Ursula Ana benim gerçekten de sembolik annem denilebilir. Tolkien, David Eddings vb. fantastik edebiyatın sınırlarını aşamadığım ergenlik çağlarımda karşıma tesadüfen çıkıp beni Ged'le beraber büyüten kadındır Ursula. Daha sonra anarşizme meylettiğimiz yıllarda Mülksüzler o dönemki ben için her ne kadar "kuru" bir metin olsa da (bu "kuru"luğun belki de metnin esas verimi olduğunu on yıl kadar sonra fark edecektim) Ursula'yla bağımı hiç koparmadım. Çocuklar anneleri için hep çocuktur, anneler çocukları için hep anne.
Karanlığın Sol Eli'nde, daha ilk cümleyi bile okumadan, bölüm
başlığında ("Erhenrang'da Bir Geçit Alayı") ve altındaki açıklamada ne
olduklarını sonradan öğreneceğimiz bir dolu bilinmeyen kelimeyle
karşılaşıyoruz: Erhenrang, hain, yanıtlayıcı, gethen, ollul, genli ai, birinci
gezici, ekumen... Henüz başlamadığımız bir kitap bize ancak bu kadar
"yabancı" olabilir. Amaç da budur zaten. Ursula, bizi asla
evimizde hissetmeyeceğimiz, yabancı olmanın tedirginliğiyle karışık bir geri
dönme arzusunun hakim olduğu bir okumaya zorlar böylece. Bu geri dönme arzusu okur
için kitabı kapatıp kaçmak, "bizden" olan bir dile,
"normal" bir anlatıya sığınarak o güne kadarki edebi deneyimimizi
yeniden üretmeye tekabül eder. Böylelikle okurun dilsel deneyimi, "öteki"
ile ilk kez karşılaşmanın metaforu olarak kendini dayatır.
Sonrasında derhal;
"monarşi" olarak nitelendirilmesinde hiçbir sakınca olmamakla
beraber, savaşı ve silahı eski barbar dönemlerde bırakmış, kralların
tahtırevana binmediği, temel atma töreninde hakikaten temel attığı tuhaf bir
düzenle tanıştırılırız. En görünürü cinsiyet farklılığı olmak üzere,
temelinde ikili karşıtlıkların olmadığı bir evren vadeden bir kitabın
"ütopya" olacağını düşünürken okur yalnızca anakronik unsurlar
barındıran, tarihin akmasını beklediğimizden farklı seyrettiği bir dünyamsı ile karşılaşır. Tabii burada ciddi bir muğlaklık da vardır, bu yeni dünyayı kendi
gezegenimizden olmayan ikinci bir ağızdan dinlemekteyizdir. Bir emperyalist
uluslararası sisteme çok benzeyen ama yine de tam olarak net bir bilgi sahibi
olmadığımız bir koalisyonun temsilcisidir bu kişi, üstelik. Dolayısıyla taraflı,
ama tarafını net olarak bilmediğimiz bir süzgeçten geçer tüm anlatı. Fakat en
azından cinsiyetsiz insanları "adam", "erkek kardeşler" vs.
şeklinde tanımlayarak tarafsız olmadığını ilan edecek kadar dürüsttür bu anlatıcı.
Ursula'nın cinsel "tuhaflığı" çetin kış koşullarının hakim
olduğu bir gezegende konumlandırma yönündeki tercihi de oldukça önemli göründü bana. Üzerinde hayat olduğu bilinen tüm gezegenleri tanıyan gözlemci tarafından da "kış"
olarak adlandırılan bir dünyadır çünkü burası. "Anormal" bir toplumsal
cinsiyete sahip olmanın gerilimini tariflemek için soğuğun seçilmesi pek çok alternatif yorumu da olanaklı kılar. Örneğin "soğuk"tan korunmak için bedenini
gizleyecek kadar kat kat giyinmek zorunda kalmak, öteki'nin normaller arasında
varolabilme koşullarını açıklıyor, diye düşünülebilir. Aynı zamanda sıcağa olan özlem, cinsel
partner eksikliğine de denk düşüyor olabilir söz gelimi. Soğuğun cinsellikle ilişkisine, gezegenin
dışarıda "kış" olarak adlandırıldığını öğrenmemizle son bulan ilk
bölümün ardından gelen kısa öyküde de işaret edilir zaten. Bu öykü aslında kitabın
esas derdinin bir özeti gibidir de aynı zamanda. Bir bireyin toplumun cinsel yasalarıyla
uyuşmazlığı (evet cinsiyetin olmadığı bir dünyada dahi cinsel yasalar vardır, hatta
bir sonraki bölümde "sapık" tabirinin bile varlığını öğreniriz. Ursula'nın edebiyatını yıkıcı yapan taraf da bu kılçıklardır işte.) ve
neticesinde yalnızlaşması, "soğuğa" doğru yolculuğa çıkması, yaşadığı
yüzleşme, ödediği (donmuş bir sol el) ve ödettiği (reddedildiği yerde kaçan
bereket) bedel, romanı da özetler.
Kitabın en ayrıksı, özel bir dikkat istediğini ilan eden bölümü
ise inzivacılar/kehanet öyküsü sanki. Bu bölümde kehanetin ortaya çıkması için
gerekli kadronun bir sapkın, bir çift akıl hastası, biri kemmerde olmak üzere
bekaret yemini etmiş iki kişi vs.den oluşması; "anormal"liğin aslında
sıradışı önemde durumların ortaya çıkması için lüzumunu gösterir ("Güzel
sesli bir şarkıcıyı tedavi eder miydin?"). Bu kadronun lideri
"dokumacı"nın kehanetin patlama anında bir kadın olarak görünmesi; bu
sıradışı durumun gerekliliğini de orgazm anıyla eş tutarak vurgular. Öteki,
bilinmeyene vakıf olmanın hazzını getirir. Burada yeni bir parantez açmak
lazım: Geleceği bilmenin mümkünlüğü (hatta kesinliği) ama faydasızlığıyla
ilgili bir ön-öyküyle başlayan bu bölüm, yine aynı mesajla bitiyor: Ve bu mesaj
kitap boyunca da kendini sık sık hatırlatıyor, örneğin sf 141'deki karanlığın
henüz gelmemiş ışık olduğuna dair yorum gibi. Ursula'nın sosyal bir
problemin felsefi izdüşümünde determinizmi görmesi tartışılmaya değer değil mi?
Sayfa
84'e geldiğimizde bir başka anlatıcının gözlemleri sayesinde gezegeni biraz
daha tanırken aslında bir karşılaşmanın ilkin ne kadar da "dışarıdan"
kurulan ilişki olduğunu, karşılaşılan öznenin aslında bir bilimsel nesne olarak
görüldüğünü de anlıyoruz. Yine "bilimselleştirme" bağlamında; sf 154'teki bir paragrafta cinsiyet gibi etki gücü su götürmez meseleler tartışılırken aslında çok küçük
detayların bile ne derece dönüştürücü olabileceğine dair minik ama etkili
açıklamayla karşılaşıyoruz: komünal yaşayan böcek türlerinin yokluğu, komünal yaşamın
öğrenilmesine mani oluyor.
Sf 158'le birlikte kitabın neredeyse yarısını
kaplayan o büyük "kaçış" başlıyor. Gezegenin yerlisinin bile
dayanamayacağı kadar çetin olan bu yolculuğu, cinselliği imkansız bir aşka adım
atmanın zorluğuna dair bir metafor olarak okumak gerek gibi görünüyor. Zaten Genli Ai'nin yalana yer olmayan düşünce-konuşmasında Estraven'in kafasında eski
ensest ilişkisinin sesiyle belirmesi bunu ortaya koyuyor. Bunun bir kaçış
olması önemli, toplumsal baskının cismani varlığını ortadan kaldırıp
içselleştirilmiş haliyle (soğukla) yüzleştiriyor çünkü. Bu da karşılaşılan
zorlukların farklılıkların birbirini tamamlamasıyla, dayanışmayla atlatıldığı
bir sonucu getiriyor.
Bu uzun yolculuk zaruri bir iletişim getiriyor beraberinde. Kitabın üzerinde durduğu temalardan biri de kesintisiz,
sorunsuz iletişime olan ihtiyacın aksine sağlıklı iletişimin önünde, bazen
kendi dilimizde tanımlamakta bile zorlandığımız ("şifgretor") pek çok
kültürel, yapısal vb. engel olması. Elinizde en uzak mesafeleri yakın eden "yanıtlayıcı"ların
bulunması, düşünce gücüyle konuşabiliyor olmanız müthiş bir iletişim başarısı
sağlamanızı garantilemiyor: Bu problemin üstesinden ancak ortak mücadeleyle
gelinebiliyor, diyor Ursula Le Guin. Bu arada "dünya dışından gelen ve bir vaadi olan bir
yabancı"nın, öteki olarak yaşadığı zorluklar da düşünülürse,
"peygamber" olgusuna ne kadar benzediğine dikkat etmek lazım.
Evet,
kitabın bir iddiası da bu belki de: Öteki bir peygamberdir - çünkü
tüm ön kabulleri yıkma, yerine yeni olanı, ihtiyaç duyulanı koyma potansiyeliyle
birlikte gelir.
Kısacası kitabın devrimci tavrı, her an yeni ötekilerle
karşılaşmakla müsemma hayatın aslında yeni imkanlar anlamına geldiğinin altını
çizmesi olarak karşımıza çıkar. Zaten kitabın sonunda, çiğnenen bir yasak
neticesinde ortaya çıkan yeni jenerasyon, diğer başka yasakları da elinin
tersiyle itebilen bir karakterle karşımıza çıkarak umudu simgelemiyor mu?