeliyle birlikte gelir. 

Kısacası kitabın devrimci tavrı, her an yeni ötekilerle karşılaşmakla müsemma hayatın aslında yeni imkanlar anlamına geldiğinin altını çizmesi olarak karşımıza çıkar. Zaten kitabın sonunda, çiğnenen bir yasak neticesinde ortaya çıkan yeni jenerasyon, diğer başka yasakları da elinin tersiyle itebilen bir karakterle karşımıza çıkarak umudu simgelemiyor mu?