27 Ağustos 2018 Pazartesi

Feriköy Mezarlığı'nda Randevu - Barış Uygur

Dün edebiyat okurluğunun mertebelerinden bahsetmiştik. Sonradan, orada bir başka bahsi açmayı unuttuğumu fark ettim. Çağımız kapitalizm çağı olduğundan, günümüz uzmanlaşma günü. "Toplu iğne sosyolojisinin bile çalışıldığı zamanlar," olarak tanımlıyordu ismini unuttuğum biri. Öyle. Edebiyatta da sosyal bilimlerdeki "büyük anlatılar bitti" algısına denk düşer biçimde "önder yazar"ın tahtının sallanması, buna paralel olarak estetik kriterlerin (anlatının nasıl'ının ne'sinin önüne geçmesi vb) de değişmesi yüksek sanat iddiası olmayan "hobi kategorilere" de bir atılım şansı tanıdı denebilir. Polisiye sanırım bunların başında geliyor. "Sıkı polisiye" okumak, "polisiyenin hasından anlamak" gibi tabirleri çok daha sık duyar olmamız da bunlar kaynaklanıyor sanırım.
Image result for Feriköy Mezarlığı'nda Randevu - Barış Uygur

Tabii polisiye elbette çok verimli bir tür. İşin içinde dedektiflik varsa, suçlu ve dedektif arasındaki akıl oyunları rasyonaliteyi, insan psikolojisini, suçun doğasını vb tartışmak için uygun bir zemin sunuyor. Öte yandan en ufak bir suç bile hukuk vasıtasıyla birey-devlet ilişkilerinin bir örneklemi haline geldiğinden, yeni Dostoyevskiler yaratmaya çok müsait bir tür bu. Hele hele suçlunun peşindeki polisin bizzat kendisi hukuku sorguluyorsa, gel de ulus-devletlerin yaşadığı kriz ortamında göklere çıkarma. Gibi.

Türkiye'de en son Şahsiyet fenomeni de, daha öncesindeki Behzat Ç çılgınlığı da buraya yaslanıyordu, adalete inancın kaybolduğu bir ortamda adaleti sağlayan bir kahraman arayışına cevap veriyordu her ikisi de. Sevelim sevmeyelim Ahmet Ümit de çoksatar olduğuna göre, demek ki halkımız polisiyeye meyilli.

Rastgele elime geçen Feriköy Mezarlığı'nda Randevu'yu (şu ilk apostrof da asabımı bozuyor ama orijinal adı bu ne yazık ki) okumam da biraz kıyıda köşede kalmış polisiyeleri merak etmemden oldu. Fakat sonuç pek matah değil. 

Kapağın yarısını kaplayan devasa parmak izi Sherlock Holmes veya Hercule Poirot stili titiz, analitik bir dedektifliğe, arka plandaki gölgesi uzun adamın tekinsizliği ise "soluklarımızı tutacağımız" anlara işaret ediyor ya hani, bu kitapta öyle bir şey yok. Hikayenin yalınlığı, polisiyenin can damarı olan "sürpriz"(ler?)in de fazla basit biçimde tahmin edilebilirliğini beraberinde getiriyor. Mizahi dili hoş, fakat bu dil hiçbir ağrıyan dişi kurcalamıyor, arka plandaki 2001 krizi bile hikayeyle herhangi bir temas kurmadan güme gidiyor. Dedektifimiz Süreyya Sami'nin "kaybeden adam" profilinin meyveleri kitabın yazıldığı dönemde belki henüz yeterince toplanmamıştı fakat bugün için fazla banal, herhangi bir duygulanım yaratmıyor. 

Özetle bir "Süreyya Sami Polisiyesi" olan bu kitap, iki Süreyya Sami polisiyesinin gerekliliğini sorgulatarak bitiyor.

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında "Çalışkur" - Haldun Taner

Diğer ülkeleri bilmem ama Türkiye'de "edebiyat aşığı" olmanın keskin mertebeleri vardır. Bir kısmı Ahmet Ümit, Elif Şafak, Zülfü gibi popüler çoksatarlardan medet umanlar sıfır noktasındadırlar ki yaşları çok küçük değilse bu seviyenin üstüne çıkabildikleri çok az görülür. Bunun bir üst seviyesi, edebi çoksatarcılıktır. Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar'ı okuyup bunların popülere kıyasla edebi kıymetini takdir edebilme yeteneğine bu ilk basamakta rastlanır. Bunun ardından, bilindiği üzere, 18. ve 19. yüzyıl klasiklerini okumak gelir. Bu mertebede edebiyat aşkının yuvası tuğla kitaplarla örülür. Yerli/yabancı modern klasikleri de hatmetmenin ardından gelen bir sonraki aşamaysa yerli veya çeviri fark etmez, öyle pek çok kişinin bilmediği çağdaş kalitenin peşine düşmektir. "Ben Şule Gürbüz'ü bu kadar popülerleşmeden çok önce okudum," havaları bir başkadır. Gospodinov, Akunin, Lispector gibi isimleri ağızda yuvarlamanın tadına doyum olmaz. Çoğu kişi bunun daha ötesi olamaz sanıyor olabilir. Fakat vardır: Türk edebiyatından bir "usta" seçmek. Elbette Tanpınar, Karasu, Atay ya da Leyla Erbil, Sevim Burak, Tomris Uyar gibi "ana"ları, "baba"ları kast etmiyorum (o yerli/yabancı modern klasikler mertebesinin makamlarından biriydi zaten). Daha kesif bir sahaf kokusunun hakim olduğu, adı hep dillerde olup da ama bibliyografisi yekten söylenemeyen yazarları mevzubahis alıyorum. "Efendim ben Türkçe'nin lezzetini Sami Paşazade Sezai'de buldum," ya da "Şu sıralar Mahmut Şevket Esendal'ı yeniden okuyorum," demek gibisi var mıdır Allah aşkına?

Image result for Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında Çalışkur Haldun Taner
İşte bu isimlerden biri de Haldun Taner'dir diyebiliriz. Mutlaka ama mutlaka okunması gereken biri değildir ya onun eserleri hep başucumuzda, bir adımlık mesafemizdedir - esasen oyun yazarı olduğu için olsa gerek. Kendisinin bir-iki öyküsünü daha önceden okumuşluğum vardı. Dilinden işlenmiş bir hafiflik, usta bir aşçının baharat kullanımı gibi tutamı iyi ayarlanmış bir ironi tadı almıştım. Sahafta da görünce almakta tereddüt etmedim bu ikisi bir arada kitabı. Neticede ben de "en üst mertebe edebiyat aşığı" imajımı cilalama ihtiyacı duymuyor muydum?

Yazarın erken dönemlerinde verdiği bu iki ayrı eseri ayrı ayrı ele almak gerek. Bu hatta bir zorunluluk. 

Çünkü "Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu" kitabındaki öykülerin, dilin hafifliği ve lezzeti bir yana ciddi ölçüde içerik yoksunu olduğu söylenebilir. Kitaba adını veren öykünün sinematik yapısı ve Konçinalar'ın biraz oulipo'ya göz kırpan muzipliği müstesna, diğer öyküler bir pazar kahvaltısı sonrası çay içerken okunan "keyifli" gazete yazılarından hallice denebilir. Bir kısmı yazarın bizzat kendi anıları, bir kısmı Rus edebiyatını hatırlatan itilmiş ya da aklını kaçırmış stereotip karakterlerin öyküleri. Yazarın iki öyküde Alevilere hakaret ettiğini de unutmamak gerek.

Bu Alevilere hakaret mevzuunu biraz açalım. Çünkü "talihsiz" bir ifadeden fazlası var burada. "Güner Ümit sendromunun" tarihsel kökenini rahatlıkla tespit ediyorsunuz mesela. Ve bu sendromun hakaretle sınırlı kalmadığını da sezebiliyorsunuz. Nedir Güner Ümit sendromu? Sünniliğin tarihsel Alevi nefreti değil, 20. yüzyıl moderninin kırsallığı sapıklıkla birlikte okuyan bir tür oryantalizmdir. Kürt sorunu tartışmasını eşeğe tecavüz yakıştırmasıyla haklı çıkarmaya çalışan "modern Türk"ün (Afrikalıların köleliğini onların zaten insan olmayışıyla açıklayanlar gibi) refleksi de aynı sendromdan ileri gelir. Bu modern düşüncenin edebiyatı bir uçtan öbür uca kentlidir: Kentten yazar ve kentliye yazar. Tam da 20. yüzyılın ilk yarısında yaşayanlara (ve yıl 2018 olduğunda bile kafası o zamanda kalanlara) has bir yanılgının içinde, kentin kırı bir şekilde düze çıkaracağına ya da kırın ne de olsa tarihsel gelişim içerisinde ortadan kalkacağına olan inançla paralel seyreden, bu nedenle kırla alışverişini tek yönlü kuran ve kır hakkında atışın serbest olduğu pervasızlığıyla hareket eden bir bakış açısıdır bu. 

Ve tam da bugün dinsizlere, deistlere, laiklere vb. ağzına geleni söyleyen, bunun ne de olsa hakkı olduğunu düşünen ve Allah'ın izniyle laik mentalitenin bir şekilde ortadan kalkacağına dair boş inanç besleyen islamofaşist bakış açısının aynadaki yansımasıdır.

İşte "bu sendromun hakaretle sınırlı kalmayışı" ile kastımı da bu vesileyle açayım. "Kültürel iktidar kimde?" vb. tartışmaların alıp yürüdüğü şu son 16 yılda AKP tipi yazarların yazacak ne bulduğu meselesi gerçekten kafamı kurcalıyor. İsraf olmasın diye kitaplarına, dergilerine para da vermediğimden bu muamma içimde gittikçe büyüyor. Fakat inanın bana, işte bu Haldun Taner kitabı sayesinde bu merakım dinmiş oldu, ne de olsa aynadaki yansıma. Kendi görüşünün üstelik güçlü ve kalıcı bir biçimde iktidarı elinde tutmasının verdiği siyasetten feragat etme lüksü. 

Bu lüks sarhoşluğu içerisinde hafiften dedikoduya çalan anılar, portreler yazmak hadi neyse de, yazarın bilhassa "Atatürk Galatasaray'da" adlı anı/öyküsü gerçekten saç baş yoldurur nitelikte. Öyle bir körlük ki Atatürk'ün yanındaki (tıpkı bugün Erdoğan'ın yanındakiler gibi) aşırı aşırı niteliksiz, hani anaakım siyaset için bile utanç verici derecede niteliksiz insanlar (ki Haldun Taner onları "mideci dalkavuklar" olarak tanımlıyor) için şöyle yazabiliyor Haldun Taner: 

"Bana kalırsa, Atatürk, hiçbir zaman onların oyunlarına kanmış değildi. Bence, onlara bile bile yüz vermesinin sebebi... sadece biraz gülüp eğlenmek ihtiyacından ileri geliyordu. Zira dünyada hiçbir şey, karşısındakini kandırdığını sanan bir budalanın sevinci kadar komik değildir."

Rehavete bakar mısınız? Atatürk'ün etrafı mideci dalkavuklarla doluymuş çünkü meğer Atatürk biraz eğlenmek istiyormuş. Ne aydın tavır ya rab, ne berrak zihin! Gel de bu dehanın karşısında Alevileri aşağılık bulma... Aynı öyküde bahsi geçen Atatürk'ün söndürmeden bıraktığı sigarasını içme yarışına giren sevimli öğretmenlere de ayrı bir paragraf yazılırdı ya neyse...

Demek ki islamcı tayfa da böyle şeyler karalıyor olsa gerek, bizim mahalledeki bilmemne abi çok alem adamdırlar, Gaziantep ne güzel şehir, yemeği nefis, insanı yiğittirler, biraz da Reis sevdası, rabialar falan...

***

Gelgelelim, Ayışığında "Çalışkur" ise oldukça hoş bir uzun öykü. Teknik olarak oldukça başarılı bir kere. Eleştirel bir toplumcu öykü, öyküye gelen (tabii ki kurmaca) tepkiler ve bu tepkiler neticesinde revizyondan geçen, uyumlu metnin orijinal metinle mukayeseli okuması. Bu iki eseri verdiği yıllar arasında Haldun Taner'in başına ne gelmiş bilmiyorum. Ama tam da ilk kitapta düştüğü hatanın tam tersini, yani bir edebiyatçının -bence- yapması gerekeni yapıyor bu öyküde Taner: Satirle didaktizmin ustaca bir dengesini kurarak çoklu hakikat içerisinden "doğru hakikati" seçiyor. Evet, topluma bakarsan iyi işçi de vardır kötü işçi de, hatta aynı işçinin iyi veya kötü olduğu anlar da sürekli değişir. Önemli olan, eğer işçinin ve toplumun iyiliği isteniyorsa, yani "sol" bir edebiyat yapmak isteniyorsa, işçinin bireysel değil toplumsal bir özne olarak neliğini edebiyata yansıtabilmektir, söz gelimi. İşte bunu ustalıkla başarmış bu öyküde Haldun Taner.

Puan: Biri iyi biri kötü iki kitaptan oluşan bu kitaba puan vermek enteresan olacak. Bölelim.

Mucizeler Dükkanı - Jorge Amado

Başlığı girerken kitaba dair çok açıklayıcı bir hata yaptım: Az kalsın "Mucizeler Dükkanı - Pedro Arkanjo" yazıyordum. 

Böyle olur. Bazı roman kahramanları yazarının önüne geçer. Öyle ki yazarın rolü sanki ruh çağırma seansında bedenini araçsallaştıran medyumunkiyle aynıdır: Aslolan ölüler aleminden geri dönen misafirin onu çağıran sevdiklerine (karakterin okura) ileteceği mesajdır, "medyum" (adı üstünde) bu mesajın taşıyıcısı olan bir aletten ibarettir. O olmazsa bir başkası da pekala aynı işlevi görebilir, yeter ki "doğru çalışsın."

Image result for Mucizeler Dükkanı Jorge Amado satın alEdebiyatta aradaki fark çağrılan bu ruhun hapsedildiği alemin bu kez "öte dünya" değil "zihinsel dünya" olmasıdır. Bu nedenle sırf aile bağı gibi nedenlerle çağrılan alelade ruhlara benzemez o, aksine insanlığın ortak belleğinden fışkırır. Günahları, sevapları, yer aldığı kurmacaya müdahaleleriyle belirli bir (etik/manevi/felsefi) anlama bürünür, İncil'deki İsa gibi, meseller vasıtasıyla okura yol gösterir. Ve yine tamamen zihinsel bir varlık olduğu için farklı zihinlerde bambaşka bedenlerde, bambaşka zaman ve coğrafyalardadır vücut bulur  o aynı karakter, tıpa tıp aynı ruh olsa bile. Bu açıdan en güzel örnek sanırım belirli kişi kültlerinin anonim eserler vasıtasıyla kolektif olarak yaratılmasıdır fakat bu konuya hiç girmeyip modern edebiyattan örnek verelim. Örneğin Pal Sokağı Çocukları'ndan Nemeçek'in sızısı insanın yüreğinden hiç geçmez fakat yazarını zihnimi zorlasam da hatırlayamam. Madde 22'nin Yossarian'ını bilirim ama yazarı için google'a danışmak zorunda kalırım. Gibi.

İlk bakışta, Mucizeler Dükkanı için de benzer bir şey söylememek güç (bu "ilk bakışta"ya en sonda değineceğiz). Kitabın çok sayıda kahramanı (ve bir anti-kahramanı) olsa da bütün anlatı baş karakter olan Pedro Arkanjo üzerine kurulduğu için ister istemez yazarın gölgelendiği bir metin ortaya çıkıyor. Brezilya'nın Bahia bölgesinde siyahi ve melezlerin kültürel zenginliğini, bu kültürün devlette yerleşik ırkçılığa karşı ayakta kalma mücadelesi içerisinde tanıtan bu harika kitapta Pedro Arkanjo'nun parıldamasının özel bir sebebi var. söz konusu yerleşik ırkçılık ile melez kültür arasındaki mücadele iki cephede, yani entelektüel ve materyal zeminlerde aynı anda yürüyor ve Pedro Arkanjo bu iki alanda da -biraz muzır bir ifade olacak ama- "ön açıyor."

Entelektüel zeminde ırkçılığın "bilimsel" dayanaklarına (beyaz adamın üstünlüğünü, siyahların suça ve akıl hastalığına yatkınlığını vesaire gösteren, kerameti kendinden menkul çalışmalar) karşı yazdığı kitaplar vasıtasıyla mücadele yürüten Pedro Arkanjo; "ırklar karışmasın" diye yaygara koparan ırkçı yapıya karşı da çükünü ezilen halkın kalaşnikofuna dönüştürüyor ve vuruyor ha vuruyor. Bu ifade biraz hoyrat kaçtı ama yerine de oturdu, kusura bakılmasın. Zira romanda gerçekten de bir cinsiyet problemi var. Çoğalma metaforu olarak en kolay yolu seçmiş yazar: Sperm saçmak. Evet bu gerçekten de çok verimli bir metafor, doğurgan kadın bedeninin toprak olarak okunması, ona tohum saçmak, böylece bir aşk ilişkisinin kolonyal bir ilişki olarak da okunmasına imkan tanıyorsunuz falan filan, fakat "en kolay", "en verimli" olanın "eril" olmasındaki probleme gözlerini yummak da yazarın ne Marksist ve anti-kolonyal görüşleriyle başdaşıyor, ne de büyülü gerçekçiliğin imkanları ortadayken mazur görülebiliyor.

Image result for jorge amado
Jorge Amado
Bu büyük falsoyu bir yana bırakırsak kitabın en beğendiğim yanı kahraman ve anti kahramanı birlikte sunan yapısı. Kitapta bir meşhur Pedro Arkanjo var, bir de Fausta Pena. Pedro Arkanjo'nun ölümünden sonra yeniden keşfedilişini borçlu olduğumuz ABD'li profesörün ufak bir işini yaptırdığı, bu arada aşığı güzeller güzeli melez Ana Mercedes'i de elinden aldığı Fausta Pena, aynı zamanda şöhret olabilmek (ya da "hak ettiği yeri bulabilmek") için kültür endüstrisinin çarkları içerisinde ezilip duran bir amatör yazar. Acaba bu "Faust" ruhunu hangi şeytana satmış olabilir? 

Aslında, daha önceki blog yazılarımda da papağan gibi tekrarladığım ve tekrarlamaya da devam edeceğim gibi, baş kahramanı bir yazar olan ya da "dil üzerine bir roman", "kendini arayan bir roman" vesaire diye göklere çıkarılan, edebiyatın kendi içine kapanışını -ki açık bir biçimde kötüye işaret değil midir- simgeleyen romanlardan oldum olası hazzetmem. Fakat bu yola girip hakkını veren romanlardan biri Mucizeler Dükkanı. Kahraman ve anti-kahramanın mukayesesinden çıkan sonuç, yazıya değerini, kutsiyetini veren şeyin öncelikle onun niyeti oluşu. Yazmak bir eylem biçimidir, bu anlamda söz gelimi sömürge karşıtı bir yazıya kalkışıyorsanız eğer, yalnızca sömürgeciye sıkılacak kurşundan daha etkili bir yazı yazılmaya değerdir. Bir yazara şöhreti getiren de işte sıktığı bu entelektüel kurşunun isabetliliğiyle ölçüdür, yazarın amacı ancak ve ancak kitap dağlarının gerillası, yazının Che Guevara'sı olmaktır. Ne kadar çok somut zafer, o kadar şan ve onur. 

Fakat kültür endüstrisi (işte Faust'un Mefisto'su) her şey gibi bu basit denklemi de ters yüz etmeyi başarmıştır: yazar artık yazıdan önce gelmektedir, yazar da bir "star"dır artık ve bu "star"dan yayılan ışık yazının içeriğini de önemsiz kılar. Değil mi ki o yazı o yazara aittir, öyleyse kıymetlidir. İşte Fausta Pena da "o" yazar olmak için çırpınmakta ve çırpındıkça batmaktadır.

Dolayısıyla bir edebiyatçı olarak Amado, çağdaşı olduğu, ucuz edebiyatları ve berbat ilişki ağları içerisinde (Fausto Pena'nınki gibi bok ve sidik kıymetinde işler yapan, bir gazete haberi için yatağa giren, al gülüm ver gülüm birbirini öven) sürünen yazarların suratına Pedro Arkanjo'yu fırlatmıştır: Irkçı profesörlerin hakimiyetindeki akademiye karşı akademinin ne içinden ne de dışından, çeperinden (tıp fakültesinde odacılık yaparak) savaş açar Pedro Arkanjo. Ne o dünyaya aittir ne de tamamen dışında, ona alternatiftir. Onu sıkıştırmak, onunla yüzleşmek üzere hep oradadır fakat ondan hiçbir lütuf talep etmez. Yalnızca üretir.

Şeytan dedik, kültür endüstrisi boş durur mu? Elbette Pedro Arkanjo'nun önlenemeyen yükselişi için bir B planı olacaktır. Gazeteler, akademi vesaire vasıtasıyla; halkın Pedro Arkanjo'suna çok benzeyen fakat revize edilmiş, makaslanmış, yepyeni elbiseler giydirilmiş, sistemle uyumlu, reklam kahramanı olmaya müsait bir başka Arkanjo yaratılır. Bu böyledir, böyle olacaktır. Arkanjo'nun sisteme ne içeriden, ne de dışarıdan, çeperden saldırdığını söyledik, kültür endüstrisinin çeperden karşısaldırı da budur işte. Kredi kartı reklamında Imagine çalar, Yapı Kredi Yayınları Nazım Hikmet kitaplarını gururla sunar. İşte yazı, bunun da mücadele alanıdır: yalana karşı gerçeği, fakat halkın gerçeğini (bu gerçeğin içine ne kadar mitos karışmış olursa olsun -ki hatta karışması daha da iyi mi ne?) yazmak. 

Fakat yazmak mı sadece?

Hayır. Yazının başında Mucizeler Dükkanı'nın ilk bakışta kahramanıyla müsemma göründüğünü söylemiştik. Kültür endüstrisi adı üstünde bir endüstridir, içerik üretimiyle sınırlı bir sistem değildir o. Diğer sanayi kolları gibi, üretim-dağıtım-tüketim döngüsünden oluşur ve belki de dağıtımın üretimden daha önemli olduğu bir alandır. Kitabın adının önemi de burada ortaya çıkıyor: Kitaplar Pedro Arkanjo'nun eseri olsa da o kitaplar basılsın diye, ulaşabileceği her yere ulaşsın diye canını dişine takan Lidio Corro'dur. Mucizeler Dükkanı'nın sahibi, Arkanjo'nun can dostu Lidio Corro. Geç de olsa itibar gören, hak ettiği star mertebesini edinen Pedro Arkanjo'nun yanında adı asla anılmayan, görünmeyen emeğin değerini bilen birileri, yani yazarımız Amado, kayda geçirmese adı unutulacak olan Lidio Corro. Ya üretim malzemesinin tedarikçileri? Arkanjo'nun (ve tabii Amado'nun) kayda geçirdiği o kültürün, hikayelerin esas yaratıcıları yani? Ya da ona ek kaynak sağlayan, teşvik eden halkçı profesörler?

İşte kültür endüstrisine karşı sanatsal üretim budur: Kapakta bir kişinin adı dahi yazsa kolektiftir o. Gücünü halktan alır, halkı anlatır, halkı güçlendirir.

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Hadula: Bir Ada Öyküsü - Aleksandros Papadiamantis

Daha önceki bir blog yazımda bu Jaguar, Siren gibi "Biz yalnızca iyi edebiyatın peşindeyiz..." triplerindeki yayınevlerinin popüler yayınevlerinden bile daha berbat olduğunu, görüldüğü yerde kaçılması gerektiğini söylemiştim. Bu konuya ilişkin çok iyi bir örnekle karşı karşıyayız.

Kitabın falsoları, tam da bu tür yayınevlerinden beklediğim gibi, henüz adında ve kapağında başlıyor. Künye bilgisinde de belirtildiği gibi Jaguar Kitap yayınevi kitabın orijinal adı olan dişil formdaki "Katil" adını değiştirmeyi tercih etmiş. Neden beğenmemiş? Allah biliyor. Muhtemelen Türkçe'de kelimelerin cinsiyete göre formları olmadığı için cinsiyetsiz olarak "Katil" yazmayı kitabın içeriğine uygun görmedikleri gibi, 19. yüzyıl kitap isimlendirmelerinde görülen bu boşvermişlik seviyesindeki basitliği de ticari olarak anlamlı bulmamışlar. Dişil cinsiyeti belirtecek bir tabir uygun olabilirdi, nihayetinde bir katilin varsayılan cinsiyeti erkektir ve pek de heyecan uyandırmaz, oysa "kadın katil" ya bir ekstra psikopatlık, ya canına tak demişlik, veya cadılık ya da erkeklik gibi "beklenen" kadın davranış kalıplarından belirli bir sapmaya işaret ettiği için şaşırtıcıdır. Fakat kitap adı olarak "Katil Kadın" çok kuru, "Caniye" ise anlaşılmaz, bağlamla uyumsuz ya da komik geldi sanırım. Bunun yerine kitaba doğrudan kahramanın adını vererek kitap adı-içerik bütünlüğünü yaralamaktan hiç çekinmemişler. Suç ve Ceza'yı "Raskolnikov" adıyla okuduğunuzu düşünün, vurguyu fiilden faile kaydıran bu değişiklik kitabın okumasını da değiştirmez miydi? 

Haydi bu kısmı yukarıdaki sebeplerden ötürü zaruri kabul edelim ve geçelim: "Bir Ada Öyküsü" alt başlığı da nedir? Bir öykünün adada geçmesi, onu "ada öyküsü" mü yapar? Bir öyküye "ada öyküsü" demek için o eserde mekanın bir ada olmasının özel bir yer tutması gerekmez mi? Değilse, Yunanistan dediğimiz ülkenin zaten iki yüze yakın adası meskunken herhangi bir Yunan edebiyat eseri özel olarak böyle bir vurguyu hak ediyor mu? Sözgelimi Kazancakis'in Zorba ve Kaptan Mihalis adlı eserleri de adada geçmekte olduğuna göre, bunları da "Zorba: Bir Ada Öyküsü", "Kaptan Mihalis: Bir Ada Öyküsü" adlarıyla yayınlamak uygun mudur? Veya bütün bir İngiliz edebiyatını da aynı alt başlıkla mı sunmalıyız? "Frankenştayn: Bir Ada Öyküsü" kulağa ne hoş geliyor değil mi?

Bu aldatıcı altbaşlığı bence kapakla birlikte okumakta yarar var. Mavi-beyaz, Kars trenine binen hispter çorapları andıran bir örgü işinin yer aldığı kapak okuru Yunanistan'da bir yolculuğa çıkarmayı vaat ediyor gibi. Mavi-beyaz kapak, "Bir Ada Öyküsü" altbaşlığı... Yoksa? 

Evet, bildiniz... "Bu yaz kumsallarda okunacak on kitap" listeleri için özel olarak çıkmış bir kitapla karşıyayız. Aşağıda konuyla ilgili kolaylıkla bulunmuş  iki görsel görüyorsunuz:



Image result for Hadula - Papadiamantis
****

Peki kitap gerçekten de bir "kumsal kitabı" mı? Elbette alakası yok. Eser muhafazakar bir yazarın elinden çıkma, ve denizden çok dağda geçen bir kitap bu. 

Aslında iyi olabilecekken yazarın teknik ve ideolojik yetersizlikleri nedeniyle vasatı aşamıyor Hadula. Biliyorsunuz söz konusu modernizm olduğunda bu işin kaymağını 19. yüzyıl edebiyatçıları yedi. Geleneksel yapıların çözülüşünü ve modern kurumların oluşumunu, bu eş zamanlı can çekişme ve doğum sancısının dehşetini bizzat gözlemlediler. İşte Hadula da geleneğin açmazlarını ve tüm bu açmazlarına karşın çözülmeye karşı direncini müthiş açıklıyor aslında. Düşünün ki kırsal gittikçe fakirleşirken geleneksel çeyiz uygulaması nedeniyle kızlar aileler için ciddi bir yük oluşturmaya başlıyor ve bunu fark eden (yine geleneksel) şifacı bir kadın ilmiyle yüz seksen derece tezat oluşturacak bir şekilde ölüm dağıtmaya başlıyor. Devrimlerin her şeyi alt-üst edici etkisini gösteren müthiş bir metafor. Enteresan bir kısım da şu: Aslında modernite, çeyiz zorunluluğu gibi kadınları dezavantajlı kılan patriyarkal adetleri ortadan kaldırma eğiliminde; fakat "şifacı" kimliğiyle feodalite döneminde kadınlara tahsis edilen sınırlı pozisyonlardan birine sahip olan Hadula kendi (işlevsel) yok oluşunu bütün kadınlara mâl ediyor, modernitenin çözemediği sorunlar sarmalı içerisinde kendi gerici direnişini bir tür feminizm-miş gibi sunabiliyor. 

Fakat, dediğim gibi, bu 19. yüzyıl edebiyatçısı olmanın kolaylığı: yalnızca gözlemlediklerinizi yazmanız bile sizi önemli bir veri kaynağı yapıyor. Bir "başyapıt" ortaya koyabilmeniz için bu metaforu yerli yerinde kullanmanız, farklı karakterlerle farklı sınıfsal pozisyonların da moderniteye ve bu bağlamda birbirlerine karşı tavırlarını yansıtabilmeniz gerekiyor. Yahut otların bilgisine sahip şifacı kadını bir katile dönüştürüyorsanız onun bu ilmini de öyküde bir aktör haline getirebilmeniz, örneğin en azından cinayetleri bitkisel karışımlarla işletmeniz vesaire lazım geliyor. Oysa ne yazık ki kitapta bunların hiçbiri yok. Üstelik bir düğüm de yok, çözüm de, alternatif okuma da yok, neredeyse başka bir karakter ve hatta olay bile yok.

 Kitabın fikri, kitabın kendisine dönüşmüş ve bırakılmış durumda. Okunmaya değmeyecek bir kitap kalıyor elimizde.