4 Haziran 2020 Perşembe

Alexander Beecroft - Dünya Edebiyatının Ekolojisi

Akademik bir kitap olduğundan, bir değerlendirmeden çok tuttuğum ders notlarını aktardığım, dönüp dönüp hafıza tazelemek isteyeceğim bir blog postu olacak bu.
Edebiyatlar ile siyasal/kültürel coğrafyaların sınır/ölçek değişimleri arasındaki izi sürüyor Beecroft bu kitapta. Belirli bir edebiyatın oluşumunu, o edebiyatın yayılım göstereceği coğrafyada spesifik bir siyasal yapının oluşumu için öncül/işlevsel bir aşama olarak kavrıyor ve edebiyatların diğer edebiyatlara siyasi alternatifler olarak yükseldiğini öne sürüyor.

Altı farklı siyasal-kültürel edebiyat dönemi (ya da "ekolojisi") tanımlıyor Beecroft: Epikorik - Pankorik - Kozmopolit - Vernaküler - Ulusal - Küresel.

Sırasıyla gidersek:

Dünya Edebiyatının Ekolojisi - KÜY1) Epikorik: Edebiyatın tarihsel ve coğrafi olarak sıfır noktası olarak epikorik'i alıyor Beecroft (bir tür "genesis" aksiyomatiği olarak da görülebilir bu). Yani bir mikro-coğrafyanın başka kültürlerle ilişkisi olmayan, tamamıyla kendine has edebi üretim tipi. Söz gelimi, bir köyde spesifik kişiler için yakılmış ağıtlar ve bu ağıtların toplamından oluşan özgül ağıt kültürünü "epikorik" olarak niteleyebiliriz.

2) Pankorik: Pankorik, adındaki "pan-" ön ekinin de ima ettiği gibi, belli bir dili konuşan yerelliklerin tamamına hitap etme iddiasındaki edebi metinlerdir/kültürlerdir. Buna en iyi örnek olarak Yunan dünyasının tamamına hitap eden İlyada ve Odysseia geliyor akla. Birçok yerellikten bahseden (mutlaka "beslenen" olmak zorunda değil) Panhelenik bir edebiyat tipi. 

Fakat neden "bahseden" derken "beslenen" demekten çekiniyor Beecroft? Çünkü yazara göre pankorik anlatıların ortaya çıkma biçimi iki türlü: Birincisi evet, beslenerek. A coğrafyasının yerel miti ile B'ninkini, C'ninkini... orijinaline dokunmaksızın bir üst anlatıda birleştirerek ("Delphik"). Fakat her zaman böyle olmak zorunda değil diyor yazar. Bazen de üst anlatı, "yerel"i bizzat kendisi kurar ve dayatır ("Olimpik"). Buna örnek olarak günümüzdeki küresel ürünlerin ulusala dair içerik üretmesini gösteriyor: Netflix bir dizi çekiyor ama siz onu adı Hakan: Muhafız olduğu için ve dizi Türkiye'de geçtiği için yerli dizi sanabiliyorsunuz. Türkiye'de türkü sözlerinin devlet eliyle değiştirilip üstüne bir de "Bu türkünün hikayesi şöyledir..." diye açıklamayla donatılması da benzer bir pratiktir.

Tarihsel olarak yerelin tam olarak ortadan kalkmadığı, ama yeni, daha açık bir etkileşim coğrafyasının ortaya çıktığı özel siyasal bir dönemin edebiyatı olarak zuhur ediyor pankorik edebiyat. 

"... Sparta kadınlarının güzelliğini yücelten bir şiir, tekrar eden bir Sparta ritüeli bağlamında icra ediliyorsa bu şiir anlamının büyük kısmını o performansın detayları ve icra edenlerin, kitlenin ve mekanın aracılığıyla edinir; bu anlamda metin epikorik bir kültürel eser olarak yorumlanır. Aynı şiir Sparta veya başka bir yerdeki bir sempozyumda  Alkaios, Solon veya başka birinin şarkılarıyla birlikte icra edilirse Panhelenik kültürün bir eseri, Yunanca'nın bilindiği her yerde söylenen ve takdir edilen bir lirik şiirler sisteminin [...] bir parçası olarak görülebilir."

Dolayısıyla, bu birleştirici rolü oynamak üzere başka başka bir sürü pankorik metin ortaya çıkıyor ve bunların her birinin aynı yerelliklere dair farklı anlatıları olabildiği için bazen sizin "Hakim pankorik anlatıya direnerek canlı kalabilmiş bir epikorik metin" sandığınız şey aslında o yerelliği zaptetmeyi başarmış ama genelde giriştiği rekabeti kaybetmiş bir alternatif pankorik anlatının kalıntısı olabiliyor. (Devlet bütün türküleri Türkçeleştirmeye çalıştığı için aslı Ermenice olan bir türkünün Kürtçe versiyonunu "orijinal versiyon" sanmanın mümkün olması gibi).

Yeni oluşan siyasi coğrafyanın (ne zaman siyasi desem doğal olarak "iktisadi" de demiş olduğumu not düşeyim) kültürel harcını karmak için ortaya çıkan bu pankorik anlatılar arasındaki rekabetin de son derece maddi temelleri olduğunu iddia ediyor Beecroft. Örneğin Panhelenizmin en önemli miti olarak (neredeyse sadece) Homeros'un metinlerini bilmemizin sebebi olarak dönemin yerel elitlerinin bilinçli tercihinin söz konusu olduğunu söylüyor. Söz gelimi Thebai Çemberi (İng. "Theban Cycle") adıyla bilinen metinler toplamı da edebi olarak güçlü bir alternatif olmasına karşın metnin yayılmasının zaten güçlü bir merkez olan Thebes'i daha da prestijli hale getirme ihtimalinin diğer yerel elitlerin hoşuna gitmemesi nedeniyle metnin "önünün kesildiği", Homeros'un metinlerinin ise çoktan yıkılmış Truva kentini konu edindiği için böyle bir tehdit barındırmadığından rahatlıkla yaygınlaştığı iddia ediliyor kitapta. Oldukça ufuk açıcı.

3) Kozmopolit: Farklı yerel siyasal birimlerin güçlü olduğu ortak bir dil coğrafyasına özgü pankorik tarihsellikten farklı olarak, kozmopolit edebiyat anadili olmayanların da edebi üretimlerini yapmak üzere öğrendiği bir prestij dilinin hakimiyet coğrafyasına işaret ediyor (Osmanlı saraylarında Farsça şiir yazılması gibi). Beecroft, Kozmopolit edebiyatın ayırt edici niteliği olarak onun "evrensellik iddiası" taşıdığını öne sürüyor (Bu yönüyle kozmopolit edebiyatlar, başka bir kozmopolit edebiyatın bağrında doğmuş vernakülerlerden ortaya çıkıp gelişebileceği gibi, siyasal nüfuzu pankorik alanı aşan edebiyatlardan . Dolayısıyla, kozmopolit edebiyatı emperyal bir tarihsellikle ilişkilendirebiliriz (fakat dilin yayılımının emperyal temelleri olsa da, Latince örneğindeki gibi bazı diller bir tür "ortak dil" ihtiyacını karşıladığı için ilişkili olduğu emperyal gücün dağılmasından yüzyıllar sonra bile yaşayabiliyor). Böylece diğer türlerden farklı olarak, herhangi bir yerelliktense çok geniş bir coğrafyaya yayılmış sınırlı sayıda elit okuryazar cemaatlerine hitap etmek kozmopolit metinlerin ayırt edici özelliği olarak görülüyor. Daha sonra emperyal dönemin sonlanmasıyla beraber kozmopolit dillerin kimilerinin artık yok oluşa doğru gittiğini (örneğin Latince) kimilerininse ulusal sınırlara geri çekildiğini (örneğin Çince) gözlemleyeceğiz. 

4) Vernaküler: Vernalüler metinler, kozmopolit edebi eserlerin yerel dillerde karşılığını bulması için tercüme edilmesiyle ortaya çıkmış (bu olgu özellikle kutsal metinlerin yerel insanlar tarafından anlaşılabilmesi amacına, dini saiklere tekabül ediyor), ancak daha sonra (yerel siyasi güçlerin de ortaya çıkışıyla beraber) emperyal siyasi güçlerin yanında kozmopolit edebiyatın da kuyusunu kazmış unsurlardır denebilir. Vernakülerin ortaya çıkışını (dilde standardizasyonu, yani tektipleşmeyi de beraberinde getirdiği için) bir tür ön-uluslaşma safhası olarak ele alabiliriz sanırım (Bu nedenle sözlü halk kültürü gibi yerel unsurları epikorik'in alanında tasnif ediyor, "vernaküler" kategorisinde ele almıyoruz). Bu nedenle vernaküler de yereldir, ama sıradan insanın diline yine de mesafelidir. Kozmopolit edebiyatla simbiyoz halinde yaşayan vernakülerler, ulusal edebiyatların ortaya çıkışıyla sahneden silinecektir.

5) Ulusal: Ulusal edebiyatların tanımını az çok içgüdüsel olarak biliyoruz. Genellikle vernakülerden evrilen, ancak bunu yaparken vernakülerin içinde var olan kozmopolit kökeni reddeden ve/veya silikleştiren, ayrıca resmi tarihe uymayan vernaküleri de benzer bir filtrasyondan geçiren bir edebi coğrafi dönemdir ulusal edebiyat dönemi. Evrensel bir iddiası yoktur, sınırlarını ulus-devletle eşitler, "ulus" tanımı gibi "(ulusal) edebiyat" tanımını da Batı'dan aldığı için biçimsel olarak Batılılaşma/Batı'yla kıyaslama üzerinden ilerlerler. 

6) Küresel: Beecroft, günümüzü bir milliyetçilik sonrası dönem olarak görüyor ve edebiyatta bir küreselleşme eğiliminden söz ediliyor (daha az sayıda dilin egemenliğine, piyasanın daha da merkezileşmesine ve bu çerçevede kimi edebi diller yaşamaya devam edebilse bile biçimsel olarak yavaşça asimile edilmelerine işaret eden bir eğilim).

Bu son bölümde kimi istatistiklerden yola çıkarak dillerin geleceği hakkında tahminlerde bulunmaya başlıyor Beecroft. Çok ilginç bilgiler var:

Örneğin konuşan sayısı bakımından dünyada 132. sırada yer alan Norveççe'den yapılan tercüme sayısının Çinçe ve Arapça'yı geride bırakması gibi, entelektüel kaynaklarımıza dair çok çarpıcı adaletsizlik göstergeleri mevcut.

Ya da Nobel ödülüne dair şu istatistik: 1900-2013 yılları arasında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan 110 yazardan sadece 8'i Avrupa kökenli olmayan bir dilde yazıyormuş ki bunların da (Bir Çinli ve iki Japon yazar hariç) çoğu ya Avrupa'da, ya Avrupa'nın yönetimi altındayken ya da Avrupa'nın çeperinde yazmışlar.

Küresel Edebiyat bahsinde İngilizce'nin geleceğine dair de enteresan bir tartışma açılıyor. Birbiriyle gerilimli iki dinamik geçerli olacak, diyor yazar İngilizce için: Biri İngilizce'yi küresel bir edebi dil olarak standartlaştırma yönünde, diğeri ise buna tepki olarak İngilizce'yi doğuştan konuşmayanlara kapatacak yönde ilerleten sanatçıların üretimleri yönünde iki dinamik (ki bunun bir örneğinin Helenistik dönemde yeni bir ortak dil Yunanca oluşurken bazı sanatçıların inatla yöresel/arkaik Yunanca üretim yaparak direnişi şeklinde gerçekleştiğini belirtiyor).

Son olarak entrelacement (Fr. "iç içe geçme": Iñarritu filmlerindeki gibi "bir olayda kesişen global hayatlar" tipi kurgu) biçiminin edebiyatın küresel formlarından biri olduğu (Bolaño'nun 2666'sı da buna örnek olarak veriliyor) not düşülerek, bu tür biçimsel değişimlerin beklendiği belirtiliyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder