3 Haziran 2020 Çarşamba

Aslı Biçen - İnceldiği Yerden: Depremle Yaşamaya Alışmalıyız

İlk defa olarak çağdaş* yerli edebiyatımızdan bir kitap politik olmadığı için değil, tam aksine tam da politik olduğu için üzdü beni. "Beğenmedim" demek istemiyorum, ama Türkiye'nin nasıl yetenek katili bir ülke olduğunu bir kez daha göstererek moralimi bozdu. 

Çünkü kitap muhteşem başlıyor. Aslı Biçen'in tek bir pürüzü olmayan dil ve gözlem yeteneği sayesinde, saten kumaşı okşar gibi kayıyorsunuz sayfaların üstünde. Sahiden, en son Kamil Erdem okurken yaşadığım "Bir dile nasıl böyle hakim olunabilir / Bir dil nasıl hem bu kadar sakin / hem bu kadar kavisli kullanılabilir" şokunun kıyısına köşesine yanaşmamıştım uzun bir süredir, yerli edebiyat okumalarım sırasında. En sıradan olayların etrafına bile öyle bir kelime ve detay nakışı işliyor ki Aslı Biçen, anlatılan olay bu üslubun bir garnitürü rolü oynuyor neredeyse. Ufak ufak, hece hece, olayların nereye bağlanacağını pek de umursamadan kendinizi bu kıvamlı ritme kaptırıyorsunuz. 

Sonra... 
Sonra bir "deprem" oluyor ve roman bir anda bir tür distopyaya, bir Türkiye alegorisine (ikisi de aşağı yukarı aynı şey zaten) dönüşme gayretine giriveriyor. Ve artık olaylardaki "sıradanlık" (Türkiye için vakayı adiyeden diyebileceğimiz yolsuzluk, baskı vb. unsurların romanda gittikçe daha da merkezi bir önem kazanması) yazarın muhteşem üslubundan rol çalmaya başlıyor. Tıpkı iyi bir tiyatro oyununda kendini öne çıkarmak için sergilediği bağır çağır oyunculukla hem kendini rezil edip hem de diğer emekleri de boşa düşüren kötü oyuncular gibi.

Burada yazarı suçlamıyorum, buna hakkım da yok. Zaten spesifik bir yazarla ilgili bir durum değil bu. Bugünün TR'sinde yaşayan, eli kalem tutan herkes benzer bir kitap yazma (ya da örneğin Abluka gibi, Sarmaşık gibi filmler yapma) düşüncesine sahiptir mutlaka. Bir eser verecekseniz, ülkenin sizin için kahredici bir yere dönüştüğü gerçeğini yok saymak, sözünüzü sakınmak istemiyorsunuz. Böyle bir apolitizmi kendinize asla yakıştıramıyorsunuz. Her an, her saniye, sanatçı sorumluluğuyla hareket etmeniz gerektiğini hissediyorsunuz. Her şerefli insan gibi. Bir insandan "Neden onurlu davrandın?" diye hesap sorma hakkımız var mı?

Fakat şunu sorma hakkımız var sanırım: Bugünün TR'sinde "Bugünün TR'sinin bir alegorisi" sanatsal anlamda mümkün müdür? 

Gidişattan memnun olanlar da dahil olmak üzere neyin ne olduğunu herkesin bildiği bir ülkede siyasal alegoriye soyunmak, söylenmemiş olanı bulup söylemek, tespit edilmemiş olanı görüp resimlemek, ne derece mümkündür? Hele hele, distopyanın neredeyse anaakımlaştığı bir kültür endüstrisinde Biz-1984 hattında bir yerlere yerleşecek bir distopya anlatısına soyunup o devlerle güreşten sağ çıkabilmek ne derece mümkündür?

***

Romanı okurken insanın aklına Yaşar Kemal'in Filler Sultanı ile Orhan Pamuk'un Kar'ı geliyor ister istemez. Biri alegorinin hakkını tam manasıyla vermek üzere pür masal formunda, diğeri reel politiğin, yani silahların, islamcıların, jakobenlerin içinde geçen (Kars kahvelerinde bir gazeteci olarak dolaşmışlığın donattığı bir röportaj gücüyle) iki bambaşka ürün. İnceldiği Yerden ne o, ne bu olabilmenin sancısıyla boğuşmaktan kendi yatağını bulamayan bir kitap maalesef. Okuru sahici sorunları, sahici sevinçleri, sahici beklentileri olan gerçek karakterlerle tanıştırmışken bir anda Hollywood tipi ticari distopyalardan fırlamış "imitasyon Büyük Birader"lerle, kaçma kovalamaca sahneleriyle ince ince ördüğü bütün o sahicilik ağını paramparça ediyor roman. Aslı Biçen Hollywood'la değil has edebiyat eserleriyle kıyaslanacağı için, insan ister istemez sosyal bilimlerle temas noktalarını arıyor kitabın: Siyaset bilimini nerede yardıma çağırdığını, sosyolojiye dair yeni ne söylediğini, antropolojiden nasıl beslendiğini... Elbette, görmek isteyen gözler romanda Foucault'yu görecek, "kurtlarla koşan kadınlar"dan biriyle tanışma fırsatı bulacak. 

Fakat roman(cın)ın saplanıp kaldığı "kurtuluş telaşı" içerisinde bu temaların değerlendirilemediğini gözlemlemek zor değil. Yazar, kendini ister istemez "TR distopyasının" içine sıkıştırdığı kahramanlarıyla özdeşleştirdiğinden olsa gerek, onları çok acele bir kurtuluşa vardırmaya çalışıyor, bir tür "hızlandırılmış Türkiye simülasyonu"na sokarak. Oysa kurtuluş o kadar kolay değil, çizgisel değil bir kere: Boş umutlar, farklı taktikler, ileri sıçramalar ve geri gidişler, iktidarın içinde ve halkın arasında kendi doğalarına özgü çatışmalar, ayrılıklar. Yazar en küçük olayların bile mikroskopik detaylarını bulup çıkarırken bu simülasyon hızlandırma esnasında o kadar çok detayı kaybediyor ki, kötüler de iyiler de çok stereotipik kalıyor. 

(Bu noktada şöyle sorulabilir: Etrafımıza baktığımızda, söz gelimi takıntılı olduğu eski sevgilisine "Ya benimsin ya kara toprağın" diyen potansiyel katil erkekler görmüyor muyuz ki, bu karakterin aynısına bir romanda rastladığımızda "stereotipik" deyip geçiyoruz? 

Cevap şöyle olmalı: Evet görüyoruz, ama sanatta bunun tekrarını değil, bir alt detay seviyesinde bu adamın yaşadığı çelişkileri, çakılı kaldığı travmaları, kadın düşmanlığının metastaz yaptığı başka alanları görmek de istiyoruz, tek boyutlu olmasıyla yetinemiyoruz.)

***

Bu yüzden, dedim kitabı bitirdikten sonra bir özeleştiri de vererek, belki de yazarlar üzerindeki "politik ol, sorumluluk al!" baskısını biraz gevşetmeliyiz. Bırakalım bize hayata (ve elbette ki siyasete de) dair gözlem ve önerilerini bambaşka zamanlara, kişilere, coğrafyalara bakarak da anlatabilsinler. "Hep bugüne dair" olma arzusu, bugünü ıskalatıyor işte, belli ki.

Bu nedenle belki de Türkiye'nin bir "depremler ülkesi" olduğunu artık kabul etmeli ve depremle yaşamaya alışmalıyız. Depremden değil, bizi depreme karşı yine güçlü kılacak başka şeylerden, mesela doğadan, mimariden söz açmalıyız. 

Ben Aslı Biçen'i tabii ki yine de okumaya devam edeceğim, böyle güçlü bir dille kolay kolay karşılaşılmıyor. Ve umarım kurtuluş telaşımızın bir nebze olsun azaldığı günler yakındır da, bir gün başyapıtını da okuyabilirim. En güzel Aslı Biçen kitabı, henüz yazılmadı.


*Kitabın ilk baskı tarihi 2008, yazı boyunca "Bugünün TR'si" vs. derken bu 12 yıllık sapmanın farkındayım elbette. Fakat romanda Türkiye'ye dair tespitlerin sadeliği 2008 ve 2020 yılları arasında bir fark arama gayretini boşa düşürüyor. Bazı makro-politik dertlerimiz ezelden çözümsüz olduğundan, bu roman söz gelimi 1946 Türkiyesinde de yazılmış olabilirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder