17 Haziran 2020 Çarşamba

"Eşitlik, Özgürlük, Üveylik!": Latife Tekin'in Manves City'si (GazeteDuvar Yazısı)

İstanbul’dan Ankara istikametine giderken Hereke civarına geldiğinizde yolun sol tarafında bir çimento fabrikası görürsünüz. Yol kıvrımlı olduğu için uzunca bir süre seyredebileceğiniz bir “manzara” değildir, ama o yola ne zaman çıksam, o ucubenin görüş açımda kaldığı her saniyeyi asırlık bir dehşetin içinde donup kalmış vaziyette geçiririm. Zira bu fabrika çirkindir fakat sadece çirkin denip geçilemez; görmezden gelinemeyecek kadar, adeta kendisini zorla gösteren anıtsal bir çirkinliktir bu. Doğadaki nice çirkinlik kendisini affettirecek birtakım faydalar sunarken bunun bir de ürettiğini bilmek insanı iyiden iyiye deliye döndürür. Zarar vermek için tasarlanmış ama çalışmasa da zararlı bir makine.

Latife Tekin - Manves City | | | - Can YayınlarıBu da bizi bir başka sorgulamaya götürür: Faaliyetleri kendi itibarı açısından hayırlı olmayan bir öznenin muhataplarını en azından “şekerle kandırması”, kötü niyetini estetikle örtmesi beklenmez miydi? Bu fabrikanın en azından dış cephesini güzel renklere boyamak gibi hamleler halkla ilişkiler açısından basit ama sonuç verici olmaz mıydı? Tabii bu soruyu sorduğum zaman, fabrika sahiplerinin “halkı kazanmak” gibi bir gereksinim duydukları varsayımında bulunmuş oluyorum. Ancak tam da bu örnekte görüldüğü gibi olgu, varsayımı çürütüyorsa onun yerini çıkarım almalıdır. Bir “safi zarar” makinesi söz konusuysa ve halkı kandırmak/kazanmak gibi bir gereksinimi de yoksa, düpedüz “işgal”dir bunun adı.

Elbette şirketlerin kamu arazilerini, köylülerin meralarını ya da sahilleri, nihayet işgal edilebilecek her ne varsa “işgal ettiği” tespiti yeni bir şey değil [1]. Fakat bu “işgal” eyleminin tanımı “kendine ait olmayan toprağa zorla girip yerleşme” çerçevesinde bırakıldığı ölçüde eksik. Zira işgal girip yerleşmekle biten (hiç değilse durağanlaşan) bir süreç değil, yerleşme sonrası süreçte de aktif bir eyleme biçimidir. Mekânsal bellekte tahrifat yaparak oranın yerlisine artık yabancı olduğunu hissettirmek, böylece onu yaşadığı topraklar üzerinde artık hak iddia edemez hâle getirmek bu dinamik işgal sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yer isimlerini değiştirmek, anıtların ve/veya meydanların görünümlerine müdahale ederek buralara sabitlenmiş hafızayı silmek gibi uygulamalar bu kapsamda ilk akla gelen politikalardır.

Fakat işgal ve mekân arasındaki ilişkinin bununla da kalmadığına dair araştırmalar var. Örneğin Sophia Stamatopoulou-Robbins’in Waste Siege (Çöp Kuşatması) çalışmasına göre Filistinlilerin yaşam alanlarının etrafını saran çöp, moloz ve pislik de işgalci yönetim zihniyetinin özel bir bileşenidir, ayrıca çevre tahribatının yarattığı psikolojiyle baş etmek de işgal edilenin omuzlarına bindirilen bir yüktür. Dolayısıyla o ucube çimento fabrikasının aslında tam da orada kalıcı olabilmek için heybetli bir çirkinliğe sahip olduğu söylenemez mi?

Elia Suleiman, son filmi It Must Be Heaven’da dünyayı dolaşıyor, “bütün dünyanın Filistinleşmesinden” söz ediyordu. Manves City, bu küresel Filistinleşmenin Türkiye ayağındaki tezahürlerden biri. Fakat onu ilginç kılan boyutu bu tezahürlerden “biri” olması değil, “herhangi biri” olması. Şunu söylemeye çalışıyorum, Manves City bize bu coğrafyada deneyimlenen Filistinleşme biçimlerinin “en acısını” değil (ki zaten onu “Filistinleşme” metaforuyla açıklamak hatalı olur), “en absürdünü” ya da “en trajikomiğini” de değil, en sıradanını, en bayağısını okutuyor. Böylece uzaklarda bir yerde yaşandığı için biraz üzülüp orada yaşayan insanlar için AB’nin Türkiye raportörü misali endişelenerek geçiştireceğimiz marjinal bir deneyimi değil hepimizi bekleyeni göstererek hakiki bir kasvet yaşamamızı istiyor Manves City (bu “hakiki” olma mevzuuna yazının en sonunda geri dönmek üzere bir işaret koyalım). “Ucube ayağınıza geldi,” diyor.

Gerçekten de dört dörtlük bir işgal deneyimidir Manves City’de anlatılan; coğrafyadaki neredeyse bütün mekân adlarının (tabelalar dâhil – ki bildiğiniz gibi tabelaların dili halkımızın kırmızı çizgisidir) değişmesi yetmezmiş gibi, anlatılan coğrafya fiziksel olarak da yalnızca beş senede oranın yerlisi için tanınmaz hale gelmiştir. Eş zamanlı olarak tabiat da son hızla yok edilmektedir. Tam bir İsrail tipi kuşatma hâli… Tam da bu yüzden olsa gerek kahramanımız Ersel, roman boyunca kapısı olmayan duvarlar etrafında döner durur [2]. İşgal deneyimi bununla da bitmez. Üvey kızını bulma ümidiyle [3] şehri karış karış gezerken üzerinden helikopter sesi eksik olmaz mesela kahramanımızın [4]. Militarize bir gözetlenme psikolojisi her an dayatılmaktadır.

Sınıf savaşının tam anlamıyla bir savaşa dönüşüp toprak işgalini beraberinde getirmesi, o toprağın sahiplerinin “vatan savunusu”na yönelmek için nasıl bir dayanışma/örgütlenme zemininden harekete geçeceği sorusunu da beraberinde getiriyor ister istemez. Ve ne mutlu ki Manves City’nin buna da bir cevabı var. Bilimsel bir buluş da denebilir buna rahatlıkla. “Erice’de herkes herkesin üveyidir” diyor Latife Tekin ve karakterler arası ilişkilerin çoğunun arasındaki üveylik bağları özellikle gösteriliyor romanda. İşte bu “üveylik müessesesi”nin Fransız Devrimi’nin üçlü harcı içerisinde uluslaşmanın “kalbî” boyutu olarak yer alan “kardeşlik” bileşeninin bir alegorik izdüşümü olarak okumak gerektiğini düşünüyorum. Ve ulusun bireyleri arasında bir “kardeşlik” bulunduğu iddiasının romantik abartısındansa bunu “üveylik” olarak kodlamanın sosyolojik olarak daha doğru olduğunu da… Kâh masallar, kâh Kemalettin Tuğcu metinleri ya da Sezercik filmleri yüzünden “üveylik” bilinçaltımızda her ne kadar “aile içi kötülük”le hemen hemen aynı anlama gelse de, terimi “kan bağı olmayan bir aile bağı” olarak koyduğumuzda tablo pozitif bir görünüm kazanmıyor mu?

Bu “pozitifliğe” olan inancını kahramanına biçtiği rolle göstermek istiyor zaten Latife Tekin. İşsizlik ve aşk acısıyla boğuşurken bütün çabasını üvey kızını aramakta yoğunlaştırıyor Ersel. İşgal edilmiş topraklarda, atomize edilmiş madunlar arasında bir direniş cephesi kurmak için bize gereken kimlik işte bu “üveylik sorumluluğu”ndan doğacak olmasın [5]? Evet, zor (zaten romanda da “üveyleri” için elini taşın altına koyan başka karaktere rastlanmıyor) – ama neden olmasın?

Gelgelelim, yukarıda da belirttiğim gibi romanın pozitif yanları kadar arızaları da var. Bilhassa karakter bolluğu içerisinde bölük pörçük, delik deşik kalan bir sürü yan hikâye nedeniyle roman estetik anlamda sorunlu bir görünüm arz ediyor. Romanın içindeki seslerin kopukluğunun, birbirine çarpıp yankı bulmazlığının bunlar arasındaki “üvey” ilişkiye işaret eden biçimsel bir tercih olduğu iddia edilebilir elbette. Fakat esas kahramanın yolculuğundaki karşılaşmaların yarattığı savrulmalar için aynı şeyi söylemek zor. Sınıfa, ekolojiye, kadın sorununa, sonra biraz göçmen sorununa, biraz Kürt sorununa, biraz biraz bütün sorunlara değinmek isterken roman hep “bir az” kalıyor sanki.

Tahkiye probleminin yanı sıra romanın okuru “harekete geçmeye” davet ettiğini söylemek de pek kolay değil. Yazarın elbette böyle bir niyeti olmayabilir, o bir “tespit ve öneriler” metni yazmak istemiştir belki de sadece. Ancak işgalcinin tahakkümünü yalnızca “zor” vasıtasıyla değil, Filistin’deki çöp ya da Manves’teki helikopter sesi gibi unsurları da kullanarak “duygulanım”ları da yöneterek kurduğundan söz etmiştik. Bu anlamda okur, direnenlerin safındaki bir eserden bir karşı-hegemonya hamlesini ister istemez bekliyor. “Filistinleşme” sürecinin kasvetini vermekte başarılı olan romanın buna karşı tetikleyici bir öfke veya heyecan da duyurmasını [6]. Aksi takdirde son sayfayı çevirdiğimizde Manves City sanki ruhumuzu da ele geçirmişçesine bir yılgınlık hissetmemiz işten bile değil gibi.

Bu sorunlarına rağmen, romanın görünmeyen “altyapısal” da bir kıymeti var ki altı ısrarla çizilmeli, hatta ayrı bir tartışma başlığı olarak gündemimizde yer almalı: O da Manves City’nin Yaşar Kemal’den sonra yavaş yavaş unutmaya başladığımız bir türün, röportaj-romanın temsilcisi olması. Yazarın – hele ki internet çağında – ikincil kaynaklara ve şahsi fantezilerine güvenme konforuna kapılmaksızın Germinal için madenlere inen Zola misali Manves City deneyimini birinci elden tecrübe ederek aktarmayı tercih etmesi ne kadar takdir edilse az. Politik kurmacalarda “düşman”ın giderek somut olanın tespit edilmesiyle değil, okurun (siz onu “piyasanın” diye de okuyabilirsiniz) talebine ya da yazarın öznelliğine göre biçim aldığı (örneğin Şahsiyet dizisindeki “Kambura”) günümüzde bu “natüralist metodoloji”ye eski bir dost gibi sığınılması gerekiyor belki de. Bugün ihtiyacımız olan hakiki roman sanırım ancak böyle çıkabilir çünkü.


[1] Nitekim Manves City’nin üvey kardeşi Sürüklenme’de de bu durum net bir biçimde ortaya konuyor: “Savaş buralara gelmez sanıyordu köylü, bundan ala savaş mı olur? Köyün çatında göğüs göğüse boğuşuyoruz madencilerle, vicdan yok, güç var ellerinde, devleti arkalarına almışlar.”
[2] Şehri bir yuva gibi yaşayan flaneur tipinin edebiyattaki (tabii bundan daha çok da kendini ispat yarışı kıvamında geçen edebiyat sohbetlerindeki) yaygınlığına nazaran “Aslında kendini yuvasında gibi hissetmesi gereken sokaklarda tekinsizce dolaşan, istemeden kaybolan kişi” için bir terimimiz var mı bu arada? Anti-flaneur?

[3] Romandaki bireysel hikâye ile “hepimizin hikâyesi” arasında kurulan örtük ilişki, “işgal edilmiş toprak” ile “iğfal edilmiş genç kız bedeni” benzerliği üzerinden veriliyor. Buna paralel olarak da romanın çatısı bir “damsel in distress”, “kötü duruma düşmüş pasif kadını kurtarmaya soyunan erkek kahraman” öyküsü üzerinden işliyor. Manves City Nergis karakteri üzerinden kadın boyutu çok güçlü bir roman olsa da bu tercihin soru işareti uyandırdığını not etmek gerek.

[4] Kitabın adına ilham olduğunu tahmin ettiğim firmanın patronunun da tahakküm psikolojisini pekiştirmek için şehrin ve fabrikanın üzerinde sık sık helikopterle turladığını bir not olarak belirtmek gerekir.

[5] “Halkların kardeşliği” söylemini de bu üveylik perspektifiyle yeniden düşünmek enteresan sonuçlara gebe olabilir gibime geliyor.

[6] Örneğin biraz fazla stereotipik bir karakter olarak, Manves City’nin üvey kardeşi Sürüklenme’deki “rastalı vegan” otobüs yolcusunu hatırlayın. Aynı iticilikte, okurun mesafe koymak isteyeceği bir Manves City temsilcisi/savunucusu çıksaydı keşke romanda karşımıza.


5 Haziran 2020 Cuma

Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk

Orhan Pamuk'un Veba Geceleri'ne hazırlık babında, daha en başından pek de ilgimi çekmemesine rağmen okudum Kafamda Bir Tuhaflık'ı. Ve başıma bir iş gelmeyecekse hiç beğenmedim. 

Kafamda Bir Tuhaflık , Orhan Pamuk - Fiyatı & Satın Al | idefix
Pamuk'un romanın başında vaat ettiği "birbirinden tuhaf olaylar" yok bir kere kitapta. Tam aksine, hususi bir epigrafı bile olan sondan bir önceki bölümün ciddi ciddi alelade bir aile içi emlak anlaşmazlığı mevzuuna ayrılmış olmasında berrakça görebileceğimiz şekilde çok zayıf bir hikayesi var. Tekil bir örneği (Boğaz'daki koyun sürüleri) saymazsak Kara Kitap'taki "İstanbul mitleri"nin (ki Orhan Pamuk'a Nobel'i getiren özelliği bu mitleri üretebilmesidir) esamisi okunmuyor. 

Evet "alkolsüz alkollü içecek" olarak boza özgün bir İstanbul sembolü olarak iyi düşünülmüş ve göç sonrası İstanbul'unun ruhu bozacı Mevlut'ta başarıyla tecessüm ettirilmiş, fakat bu Pamuk'un kapasitesi düşünüldüğünde İstanbul okumamızı ne derece derinleştirici, "keskin" bir fikir emin değilim açıkçası. Yine bir içsel kazı alanı olarak resmi görüş/şahsi görüş ile dilin niyeti/gönlün niyeti ayrımlarının çakıştırılması başarılı bir detay gibi görünüyor, fakat yan hikayelerle desteklenen, ayrıntılarla zenginleştirilen bir boyuta taşınamamış, bir "izlek" değil, tespit düzeyinde kalmış. 

Biçimsel olarak baktığımdaysa, daha önce (örneğin Masumiyet Müzesi'nin Kemal'i) anlatıcıdan rica ederek söz alan karakterlerin bu defa (İstanbul'un arazilerine "konmaları" gibi) anlatıyı teklifsiz işgal etmeleri hoşuma giden bir teknik detay oldu. Karakterlerin sınıfsal durumları yalnızca dil ve/veya içerik değil, biçim üzerinde de belirleyici olabilir, diyor Pamuk bu tercihiyle (elbette bu sınıf okuması gayet burjuva bir yerden yapılıyor, o ayrı konu). Ama salt bunun için 500 küsur sayfalık bir romanın okunması göze alınır mı emin olamıyorum. Ben en azından Süleyman-Ferhat çekişmesiyle resmedilen makro (siyasal) sandığımız çatışmaların aslında mikro (bireysel) husumetlerin projeksiyonu oluşu meselesinin daha ustaca bir kurguyla işlenmesini bekledim, ama bu hikayeler de apar topar yayından kaldırılan dizilerin finalleri gibi sonuçlara bağlanıp kaldı maalesef. 

Neticede bu kitabı okuduğum için elimde hiçbir şey kalmadı. Daha çok İstanbul'a gelmeden önce okuma yapmak isteyen entelektüel okura kurmaca soslu bir yakın tarih rehberi olsun diye yazılmış bir roman gibi sanki Kafamda Bir Tuhaflık. Umarım Veba Geceleri de aynı hayal kırıklığını yaratmaz.

Geçen Sene Doğanlar - Onur Çalı

Bodoslamadan Kitap: Onur Çalı - Geçen Sene DoğanlarEpey sevdim ben bu kitabı. Hatta itiraf edeyim, yazarının son kitabından daha çok sevdim. Hatta 21. yüzyıl Türk öykü antolojisi yapılsa bu kitabın içindeki "Define Ağacı" öyküsü de muhakkak kendine esaslı bir yer bulur gibime geliyor. 

Bence edebiyatta "Ege ekolü" diye bir şey var, yazarın üslubuna şekil veren bir tür yarı romantik-yarı bohem-yarı siyasal (yarıların toplamı bütünü geçtiği için özür dilerim) psikoloji. Ahmet Büke okurken aldığım tatla Onur Çalı arasındaki farkı minimize eden bir ortak hava. Kendim de Manisa'da büyüdüğümden olsa gerek, seviyorum ben bunu. Başka coğrafyaların insanlarına nasıl yansıyor, sormak lazım.

Kitabın talihsizliği ise yapısal: "Kısa öykü" türü öyle zor ki, bir kitap hacmini bulacak denli çok öykü yazdığınızda mutlaka bazıları "iyinin biraz altında" olabiliyor, bu da kitabınızın tam not almasına imkan vermiyor. 

Belki bazı şiir kitapları gibi basmak lazım böyle "kısa öykü" kitaplarını, yalnızca en iyileri içerecek şekilde, az sayfalı.

Mazarin Mavisi - Cem Kalender

Doğan Kitap • Mazarin MavisiRahat bir dilde yazılmış ama bunu yapmak uğruna "sanatlı" cümlelerden feragat etmeyen, dil zevkini de ara ara tattırmayı bilen bir kitap olmuş Mazarin Mavisi. Bu dil tercihi romanın içeriğiyle de uyumlu, zira gündelik olanın peşine düşen (fakat romanın merkezi teması olan LGBT'lerin hayatları ne kadar "gündelik" olabiliyorsa, o kadar notunu düşmek lazım), psikolojik derinliklere inmekten, felsefi tartışmalara katılmaktan çok birbiriyle bağlantılı olayları sadelikle aktarmak üzerine kurulu bir roman bu. 

Bu yönüyle kolay tüketilebilir, popüler bir roman olmaya aday. Kitabı bu anlamda önemli buldum: Aslında hiç benim tarzım olmamasına karşın, LGBT'ler hakkında herkesin okuyabileceği nitelikte olmasına yüksek puan verdiğimi söylemem gerek. LGBT sosyolojisi/mücadelesi hakkında az çok fikir sahibi olanlar için (hikayedeki trük dışında) verebileceği pek bir heyecan yok. Hatta kimi kelime tercihlerinin bu konularda hassas insanlar için yadırgatıcı olduğu bile söylenebilir. Ama lise öğrencilerinden yazlıkçı emeklilere dek, bu temaya yabancı insanlara kendini rahatlıkla okutabilecek; onların bu "tekinsiz" tema üzerinde düşünmelerini, önyargılarını tamamen ortadan kaldırma değilse de sorgulamalarını sağlayabilecek bir potansiyeli var kitabın.

Bu özelliği olmasaydı belki de daha olumsuz değerlendirecektim bu kitabı ama bilhassa çok beğendiğim ufak bir detayın da ayrıca bir etkisi oldu: Kitabın Ağır Roman'ın girişini hatırlatan ilk bölüm üzerinden yapılan o nanik. Yani yazarın "Konu LGBT'ler olunca otomatik olarak 'gullümlü' bir kitap bekliyorsunuz değil mi? Alın size gullüm" diye o yanlış algısal, sahte karnaval havasını bir an için ortaya atıp usta bir dondurmacı gibi geri çekmesi.

Keşke roman bir bütün olarak bu ironi dozunu koruyarak ilerleseydi, işte o zaman çok çok daha başarılı bir kitaptan söz ediyor olacaktık.

Nami Başer - Lacan (Fikir Mimarları Dizisi)

Lacan (Fikir Mimarları Dizisi, #21) by Nami BaşerAslında güzel yapılandırılmış, Lacan'ın hayat hikayesi ile düşünsel gelişimini paralel bir şekilde takip edebilmemiz temin edilmek istenmiş. Fakat Lacan gibi okuması, çözmesi zor bir düşünürle hiç tanışıklığı olmayan okurların en azından temel kavramları anlayarak ("jouissance", "object petit a" vb.) devam edebilmesi için hiçbir girizgaha yer verilmemiş, bu en temel kavramlara ilişkin bilgi kırıntılarını kendi çabalarınızla bu darmadağınık anlatım içerisinden toplamaya çalışıyorsunuz. Yazarın sık sık araya girerek tabiri caizse Lacan'dan rol çaldığı, içinde yer aldığı dizinin ruhuna uygun, objektif bir "literatür taraması" içermek yerine yazarının (önden bilgisi olmayanlar için hiçbir şey ifade etmeyecek şekilde) başka Lacan yorumcularıyla tartışmalara falan girdiği bir kitap olmuş. Yazar belki "Benim Lacan'ım" diye bir kitap yazmak istemiş (hatta farz edelim ki bunun hakkını da vermiş) olabilir ama bunun yeri bu dizi mi olmalıydı?

Özetle işin magazinel kısmı için okuyacaksanız, ya da Lacan'a aşinaysanız ve biraz hafıza tazelemek ve Lacan'a dair farklı birkaç yorumla karşılaşmak istiyorsanız belki aradığınızı bulabilirsiniz. Fakat "Lacan'a giriş" için çok kötü bir tercih.

Nurdan Gürbilek - İkinci Hayat

D&R - Kültür Sanat ve Eğlence Dünyası"Kaçmak, kovulmak, dönmek üzerine" denemeler deyince, kitaptan önce çeşitli mecralarda paylaşılan sunuş yazısının da verdiği heyecanla, "edebiyatta mekan" olgusunun ("eksiksiz" olmasa da) epey kapsamlı, sık sık da beklenmedik yorum kapıları açıveren bir tematik incelemesiyle karşılaşacağımı düşünmüştüm açıkçası. Fakat Gürbilek'in eski okurları için pek de sürprizler barındırmayan, yine Tanpınar'lı, yine Cemil Meriç'li, tekrar hissi uyandıran, belki bu konularda eskiden söylenmiş onca söze birkaç dipnot düşebilen çok fazla pasajla karşılaşılan bir kitap olmuş bu kez. Kitabın özellikle ilk yarısı çok iyi bir lisansüstü öğrencisi ödevi gibi: Çok iyi bir araştırmacılık evet, ama yeni bir şey söylemeye çekinen, okuduğunu yeni kelimelerle ifade etmekle yetinen pasajlar.

Kitabın tatminkar kısmı ikinci yarıda: Ayhan Geçgin, NBC ve Barış Bıçakçı üzerine konuşmalarda. NBC kısmı (konu da "mekan" olunca) maalesef yine toplumsal düzeyde katkısının ne olduğunu pek çözemediğim, kısır bir "taşra" merkezli okuma etrafında dönse de çok ince, çok detaylı, derinlikli. Ama özellikle Ayhan Geçgin'in ve Barış Bıçakçı'nın okurları bu yazarlarla ilgili incelemelere bayılacak, ciddi bir doygunluk hissedecek. Geçgin edebiyatı hakkında daha kapsamlı bir incelemeyi Orhan Koçak yaptı, belki onun bir mütemmim cüzü olarak okunabilir bu bölüm fakat bir Atay-Bener mirasçısı olarak Bıçakçı okuması çok verimliydi gerçekten.

Dikkatimi çeken bir başka sorun (?) kitabın çok fazla Metis referansı içermesiydi. Metis'ten çıkan bir kitapta birçok farklı konunun yine Metis külliyatı üzerinden okunmuş olmasını ticari bir yere bağlamayacağım elbette. Fakat, nasıl desem, birçok yayınevi çok farklı düşünürlerin kitaplarını basarken, yayınlanmış/yayınlanmamış birçok yüksek lisans/doktora tezi bu tür popüler tartışmalara derc edilmeyi beklerken, bu kapalı tartışma bana bir tür "cemaatleşme" gibi de gelmiyor değil, sanki Metis-içi bir entelektüel yankı odası söz konusuymuş gibi.

Ne olursa olsun böyle ince işlenmiş bir kitabı beğenmemek mümkün değil elbette, ama beklediğim "o" kitaba yakınlaştığı anların azlığı da üzmedi değil.

Tuncay Birkan - Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960

Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri , Tuncay Birkan - Fiyatı ...
Türkiye'de hep söylendiği gibi bir "aydın sorunu" var mı bilemem ama bir "aydın sorunu tartışması sorunu" olduğu muhakkak. Bu tartışmalara göre adına "aydın" denen, halkı kurtaracak süper güçlere sahip olduğu varsayılan bir süper kahramanlar sınıfı var, fakat nedense bu süper güçlerini kullanamıyorlar ya da yanlış kullanıyorlar. Bu tartışmayı açacak kapasiteye sahip olduklarına göre kendilerini de bu aydın sınıfının içinde sayan kişilerin neden kolları sıvayıp yapılması gerekeni kendileri yapmaktansa TV'de maç izlerken teknik direktöre akıl veren taraftar gibi faal aydınlara sürekli yaptıklarının yanlış olduğunu söylemekle yetinmeleri iddialarına gölge düşürse de ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı, bu kadar çok insanın fikir beyan ettiği bir tartışmanın gerekli olduğu da aşikar. Fakat tartışmayı yanlış kılan şeylerden biri de şu: Kimse akıl verdiği, yol gösterdiği, hatta kavga edip ölümünü ilan ettiği şu aydın denen kişinin ne yediğini, ne içtiğini, etiyle kemiğiyle neye benzediğini tanımlamaya tenezzül etmiyor; muhayyel olduğu ölçüde muğlak, köşeli ve hatta karikatürize bir "aydın" tiplemesini "analiz etmek" kolayına geliyor herkesin. Bu nedenle, bir "aydın sosyolojisi" yapılacaksa en azından materyalist metotlarla yapılması gerektiğini her fırsatta vurgulamak gerekiyor.
Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri, eksikleri olsa da bu boşluğu büyük ölçüde dolduran iyi bir örnek. "Türk aydını"nın orijinine inip bugünü hazırlayan koşulları orada aramaktansa Deleuze referanslı olarak ortadan bir kesit almayı tercih eden kitapta, bu ülkede yazıyla geçinen (ya da "geçinemeyen" demek daha doğru sanki) insanların gerek kendi aralarında gerekse de devlet ve piyasa ile ilişkilenme biçimlerinin teferruatlı bir analizi mevcut. Öte yandan bu teferruat biraz ifrata kaçmış gibi de görünmüyor değil, kitabın (yazarlığın ekonomi politiğine dair son bölüm hariç) tematik bir tasnifi yok maalesef. Üç bölümün ilkinde Refik Halid Karay'ın Türkiye'ye dönüş serüvenini takip ederken (ki okumasının çok zevkli bir bölüm olduğunu teslim etmek gerekir) buradan tümevarımlar yaparak belirli sonuçlara ulaşmamız bekleniyor örneğin. Özellikle kitaba adını veren ikinci bölümde, (hiçbirini gereksiz bulmamakla beraber) kitapta yer alan alt başlıkların belirli araştırma sorularına cevap aramak için değil, eldeki malzemenin anlamlı bir tasnifi için yapıldığı izlenimini uyandırıyor. Yani sanki X yemeği yapmak için özel bir alışverişe çıkılmamış da, artık kilerde ne malzeme varsa onlarla yapılabilecek en güzel yemek yapılmış gibi. Bunun sebebi elbette yazarın profesyonel bir tarihçi değil, kendisinin de kabul ettiği gibi bir alaylı olması. Bu nedenle anlayışla karşılamamak mümkün değil. Fakat kitabı okuyan birçok insanın da "okuma işinin alaylısı" olduğu düşünülürse, onların rahatlıkla "Bu kitabın tezleri şudur, delilleri budur, çıkarılacak sonuçlar şunlardır" çıktılarını elde etmesine pek imkan veren bir kitap değil ne yazık ki elimizdeki. Meraklısı için müthiş detaylar barındırıyor, salt dipnotlarının zenginliği için bile okunmaya değer, fakat oldukça hacimli olan bu kitabı bitirdikten sonra "Demek ki devletin en güçlü olduğu zamanlarda bile aydınlar devletin arzu ettiği söylemleri üretmekten kaçınabilmişler" gibi önemli fakat sayıca az belli başlı çıkarımların dışında büyük ihtimalle kısa zaman içinde unutacağı bir isimler/olaylar bombardımanına [1] tutuluyor. Bu nedenle her "meraklı"nın merak ettiği konuda ek okumalar yaparak tamamlaması (ya da kendi araştırmasına [2] soyunması) için iyi bir başlangıç noktası olarak okudum ben bu kitabı, bütünlüklü bir "tarihsel sosyoloji" kitabından çok. 

Nihayetinde hakkını da teslim etmek gerekir ki, yazının başında bahsi geçen "muhayyel ve muğlak" aydın profillerinin karşısına epey (hem de epey) çok sayıda kanlı, canlı aydın tipini detaylarıyla gözler önüne sermesi bile başlı başına çok kıymetli bu kitabın. Bundan böyle aydın sorununa dair yazacak olanlara kerteriz alması için gösterebileceğimiz bir çalışma var elimizde.

[1] "Bombardıman" deyip geçmemek lazım, kitapta Nazım Hikmet'in özgürlüğü için düzenlenen imza kampanyasına hangi şaşırtıcı isimlerin katılıp kimlerin katılmadığı, Suat Derviş'in kimin vefatının ardından "Dünya Feminizminin Lideri Öldü" yazısı yazdığı gibi çok enteresan bilgiler içeriyor kitap.

[2] Kitap gerçekten de araştırma önerileri açısından çok güçlü: Türkiye'nin ilk "bulvar gazetesi" olarak Köroğlu'nun adını hiç duymamıştım örneğin. Birileri Köroğlu ile sözgelimi bugünkü Takvim'i kıyaslasa fena mı olurdu? Ya da "Yakup Kadri Edebiyatında Tiksinti İmgeleri" konulu araştırma önerisi, oldukça heyecan vericiydi. Peki ya Refik Halid'in Yezidin Kızı romanıyla "Avrupa'nın olmasa bile komşu Şark milletlerinin" ilgisini çekme arzusu ne derece gerçekleşmişti?

4 Haziran 2020 Perşembe

Alexander Beecroft - Dünya Edebiyatının Ekolojisi

Akademik bir kitap olduğundan, bir değerlendirmeden çok tuttuğum ders notlarını aktardığım, dönüp dönüp hafıza tazelemek isteyeceğim bir blog postu olacak bu.
Edebiyatlar ile siyasal/kültürel coğrafyaların sınır/ölçek değişimleri arasındaki izi sürüyor Beecroft bu kitapta. Belirli bir edebiyatın oluşumunu, o edebiyatın yayılım göstereceği coğrafyada spesifik bir siyasal yapının oluşumu için öncül/işlevsel bir aşama olarak kavrıyor ve edebiyatların diğer edebiyatlara siyasi alternatifler olarak yükseldiğini öne sürüyor.

Altı farklı siyasal-kültürel edebiyat dönemi (ya da "ekolojisi") tanımlıyor Beecroft: Epikorik - Pankorik - Kozmopolit - Vernaküler - Ulusal - Küresel.

Sırasıyla gidersek:

Dünya Edebiyatının Ekolojisi - KÜY1) Epikorik: Edebiyatın tarihsel ve coğrafi olarak sıfır noktası olarak epikorik'i alıyor Beecroft (bir tür "genesis" aksiyomatiği olarak da görülebilir bu). Yani bir mikro-coğrafyanın başka kültürlerle ilişkisi olmayan, tamamıyla kendine has edebi üretim tipi. Söz gelimi, bir köyde spesifik kişiler için yakılmış ağıtlar ve bu ağıtların toplamından oluşan özgül ağıt kültürünü "epikorik" olarak niteleyebiliriz.

2) Pankorik: Pankorik, adındaki "pan-" ön ekinin de ima ettiği gibi, belli bir dili konuşan yerelliklerin tamamına hitap etme iddiasındaki edebi metinlerdir/kültürlerdir. Buna en iyi örnek olarak Yunan dünyasının tamamına hitap eden İlyada ve Odysseia geliyor akla. Birçok yerellikten bahseden (mutlaka "beslenen" olmak zorunda değil) Panhelenik bir edebiyat tipi. 

Fakat neden "bahseden" derken "beslenen" demekten çekiniyor Beecroft? Çünkü yazara göre pankorik anlatıların ortaya çıkma biçimi iki türlü: Birincisi evet, beslenerek. A coğrafyasının yerel miti ile B'ninkini, C'ninkini... orijinaline dokunmaksızın bir üst anlatıda birleştirerek ("Delphik"). Fakat her zaman böyle olmak zorunda değil diyor yazar. Bazen de üst anlatı, "yerel"i bizzat kendisi kurar ve dayatır ("Olimpik"). Buna örnek olarak günümüzdeki küresel ürünlerin ulusala dair içerik üretmesini gösteriyor: Netflix bir dizi çekiyor ama siz onu adı Hakan: Muhafız olduğu için ve dizi Türkiye'de geçtiği için yerli dizi sanabiliyorsunuz. Türkiye'de türkü sözlerinin devlet eliyle değiştirilip üstüne bir de "Bu türkünün hikayesi şöyledir..." diye açıklamayla donatılması da benzer bir pratiktir.

Tarihsel olarak yerelin tam olarak ortadan kalkmadığı, ama yeni, daha açık bir etkileşim coğrafyasının ortaya çıktığı özel siyasal bir dönemin edebiyatı olarak zuhur ediyor pankorik edebiyat. 

"... Sparta kadınlarının güzelliğini yücelten bir şiir, tekrar eden bir Sparta ritüeli bağlamında icra ediliyorsa bu şiir anlamının büyük kısmını o performansın detayları ve icra edenlerin, kitlenin ve mekanın aracılığıyla edinir; bu anlamda metin epikorik bir kültürel eser olarak yorumlanır. Aynı şiir Sparta veya başka bir yerdeki bir sempozyumda  Alkaios, Solon veya başka birinin şarkılarıyla birlikte icra edilirse Panhelenik kültürün bir eseri, Yunanca'nın bilindiği her yerde söylenen ve takdir edilen bir lirik şiirler sisteminin [...] bir parçası olarak görülebilir."

Dolayısıyla, bu birleştirici rolü oynamak üzere başka başka bir sürü pankorik metin ortaya çıkıyor ve bunların her birinin aynı yerelliklere dair farklı anlatıları olabildiği için bazen sizin "Hakim pankorik anlatıya direnerek canlı kalabilmiş bir epikorik metin" sandığınız şey aslında o yerelliği zaptetmeyi başarmış ama genelde giriştiği rekabeti kaybetmiş bir alternatif pankorik anlatının kalıntısı olabiliyor. (Devlet bütün türküleri Türkçeleştirmeye çalıştığı için aslı Ermenice olan bir türkünün Kürtçe versiyonunu "orijinal versiyon" sanmanın mümkün olması gibi).

Yeni oluşan siyasi coğrafyanın (ne zaman siyasi desem doğal olarak "iktisadi" de demiş olduğumu not düşeyim) kültürel harcını karmak için ortaya çıkan bu pankorik anlatılar arasındaki rekabetin de son derece maddi temelleri olduğunu iddia ediyor Beecroft. Örneğin Panhelenizmin en önemli miti olarak (neredeyse sadece) Homeros'un metinlerini bilmemizin sebebi olarak dönemin yerel elitlerinin bilinçli tercihinin söz konusu olduğunu söylüyor. Söz gelimi Thebai Çemberi (İng. "Theban Cycle") adıyla bilinen metinler toplamı da edebi olarak güçlü bir alternatif olmasına karşın metnin yayılmasının zaten güçlü bir merkez olan Thebes'i daha da prestijli hale getirme ihtimalinin diğer yerel elitlerin hoşuna gitmemesi nedeniyle metnin "önünün kesildiği", Homeros'un metinlerinin ise çoktan yıkılmış Truva kentini konu edindiği için böyle bir tehdit barındırmadığından rahatlıkla yaygınlaştığı iddia ediliyor kitapta. Oldukça ufuk açıcı.

3) Kozmopolit: Farklı yerel siyasal birimlerin güçlü olduğu ortak bir dil coğrafyasına özgü pankorik tarihsellikten farklı olarak, kozmopolit edebiyat anadili olmayanların da edebi üretimlerini yapmak üzere öğrendiği bir prestij dilinin hakimiyet coğrafyasına işaret ediyor (Osmanlı saraylarında Farsça şiir yazılması gibi). Beecroft, Kozmopolit edebiyatın ayırt edici niteliği olarak onun "evrensellik iddiası" taşıdığını öne sürüyor (Bu yönüyle kozmopolit edebiyatlar, başka bir kozmopolit edebiyatın bağrında doğmuş vernakülerlerden ortaya çıkıp gelişebileceği gibi, siyasal nüfuzu pankorik alanı aşan edebiyatlardan . Dolayısıyla, kozmopolit edebiyatı emperyal bir tarihsellikle ilişkilendirebiliriz (fakat dilin yayılımının emperyal temelleri olsa da, Latince örneğindeki gibi bazı diller bir tür "ortak dil" ihtiyacını karşıladığı için ilişkili olduğu emperyal gücün dağılmasından yüzyıllar sonra bile yaşayabiliyor). Böylece diğer türlerden farklı olarak, herhangi bir yerelliktense çok geniş bir coğrafyaya yayılmış sınırlı sayıda elit okuryazar cemaatlerine hitap etmek kozmopolit metinlerin ayırt edici özelliği olarak görülüyor. Daha sonra emperyal dönemin sonlanmasıyla beraber kozmopolit dillerin kimilerinin artık yok oluşa doğru gittiğini (örneğin Latince) kimilerininse ulusal sınırlara geri çekildiğini (örneğin Çince) gözlemleyeceğiz. 

4) Vernaküler: Vernalüler metinler, kozmopolit edebi eserlerin yerel dillerde karşılığını bulması için tercüme edilmesiyle ortaya çıkmış (bu olgu özellikle kutsal metinlerin yerel insanlar tarafından anlaşılabilmesi amacına, dini saiklere tekabül ediyor), ancak daha sonra (yerel siyasi güçlerin de ortaya çıkışıyla beraber) emperyal siyasi güçlerin yanında kozmopolit edebiyatın da kuyusunu kazmış unsurlardır denebilir. Vernakülerin ortaya çıkışını (dilde standardizasyonu, yani tektipleşmeyi de beraberinde getirdiği için) bir tür ön-uluslaşma safhası olarak ele alabiliriz sanırım (Bu nedenle sözlü halk kültürü gibi yerel unsurları epikorik'in alanında tasnif ediyor, "vernaküler" kategorisinde ele almıyoruz). Bu nedenle vernaküler de yereldir, ama sıradan insanın diline yine de mesafelidir. Kozmopolit edebiyatla simbiyoz halinde yaşayan vernakülerler, ulusal edebiyatların ortaya çıkışıyla sahneden silinecektir.

5) Ulusal: Ulusal edebiyatların tanımını az çok içgüdüsel olarak biliyoruz. Genellikle vernakülerden evrilen, ancak bunu yaparken vernakülerin içinde var olan kozmopolit kökeni reddeden ve/veya silikleştiren, ayrıca resmi tarihe uymayan vernaküleri de benzer bir filtrasyondan geçiren bir edebi coğrafi dönemdir ulusal edebiyat dönemi. Evrensel bir iddiası yoktur, sınırlarını ulus-devletle eşitler, "ulus" tanımı gibi "(ulusal) edebiyat" tanımını da Batı'dan aldığı için biçimsel olarak Batılılaşma/Batı'yla kıyaslama üzerinden ilerlerler. 

6) Küresel: Beecroft, günümüzü bir milliyetçilik sonrası dönem olarak görüyor ve edebiyatta bir küreselleşme eğiliminden söz ediliyor (daha az sayıda dilin egemenliğine, piyasanın daha da merkezileşmesine ve bu çerçevede kimi edebi diller yaşamaya devam edebilse bile biçimsel olarak yavaşça asimile edilmelerine işaret eden bir eğilim).

Bu son bölümde kimi istatistiklerden yola çıkarak dillerin geleceği hakkında tahminlerde bulunmaya başlıyor Beecroft. Çok ilginç bilgiler var:

Örneğin konuşan sayısı bakımından dünyada 132. sırada yer alan Norveççe'den yapılan tercüme sayısının Çinçe ve Arapça'yı geride bırakması gibi, entelektüel kaynaklarımıza dair çok çarpıcı adaletsizlik göstergeleri mevcut.

Ya da Nobel ödülüne dair şu istatistik: 1900-2013 yılları arasında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan 110 yazardan sadece 8'i Avrupa kökenli olmayan bir dilde yazıyormuş ki bunların da (Bir Çinli ve iki Japon yazar hariç) çoğu ya Avrupa'da, ya Avrupa'nın yönetimi altındayken ya da Avrupa'nın çeperinde yazmışlar.

Küresel Edebiyat bahsinde İngilizce'nin geleceğine dair de enteresan bir tartışma açılıyor. Birbiriyle gerilimli iki dinamik geçerli olacak, diyor yazar İngilizce için: Biri İngilizce'yi küresel bir edebi dil olarak standartlaştırma yönünde, diğeri ise buna tepki olarak İngilizce'yi doğuştan konuşmayanlara kapatacak yönde ilerleten sanatçıların üretimleri yönünde iki dinamik (ki bunun bir örneğinin Helenistik dönemde yeni bir ortak dil Yunanca oluşurken bazı sanatçıların inatla yöresel/arkaik Yunanca üretim yaparak direnişi şeklinde gerçekleştiğini belirtiyor).

Son olarak entrelacement (Fr. "iç içe geçme": Iñarritu filmlerindeki gibi "bir olayda kesişen global hayatlar" tipi kurgu) biçiminin edebiyatın küresel formlarından biri olduğu (Bolaño'nun 2666'sı da buna örnek olarak veriliyor) not düşülerek, bu tür biçimsel değişimlerin beklendiği belirtiliyor. 

3 Haziran 2020 Çarşamba

Aslı Biçen - İnceldiği Yerden: Depremle Yaşamaya Alışmalıyız

İlk defa olarak çağdaş* yerli edebiyatımızdan bir kitap politik olmadığı için değil, tam aksine tam da politik olduğu için üzdü beni. "Beğenmedim" demek istemiyorum, ama Türkiye'nin nasıl yetenek katili bir ülke olduğunu bir kez daha göstererek moralimi bozdu. 

Çünkü kitap muhteşem başlıyor. Aslı Biçen'in tek bir pürüzü olmayan dil ve gözlem yeteneği sayesinde, saten kumaşı okşar gibi kayıyorsunuz sayfaların üstünde. Sahiden, en son Kamil Erdem okurken yaşadığım "Bir dile nasıl böyle hakim olunabilir / Bir dil nasıl hem bu kadar sakin / hem bu kadar kavisli kullanılabilir" şokunun kıyısına köşesine yanaşmamıştım uzun bir süredir, yerli edebiyat okumalarım sırasında. En sıradan olayların etrafına bile öyle bir kelime ve detay nakışı işliyor ki Aslı Biçen, anlatılan olay bu üslubun bir garnitürü rolü oynuyor neredeyse. Ufak ufak, hece hece, olayların nereye bağlanacağını pek de umursamadan kendinizi bu kıvamlı ritme kaptırıyorsunuz. 

Sonra... 
Sonra bir "deprem" oluyor ve roman bir anda bir tür distopyaya, bir Türkiye alegorisine (ikisi de aşağı yukarı aynı şey zaten) dönüşme gayretine giriveriyor. Ve artık olaylardaki "sıradanlık" (Türkiye için vakayı adiyeden diyebileceğimiz yolsuzluk, baskı vb. unsurların romanda gittikçe daha da merkezi bir önem kazanması) yazarın muhteşem üslubundan rol çalmaya başlıyor. Tıpkı iyi bir tiyatro oyununda kendini öne çıkarmak için sergilediği bağır çağır oyunculukla hem kendini rezil edip hem de diğer emekleri de boşa düşüren kötü oyuncular gibi.

Burada yazarı suçlamıyorum, buna hakkım da yok. Zaten spesifik bir yazarla ilgili bir durum değil bu. Bugünün TR'sinde yaşayan, eli kalem tutan herkes benzer bir kitap yazma (ya da örneğin Abluka gibi, Sarmaşık gibi filmler yapma) düşüncesine sahiptir mutlaka. Bir eser verecekseniz, ülkenin sizin için kahredici bir yere dönüştüğü gerçeğini yok saymak, sözünüzü sakınmak istemiyorsunuz. Böyle bir apolitizmi kendinize asla yakıştıramıyorsunuz. Her an, her saniye, sanatçı sorumluluğuyla hareket etmeniz gerektiğini hissediyorsunuz. Her şerefli insan gibi. Bir insandan "Neden onurlu davrandın?" diye hesap sorma hakkımız var mı?

Fakat şunu sorma hakkımız var sanırım: Bugünün TR'sinde "Bugünün TR'sinin bir alegorisi" sanatsal anlamda mümkün müdür? 

Gidişattan memnun olanlar da dahil olmak üzere neyin ne olduğunu herkesin bildiği bir ülkede siyasal alegoriye soyunmak, söylenmemiş olanı bulup söylemek, tespit edilmemiş olanı görüp resimlemek, ne derece mümkündür? Hele hele, distopyanın neredeyse anaakımlaştığı bir kültür endüstrisinde Biz-1984 hattında bir yerlere yerleşecek bir distopya anlatısına soyunup o devlerle güreşten sağ çıkabilmek ne derece mümkündür?

***

Romanı okurken insanın aklına Yaşar Kemal'in Filler Sultanı ile Orhan Pamuk'un Kar'ı geliyor ister istemez. Biri alegorinin hakkını tam manasıyla vermek üzere pür masal formunda, diğeri reel politiğin, yani silahların, islamcıların, jakobenlerin içinde geçen (Kars kahvelerinde bir gazeteci olarak dolaşmışlığın donattığı bir röportaj gücüyle) iki bambaşka ürün. İnceldiği Yerden ne o, ne bu olabilmenin sancısıyla boğuşmaktan kendi yatağını bulamayan bir kitap maalesef. Okuru sahici sorunları, sahici sevinçleri, sahici beklentileri olan gerçek karakterlerle tanıştırmışken bir anda Hollywood tipi ticari distopyalardan fırlamış "imitasyon Büyük Birader"lerle, kaçma kovalamaca sahneleriyle ince ince ördüğü bütün o sahicilik ağını paramparça ediyor roman. Aslı Biçen Hollywood'la değil has edebiyat eserleriyle kıyaslanacağı için, insan ister istemez sosyal bilimlerle temas noktalarını arıyor kitabın: Siyaset bilimini nerede yardıma çağırdığını, sosyolojiye dair yeni ne söylediğini, antropolojiden nasıl beslendiğini... Elbette, görmek isteyen gözler romanda Foucault'yu görecek, "kurtlarla koşan kadınlar"dan biriyle tanışma fırsatı bulacak. 

Fakat roman(cın)ın saplanıp kaldığı "kurtuluş telaşı" içerisinde bu temaların değerlendirilemediğini gözlemlemek zor değil. Yazar, kendini ister istemez "TR distopyasının" içine sıkıştırdığı kahramanlarıyla özdeşleştirdiğinden olsa gerek, onları çok acele bir kurtuluşa vardırmaya çalışıyor, bir tür "hızlandırılmış Türkiye simülasyonu"na sokarak. Oysa kurtuluş o kadar kolay değil, çizgisel değil bir kere: Boş umutlar, farklı taktikler, ileri sıçramalar ve geri gidişler, iktidarın içinde ve halkın arasında kendi doğalarına özgü çatışmalar, ayrılıklar. Yazar en küçük olayların bile mikroskopik detaylarını bulup çıkarırken bu simülasyon hızlandırma esnasında o kadar çok detayı kaybediyor ki, kötüler de iyiler de çok stereotipik kalıyor. 

(Bu noktada şöyle sorulabilir: Etrafımıza baktığımızda, söz gelimi takıntılı olduğu eski sevgilisine "Ya benimsin ya kara toprağın" diyen potansiyel katil erkekler görmüyor muyuz ki, bu karakterin aynısına bir romanda rastladığımızda "stereotipik" deyip geçiyoruz? 

Cevap şöyle olmalı: Evet görüyoruz, ama sanatta bunun tekrarını değil, bir alt detay seviyesinde bu adamın yaşadığı çelişkileri, çakılı kaldığı travmaları, kadın düşmanlığının metastaz yaptığı başka alanları görmek de istiyoruz, tek boyutlu olmasıyla yetinemiyoruz.)

***

Bu yüzden, dedim kitabı bitirdikten sonra bir özeleştiri de vererek, belki de yazarlar üzerindeki "politik ol, sorumluluk al!" baskısını biraz gevşetmeliyiz. Bırakalım bize hayata (ve elbette ki siyasete de) dair gözlem ve önerilerini bambaşka zamanlara, kişilere, coğrafyalara bakarak da anlatabilsinler. "Hep bugüne dair" olma arzusu, bugünü ıskalatıyor işte, belli ki.

Bu nedenle belki de Türkiye'nin bir "depremler ülkesi" olduğunu artık kabul etmeli ve depremle yaşamaya alışmalıyız. Depremden değil, bizi depreme karşı yine güçlü kılacak başka şeylerden, mesela doğadan, mimariden söz açmalıyız. 

Ben Aslı Biçen'i tabii ki yine de okumaya devam edeceğim, böyle güçlü bir dille kolay kolay karşılaşılmıyor. Ve umarım kurtuluş telaşımızın bir nebze olsun azaldığı günler yakındır da, bir gün başyapıtını da okuyabilirim. En güzel Aslı Biçen kitabı, henüz yazılmadı.


*Kitabın ilk baskı tarihi 2008, yazı boyunca "Bugünün TR'si" vs. derken bu 12 yıllık sapmanın farkındayım elbette. Fakat romanda Türkiye'ye dair tespitlerin sadeliği 2008 ve 2020 yılları arasında bir fark arama gayretini boşa düşürüyor. Bazı makro-politik dertlerimiz ezelden çözümsüz olduğundan, bu roman söz gelimi 1946 Türkiyesinde de yazılmış olabilirdi.