27 Ağustos 2018 Pazartesi

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında "Çalışkur" - Haldun Taner

Diğer ülkeleri bilmem ama Türkiye'de "edebiyat aşığı" olmanın keskin mertebeleri vardır. Bir kısmı Ahmet Ümit, Elif Şafak, Zülfü gibi popüler çoksatarlardan medet umanlar sıfır noktasındadırlar ki yaşları çok küçük değilse bu seviyenin üstüne çıkabildikleri çok az görülür. Bunun bir üst seviyesi, edebi çoksatarcılıktır. Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar'ı okuyup bunların popülere kıyasla edebi kıymetini takdir edebilme yeteneğine bu ilk basamakta rastlanır. Bunun ardından, bilindiği üzere, 18. ve 19. yüzyıl klasiklerini okumak gelir. Bu mertebede edebiyat aşkının yuvası tuğla kitaplarla örülür. Yerli/yabancı modern klasikleri de hatmetmenin ardından gelen bir sonraki aşamaysa yerli veya çeviri fark etmez, öyle pek çok kişinin bilmediği çağdaş kalitenin peşine düşmektir. "Ben Şule Gürbüz'ü bu kadar popülerleşmeden çok önce okudum," havaları bir başkadır. Gospodinov, Akunin, Lispector gibi isimleri ağızda yuvarlamanın tadına doyum olmaz. Çoğu kişi bunun daha ötesi olamaz sanıyor olabilir. Fakat vardır: Türk edebiyatından bir "usta" seçmek. Elbette Tanpınar, Karasu, Atay ya da Leyla Erbil, Sevim Burak, Tomris Uyar gibi "ana"ları, "baba"ları kast etmiyorum (o yerli/yabancı modern klasikler mertebesinin makamlarından biriydi zaten). Daha kesif bir sahaf kokusunun hakim olduğu, adı hep dillerde olup da ama bibliyografisi yekten söylenemeyen yazarları mevzubahis alıyorum. "Efendim ben Türkçe'nin lezzetini Sami Paşazade Sezai'de buldum," ya da "Şu sıralar Mahmut Şevket Esendal'ı yeniden okuyorum," demek gibisi var mıdır Allah aşkına?

Image result for Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında Çalışkur Haldun Taner
İşte bu isimlerden biri de Haldun Taner'dir diyebiliriz. Mutlaka ama mutlaka okunması gereken biri değildir ya onun eserleri hep başucumuzda, bir adımlık mesafemizdedir - esasen oyun yazarı olduğu için olsa gerek. Kendisinin bir-iki öyküsünü daha önceden okumuşluğum vardı. Dilinden işlenmiş bir hafiflik, usta bir aşçının baharat kullanımı gibi tutamı iyi ayarlanmış bir ironi tadı almıştım. Sahafta da görünce almakta tereddüt etmedim bu ikisi bir arada kitabı. Neticede ben de "en üst mertebe edebiyat aşığı" imajımı cilalama ihtiyacı duymuyor muydum?

Yazarın erken dönemlerinde verdiği bu iki ayrı eseri ayrı ayrı ele almak gerek. Bu hatta bir zorunluluk. 

Çünkü "Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu" kitabındaki öykülerin, dilin hafifliği ve lezzeti bir yana ciddi ölçüde içerik yoksunu olduğu söylenebilir. Kitaba adını veren öykünün sinematik yapısı ve Konçinalar'ın biraz oulipo'ya göz kırpan muzipliği müstesna, diğer öyküler bir pazar kahvaltısı sonrası çay içerken okunan "keyifli" gazete yazılarından hallice denebilir. Bir kısmı yazarın bizzat kendi anıları, bir kısmı Rus edebiyatını hatırlatan itilmiş ya da aklını kaçırmış stereotip karakterlerin öyküleri. Yazarın iki öyküde Alevilere hakaret ettiğini de unutmamak gerek.

Bu Alevilere hakaret mevzuunu biraz açalım. Çünkü "talihsiz" bir ifadeden fazlası var burada. "Güner Ümit sendromunun" tarihsel kökenini rahatlıkla tespit ediyorsunuz mesela. Ve bu sendromun hakaretle sınırlı kalmadığını da sezebiliyorsunuz. Nedir Güner Ümit sendromu? Sünniliğin tarihsel Alevi nefreti değil, 20. yüzyıl moderninin kırsallığı sapıklıkla birlikte okuyan bir tür oryantalizmdir. Kürt sorunu tartışmasını eşeğe tecavüz yakıştırmasıyla haklı çıkarmaya çalışan "modern Türk"ün (Afrikalıların köleliğini onların zaten insan olmayışıyla açıklayanlar gibi) refleksi de aynı sendromdan ileri gelir. Bu modern düşüncenin edebiyatı bir uçtan öbür uca kentlidir: Kentten yazar ve kentliye yazar. Tam da 20. yüzyılın ilk yarısında yaşayanlara (ve yıl 2018 olduğunda bile kafası o zamanda kalanlara) has bir yanılgının içinde, kentin kırı bir şekilde düze çıkaracağına ya da kırın ne de olsa tarihsel gelişim içerisinde ortadan kalkacağına olan inançla paralel seyreden, bu nedenle kırla alışverişini tek yönlü kuran ve kır hakkında atışın serbest olduğu pervasızlığıyla hareket eden bir bakış açısıdır bu. 

Ve tam da bugün dinsizlere, deistlere, laiklere vb. ağzına geleni söyleyen, bunun ne de olsa hakkı olduğunu düşünen ve Allah'ın izniyle laik mentalitenin bir şekilde ortadan kalkacağına dair boş inanç besleyen islamofaşist bakış açısının aynadaki yansımasıdır.

İşte "bu sendromun hakaretle sınırlı kalmayışı" ile kastımı da bu vesileyle açayım. "Kültürel iktidar kimde?" vb. tartışmaların alıp yürüdüğü şu son 16 yılda AKP tipi yazarların yazacak ne bulduğu meselesi gerçekten kafamı kurcalıyor. İsraf olmasın diye kitaplarına, dergilerine para da vermediğimden bu muamma içimde gittikçe büyüyor. Fakat inanın bana, işte bu Haldun Taner kitabı sayesinde bu merakım dinmiş oldu, ne de olsa aynadaki yansıma. Kendi görüşünün üstelik güçlü ve kalıcı bir biçimde iktidarı elinde tutmasının verdiği siyasetten feragat etme lüksü. 

Bu lüks sarhoşluğu içerisinde hafiften dedikoduya çalan anılar, portreler yazmak hadi neyse de, yazarın bilhassa "Atatürk Galatasaray'da" adlı anı/öyküsü gerçekten saç baş yoldurur nitelikte. Öyle bir körlük ki Atatürk'ün yanındaki (tıpkı bugün Erdoğan'ın yanındakiler gibi) aşırı aşırı niteliksiz, hani anaakım siyaset için bile utanç verici derecede niteliksiz insanlar (ki Haldun Taner onları "mideci dalkavuklar" olarak tanımlıyor) için şöyle yazabiliyor Haldun Taner: 

"Bana kalırsa, Atatürk, hiçbir zaman onların oyunlarına kanmış değildi. Bence, onlara bile bile yüz vermesinin sebebi... sadece biraz gülüp eğlenmek ihtiyacından ileri geliyordu. Zira dünyada hiçbir şey, karşısındakini kandırdığını sanan bir budalanın sevinci kadar komik değildir."

Rehavete bakar mısınız? Atatürk'ün etrafı mideci dalkavuklarla doluymuş çünkü meğer Atatürk biraz eğlenmek istiyormuş. Ne aydın tavır ya rab, ne berrak zihin! Gel de bu dehanın karşısında Alevileri aşağılık bulma... Aynı öyküde bahsi geçen Atatürk'ün söndürmeden bıraktığı sigarasını içme yarışına giren sevimli öğretmenlere de ayrı bir paragraf yazılırdı ya neyse...

Demek ki islamcı tayfa da böyle şeyler karalıyor olsa gerek, bizim mahalledeki bilmemne abi çok alem adamdırlar, Gaziantep ne güzel şehir, yemeği nefis, insanı yiğittirler, biraz da Reis sevdası, rabialar falan...

***

Gelgelelim, Ayışığında "Çalışkur" ise oldukça hoş bir uzun öykü. Teknik olarak oldukça başarılı bir kere. Eleştirel bir toplumcu öykü, öyküye gelen (tabii ki kurmaca) tepkiler ve bu tepkiler neticesinde revizyondan geçen, uyumlu metnin orijinal metinle mukayeseli okuması. Bu iki eseri verdiği yıllar arasında Haldun Taner'in başına ne gelmiş bilmiyorum. Ama tam da ilk kitapta düştüğü hatanın tam tersini, yani bir edebiyatçının -bence- yapması gerekeni yapıyor bu öyküde Taner: Satirle didaktizmin ustaca bir dengesini kurarak çoklu hakikat içerisinden "doğru hakikati" seçiyor. Evet, topluma bakarsan iyi işçi de vardır kötü işçi de, hatta aynı işçinin iyi veya kötü olduğu anlar da sürekli değişir. Önemli olan, eğer işçinin ve toplumun iyiliği isteniyorsa, yani "sol" bir edebiyat yapmak isteniyorsa, işçinin bireysel değil toplumsal bir özne olarak neliğini edebiyata yansıtabilmektir, söz gelimi. İşte bunu ustalıkla başarmış bu öyküde Haldun Taner.

Puan: Biri iyi biri kötü iki kitaptan oluşan bu kitaba puan vermek enteresan olacak. Bölelim.

1 yorum:

  1. Fasarya adlı öyküsünü çok beğendim. Konçinalar için aynısını diyemeyeceğim. Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil