27 Ağustos 2018 Pazartesi

Feriköy Mezarlığı'nda Randevu - Barış Uygur

Dün edebiyat okurluğunun mertebelerinden bahsetmiştik. Sonradan, orada bir başka bahsi açmayı unuttuğumu fark ettim. Çağımız kapitalizm çağı olduğundan, günümüz uzmanlaşma günü. "Toplu iğne sosyolojisinin bile çalışıldığı zamanlar," olarak tanımlıyordu ismini unuttuğum biri. Öyle. Edebiyatta da sosyal bilimlerdeki "büyük anlatılar bitti" algısına denk düşer biçimde "önder yazar"ın tahtının sallanması, buna paralel olarak estetik kriterlerin (anlatının nasıl'ının ne'sinin önüne geçmesi vb) de değişmesi yüksek sanat iddiası olmayan "hobi kategorilere" de bir atılım şansı tanıdı denebilir. Polisiye sanırım bunların başında geliyor. "Sıkı polisiye" okumak, "polisiyenin hasından anlamak" gibi tabirleri çok daha sık duyar olmamız da bunlar kaynaklanıyor sanırım.
Image result for Feriköy Mezarlığı'nda Randevu - Barış Uygur

Tabii polisiye elbette çok verimli bir tür. İşin içinde dedektiflik varsa, suçlu ve dedektif arasındaki akıl oyunları rasyonaliteyi, insan psikolojisini, suçun doğasını vb tartışmak için uygun bir zemin sunuyor. Öte yandan en ufak bir suç bile hukuk vasıtasıyla birey-devlet ilişkilerinin bir örneklemi haline geldiğinden, yeni Dostoyevskiler yaratmaya çok müsait bir tür bu. Hele hele suçlunun peşindeki polisin bizzat kendisi hukuku sorguluyorsa, gel de ulus-devletlerin yaşadığı kriz ortamında göklere çıkarma. Gibi.

Türkiye'de en son Şahsiyet fenomeni de, daha öncesindeki Behzat Ç çılgınlığı da buraya yaslanıyordu, adalete inancın kaybolduğu bir ortamda adaleti sağlayan bir kahraman arayışına cevap veriyordu her ikisi de. Sevelim sevmeyelim Ahmet Ümit de çoksatar olduğuna göre, demek ki halkımız polisiyeye meyilli.

Rastgele elime geçen Feriköy Mezarlığı'nda Randevu'yu (şu ilk apostrof da asabımı bozuyor ama orijinal adı bu ne yazık ki) okumam da biraz kıyıda köşede kalmış polisiyeleri merak etmemden oldu. Fakat sonuç pek matah değil. 

Kapağın yarısını kaplayan devasa parmak izi Sherlock Holmes veya Hercule Poirot stili titiz, analitik bir dedektifliğe, arka plandaki gölgesi uzun adamın tekinsizliği ise "soluklarımızı tutacağımız" anlara işaret ediyor ya hani, bu kitapta öyle bir şey yok. Hikayenin yalınlığı, polisiyenin can damarı olan "sürpriz"(ler?)in de fazla basit biçimde tahmin edilebilirliğini beraberinde getiriyor. Mizahi dili hoş, fakat bu dil hiçbir ağrıyan dişi kurcalamıyor, arka plandaki 2001 krizi bile hikayeyle herhangi bir temas kurmadan güme gidiyor. Dedektifimiz Süreyya Sami'nin "kaybeden adam" profilinin meyveleri kitabın yazıldığı dönemde belki henüz yeterince toplanmamıştı fakat bugün için fazla banal, herhangi bir duygulanım yaratmıyor. 

Özetle bir "Süreyya Sami Polisiyesi" olan bu kitap, iki Süreyya Sami polisiyesinin gerekliliğini sorgulatarak bitiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder