25 Haziran 2019 Salı

Sıradan Eleştirinin Gerekliliği Üzerine


Ağ toplumunun merkezsiz yapısı edebiyata sirayet etti mi? Edebiyat otoritesinin okur tarafından sarsıldığı bir “Tahrir Meydanı”, “Gezi Parkı” var mı? Bence evet, var. Ama bu “evet” kendi içinde çelişkilerle dolu bir “evet”. Yani evet: Okurların kendi arasındaki etkileşimi artık çok daha yoğun, okurun kurulu yapılarla ilişkisi de bu nedenle daha değişken ve kırılgan, “sıradan söz”ün yayılma potansiyeli ve hızı çok daha yüksek. Ve ama yine evet: Sıradan okur ve kurulu yapılar arasında bu kaosun dinamiklerini tespit ve manipüle etme güçleri bakımından dengesizlik halen – ilkinin kendini kontrol ve regüle etme mekanizmaları kurma başarısızlığı nedeniyle – ikincisinin lehine.

Sosyal medya 21. Yüzyılın “agora”sı; hem vatandaşın sesini duyurduğu yer ama hem de pazar yeri. İfade alanı bu derece daraltılmış olan okur bir kez müşteriye indirgenince, AVM mimarisinde içeriye giren kişinin atacağı bütün adımların gıyabında önceden planlanması gibi, o dükkandan bu dükkana savrulup durduğu bu zorunlu istikamette okurun reel arzu ve ihtiyaçlarıyla bağı kopuyor. Sıradan okurun sesi parçası olduğu kitlenin oldukça basitleştirilmiş sloganlarına katılmadığı müddetçe duyulmuyor. Sıradan okur, meramını kişiselleştiremiyor. Evet, güncel edebi ortam gerçekten de ağ toplumuna benziyor: Birçok sosyal medya platformunda “beğenmedim” tuşunun eksik olması gibi, sıradan okurun “beğenmek” ve “sessiz kalmak” dışında üçüncü bir seçeneği bulunmuyor. Beğeniyse bir ürünün satın alındığının ve “iyi çıktığının” gerdek sabahında çarşaf gösterircesine en yoz, mide bulandırıcı, tek boyutlu teşhirine indirgenmiş durumda. Değilse, sıradan okurun eleştirisi, pek az kişinin okuduğu bu dahil üç-beş blog dışında, nerede?

Öyleyse: okura "istediğini" verebilmek için popüler beğeniyi ciddiye almak, aslında okurdan tamamen kopmuş, “imal edilmiş” bir beğeniyi yeniden üretmek anlamına gelmez mi? Bütün bu "çay içemedik senle – ne güzel çocuklardık biz – sevdiğim kadınlar hep gittiler" bataklığının sebebi aşağıdan gelenin sorgusuz sualsiz yüceltilmesi, sırtını popüler beğeniye yaslayan "halk bunu istiyor" söylemi değil mi?

Öte yandan: yazıldığı toplumu göz ardı eden, meçhul bir ideal okura hitaben tanımlanmış bir “iyi edebiyatın” okura ulaşabilme, okura ulaşsa dahi okurun kir pas tutmuş beğeni filtresini aşabilme imkanı var mı?

Ben bugünün toplumunda yazılması gerekeni bu “istek” ve “ihtiyaç” arasındaki ilişkinin belirlemesi gerektiğini düşünüyorum. Verimli üretimin ihtiyaç – yazarın estetik/politik kaygısı – ile istek – okurun estetik/politik durumu – arasındaki örtüşme ve çelişkilerden çıkabileceğini iddia ediyorum.

Burada acı ilacı yutturmak için şekerle kaplamak, yani “halkı eğitmek” için doğru içeriği popüler biçime yedirerek “halkın anlayacağı dilden” üretim yapmak önerilmiyor. Fakat yüksek eleştirinin Siren şarkısına kapılarak okyanus sularında kaybolup gitmemek de elzem.

Bunun için üçüncü bir yol düşünüyorum: Popüler beğeniyi verili kabul etmeyerek, sıradan insanın eleştirisini bulmak. “Meydan”da toplanan kalabalığı sağır eden, basmakalıp sloganları yineleyip duran amfilerden uzaklaşarak, okumanın bireysel bir deneyim olduğunun bilinciyle, anlamlı bir toplama erişecek kadar çok tekilliği dinlemek.

Alman İdeolojisi'nde Marx "Sabah avlanan, öğlen balık tutan, akşam edebiyat eleştirisi yapan" sıradan insanın hayalini kurarken, profesyonel olmayan bir eleştirinin gerekliliğine de işaret ediyordu (diğer her iş gibi). Evet "iyi eleştiri" isteyenler bu amatörlerin arasında belki aradıkları performansla karşılaşamayabilirler, fakat dikkatli kulaklar bu çoksesliliğin içerisinde taze, herkese hitap eden tekelci standardizasyonunun dışında kalan, özgün sesleri keşfedebilirler gibi geliyor bana. Marx’ın meşhur işçi anketinin bir benzeri (bu ankette okumaya dair hiçbir soru yok ne yazık ki) sıradan insanın okuma pratikleri için yapılsa; somut örnekler üzerinden derinlikli yanıtlar alınsa faydalı olmaz mı?

Image result for kitap okurken uyuyakalmak

21 Haziran 2019 Cuma

E.T.A. Hoffmann - Meşum Miras (The Entail / Das Majorat)

Image result for e.t.a hoffmann meÅŸum mirasFelsefi/politik bir tavır olarak romantizm, yani moderniteden ürküp doğaya dönüş, şövalyelik ruhuna özlem falan, neyse. Bunların helvasını tabii ki elektrikli ocaklarda karıp karıp yiyelim. Fakat "modernizmin piçi olarak romantizm" etiketinden edebiyat, hele hele gotik, kendini nasıl muaf tutamamış; biz de (biz derken benden başka kim, belki de sadece ben) bu etiketin tuzağına düşüp gotik edebiyata nasıl polisiye gibi bir "popüler kurgu" alt türü muamelesi yapmışız, ne kadar hayıflansam az. Neyse ki üslup ve içerik arasındaki cambazlık isteyen dengeyi kurmakta; üslubu kullanarak içeriğin "hipodermik" tesirini temin etme gücüyle, içeriğiyse anlatının zoraki "içgüveysi" olmaktan çıkarıp edebi bir problem haline getirmenin zevkini birlikte barındırmakta romantizmin önemini kavradıkça daha bir bağlanıyorum bu akıma.

Hoffmann'ın Majorat'ı da bunun tipik bir örneği. Türünün pek başarılı bir örneği olduğu söylenemez, hele ki kitabı iki bölüme ayıran "her şeyin açıklanması" bölümü teknik açıdan fazla basit (kitap 1817 yılında basıldığı için olabilir mi sevgili eleştiri müptelası?). Gel gelelim üslup ve içerik arasındaki o soğuk, profesyonel ilişkiyi yönetimi takdire şayan. 

Romanın bütün trajedisi, herhangi normal bir miras gibi evlatların üzerinde eşit derecede hak iddia edebildiği bir şatonun artık baba öldükten sonra en büyük oğula tevarüs etmesini sağlayan (dolayısıyla diğer varisleri dışarıda bırakan) bir düzenleme sonrası şatonun "meşum" hale gelmesi üzerine kurulu. 

"Öülk"ün ("devlet" anlamıyla da alalım) selameti için Fatih'in kardeş katli fermanını andıran bir kuralın ertesinde olanlar, Fatih döneminde yazılsa belki de bir kahramanlık destanı olarak anlatılabilirdi belki. Ama yıl 1817'dir ve tam da Napolyon Savaşları ve Viyana Konferansı sonrasında Almanya'nın modernleşme atılımı başlamışken, yeni bir kural sermayenin yükselen "rasyonal"iyle çatışmaya girerse eğer; çözülme dönemindeki feodalitenin hortlaklarının yeni kurulan bir mahkeme odasının duvarını - ki o duvar Orta Çağ inançlarına açılan yolu sonsuza dek kapatmıştır - tırnaklarını kanatırcasına kazıdığı bir korku öyküsü çıkar ortaya.

20 Haziran 2019 Perşembe

Milan Kundera - Perde

Image result for milan kundera perdeBirkaç ay önce öykülerimi okumasını istediğim ve sağ olsun beni kırmayan bir arkadaşım aramış ve "Sana bazı eleştirilerim olacak, Kundera'nın Perde kitabına bir göz at, senin öyküleri onun üzerinden konuşalım" demişti. Perde'yi okudum ve dün buluştuk. Fakat ufak bir sorunumuz vardı: okumasının üzerinden epey zaman geçtiği için arkadaş öykülerimi hatırlamıyordu. Hal böyle olunca eleştirileri de "Hani şu adamlı olan öykü vardı ya, onu baya sevdim" seviyesinde kaldı ve bu buluşmanın (edebiyata dair bildiğim ne varsa bir an için unutmama neden olması dışında) edebiyatla olan ilişkime özel bir etkisi olmadı. Bana yadigar kalansa Perde'yi okuma deneyimi oldu.

Pek sovyetik biri değilim, hele hele Brejnev doktrininin yılmaz bir savunucusu hiç değilim; ama yine de Kundera'yı politik sebeplerden ötürü pek sevmem. Mesele de zaten Kundera'nın sosyalist olmaması ya da Batı'ya sığınması vs değil, edebi gücüne kıyasla felsefi içeriğinin geri kalmışlığı ve buna paralel olarak Batı fikrini düzayak savunurken bile sık sık tökezlemesine sebep olan içeriksizliğidir benim için. Örneğimiz kitaptan: İkinci Dünya Savaşı öncesinde büyük devletlerin temsilcileri "Almanya Çekoslovakya'yı işgal etsin mi, etmesin mi" toplantısı yaparken Çek diplomatların koridorda bekletildiğini anlatır Kundera. Fakat alabildiğine nesnel bir anlatımdır bu: Olayın ne kadar küçük düşürücü olduğunu, bugün hâlâ hissedilen utancı ya da büyük devletlere yönelik öfkeyi tariflemez (hissetmez bile belki de). "Tasvirin kendisi bu hisleri okura yeterince aktardığından, bu üslup bilinçli bir tercih olabilir" mi diyorsunuz? Çok değil, on sayfa sonra Kundera ülkesinin aslında ne kadar da Batılı olduğunu delilleriyle sunarken yine de "Doğu Avrupa" olarak nitelendiriliyor olmasındaki ironiyle baş başa bırakmaz okuru; bu nitelendirmeyi "bir sürgünü yaşamak gibi" hissettiğini vurgulamadan geçemez. Söz konusu Avrupa olunca multi-kultiyi hatırlar ve tektipçi Sovyetlere karşı "minimum alanda maksimum çeşitlilik" der, ama bu ilkeyi kendi coğrafyasına uyarlayıp Çekya'ya melez bir kimlik atfetmekten de imtina eder; Çek tarihi tamamen Batılıdır Kundera'ya göre, (dilbilimsel birlik hariç!) "Slav kültürü" diye bir şey yoktur! Uzatmanın alemi yok, Kundera bir Soğuk Savaş aydınıdır, kendini Batı için, Batı'yı kendi için araçsallaştırarak kazan-kazana oynamış dahi bir edebiyat girişimcisidir. Ve öyle Avrupa merkezcidir ki Gabriel Garcia Marquez'i Avrupa edebiyatı içerisinde sayar (sf 43)...

Dediğim gibi, Kundera'nın sorunu siyasi değil; bununla bağlantılı, hatta bunun zemini olarak felsefi. Keyifli bir yazar oama köhne bir varoluşçuluğun şaşaalı günlerinde takılıp kalmış birisi: Hani filmlerde olur ya, evinde yalnız yaşayan kafası gidik bir kontes hala Victoria dönemi İngilteresinde yaşadığını sanır da her gün o dönemin modasına uygun giyinir, eve gelip gidenler ona artık zamanların değiştiğini söylemek gibi bir kötülük yapmaz ve en azından kontesin evinde oldukları müddetçe oyunu onun koyduğu kurala göre oynarlar, zira evet kontes tırlatmıştır ama zararsızdır ve üstelik nostaljik duyguları kabartacak kadar kibar ve şaşırtıcı biçimde şıktır da. İşte Kundera benim için varoluşçuluğın tırlatmış Kont'udur, loş koridorlarına Kafka'ya kadar uzanan şeceresinin tablolarını dizdiği şatosu çoktan boşalmıştır ama elinde kalan yalnızca titri de olsa bir kont hâlâ bir konttur.

Peki nedir felsefi problemlerinin denemelerindeki tezahürü? Bence öncelikle estetiğe ve bu bağlamda romana biçtiği metafizik rol: Hem estetik beğeniyi hem de sanat tarihini insanın tarihinden ayırıyor Kundera. "İnsanlık tarihinin kendini tekrarlamak gibi bir zevksizliği olabilirse de bir sanatın tarihi tekrarlara katlanamaz. [...] Sanat kendi tarihini yaratmak için vardır," diyor mesela. İnsanlık tarihindeki tekrarların dahi tarihin okurları tarafından (okurların kendi tarihsellikleri sebebiyle) farklı şekilde anlamlandırılacağını unutuyor; "Tarih ... resmedilecek, suçlanacak, yorumlanacak bir nesne olarak romancıyı ilgilendirmez, tarihin romancıya çekici gelmesinin nedeni [...] beklenmedik olasılıkların üzerine ışık tutan bir projektöre benzemesidir," diyerek tarihsel bağlamı bireysel varoluşçuluk araştırmaları için işlevselleştirirken tarihin seyrini şu veya bu yönde değiştirecek bir failliği yoksa o varoluşun nasıl bir anlamı olduğu sorusunu sormayı unuttuğu gibi.

Kundera'nın derdi günü birey ve dünya arasındaki "gizemleri" çözmek, Broch'tan "Romanın tek ahlakı bilgidir," alıntısını bu yüzden yapıyor, bu yüzden "Roman kahramanları anlaşılmak isterler, roman sanatının varoluş nedeni hayatı anlamaya çalışmaktır" diyor. Fakat neticede bir anlamı yakalayıp roman diline kodlama gibi bir çabası yok, ne de en azından bu arayışa yönelik bir yöntem önerisi. Kundera "hayatın anlamı" denen çorbaya biraz daha baharat katıp yeniden ve yeniden karıştırmaya; asla sofraya sürülmeyecek o çorbanın kokusuyla anlam açlığı çekenleri heveslendirmeye sanat diyor.

Dikkat edilirse - ve çorba-baharat metaforundan devam edersek - romancının ancak "insan doğasının o zamana kadar bilinmeyen, gizli kalmış bir yönünü keşfederse"  bir roman ortaya koyabilmiş olacağını söylerken kast ettiği şey iyi kötü bir "çorba" denemesi bile değil, salt bir baharat. Dostoyevski ve bir günün ne kadar yoğun olabildiğinin keşfi, Flaubert ve önemsiz bir anın koparabildiği fırtına, vesaire... Evet, bunun sanatsal bir yanı var hakikaten, ama sorun şu: Kundera yalnızca buna sanat diyor.

19 Haziran 2019 Çarşamba

Leninist Otosansür Yöntemi

"Zümrüt Apartmanı" vakasından sonra edebiyatta pedofili sahneleri bulunabilir mi, bulunamaz mı, eğer "bulunamaz" deniyorsa bunun adı "SANSÜR" değil mi gibi soruların ortaya atıldığı kısa vadeli fakat yoğun bir tartışma ortamı oluşmuştu hatırlarsınız. "Bitirici" bir laf olacakmış gibi harcıalem ezberlerin Akla Godwin Kanununu getirecek şekilde sıralandığı (Fahrenheit 451'ler, "o zaman cinayet romanı da olmasın"lar...) kısır tartışmalar yapıldı. Lugatları Paris, çıktıları Esenler'i andıran...

O esnada "sınırsız ifade özgürlüğü" yollu liberal söylemi eleştirmiştim. Fakat elbette yazar ve okur arasına devleti ya da herhangi bir başka özel/tüzel kişiyi sokacak sansür benzeri bir  mekanizma talep etmek de eleştirel aklın intiharı olurdu. Metni denetlemenin sansürden hallice yolu var mı diye kendime sorduğumda aklıma "otosansür" geliyordu. Sevimsiz bir kelime evet, zira akla ilk etapta yazarın başını kamu otoritesiyle derde sokmamak için dilini tuttuğu totaliter bir düzeni getiriyor. Fakat bu aslında bir anomali. "Otorite" olarak yalnızca resmi makamların kâle alınmasıyla ilişkili liberal bir anomali. Çünkü bir yazar metnini boşluğa değil belirli bir hedef gruba fırlatır; dolayısıyla "iyi geçinmek istediği", "iyiliğini istediği" kişiler ve topluluklar vardır ve bu odakları etkileme arzusu yazarın ne yazacağında olduğu kadar, ne yazmayacağında da söz sahibidir. 

İşte bu "etkileme arzusu", eleştirisi kâle alınan mercilerin içselleştirilmiş otoritesidir. 

Dikkat edilirse "beğenilme" değil, "etkileme" yönünde bir arzudan bahsediyorum: Yazarlar, en azından iyi yazarlar, hedef kitlesine yaltaklanan, onların aferinini almak için basit beklentilerini karşılayan süs köpekleri değildir. Tam tersine. Yazarın okurla arasındaki diyalektik ilişki metnin okuru zorladığı noktada başlar. Yazar eserinin etkilemesini istediği kişi/grupların etik ve estetik yargılarını bilmek zorundadır, onaylamak değil. Fakat evet, bu yargıları "bilmek" bir zorunluluktur. Sanatın oyuncaklı alanı burada devreye girer çünkü: Bu etik ve estetik yargıların (tamamının ya da bir kısmının) okur tarafından reddedilebilir hâle gelmesi için öncelikle (bir kısmının değil, tamamının) yazar tarafından somut gerçeklik olarak kabul edilmesi gerekir. Bütün devrimlerin önkoşulu olduğu üzere.

Peki Zümrüt Apartmanı vakasının üzerinden yaklaşık bir ay geçmişken (Türkiye'nin gündem değişim hızı düşünüldüğünde) bu tartışmayı yeniden açmak nereden aklıma geldi? 

Lenin'in bu konuya ışık tutacak bir yazısını okudum da oradan. Yazıdan ilgili bölümleri aşağıda yorumsuz paylaşmak, tartışmaya açmak istiyorum. Yazının bağlamına bakacak olursak, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi nicel bir atılım yaptığı 1905 Devrimi döneminde yazılmış. Partinin git gide büyürken çok farklı edebi kaygılar güden çevrelerin de partiye katılımını beraberinde getirmesiyle birlikte Lenin  edebi üretimin hem bireysel bir yaratı olduğunu teslim edip hem de onun bir "örgütsel" faaliyet olarak ele alınmasını temin etmeye çalışıyor.

Not 1: Metni ben çevirmedim, Elif Aksu'nun Fransızca'dan çevirdiği, Payel Yayınlarından çıkan Lenin'in çeşitli yazılarından derlenmiş "Edebiyat ve Sanat Üzerine" adlı kitaptan aktarıyorum.

Not 2: Metinde yer alan italik vurgular Lenin'e, tartışmamızın bağlamına işaret ettiğini düşündüğüm için yaptığım kalın vurgularsa bana ait.


***

V.İ. Lenin - Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı

[...]

Image result for lenin reading"Sosyalist proletarya, burjuva geleneklerinin, patronun sözünden çıkmayan, paragöz burjuva basınının, edebiyatta yükselme tutkusunun ve burjuva bireyciliğinin, "derebeyi anarşizminin" ve çıkar düşkünlüğünün karşısında, bir Parti Edebiyatı ilkesini salık vermeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve olabildiğince kapsamlı ve eksiksiz bir biçimde uygulamalıdır."

"Peki bu ilke ne olmalıdır? Sosyalist proletarya için edebiyat, kişiler veya kümeler için bir para kazanma kaynağı olmamanın ötesinde, daha genel anlamda, işçi sınıfının davasından bağımsız, bireysel bir iş de olmamalıdır."

"Edebiyat [...] büyük sosyal demokrat düzeneğin 'bir tekerleği ve küçük bir vidası' olmalıdır.' 

[...] 

" 'Her benzetme biraz aksar' der bir Alman atasözü. Benim edebiyatı vidaya, canlı bir hareketi de düzeneğe benzetmem de elbette aksıyor. Şimdi büyük olasılıkla, böyle bir benzetme özgür ideolojik mücadeleyi, eleştiri özgürlüğünü, edebi yaratım özgürlüğünü vb. vb. aşağılamaktır, küçültmektir, 'bürokratikleştirmek'tir diye çığlığı basacak histerik aydınlar çıkar. Bu tür çığlıklar, aslını isterseniz, burjuva aydınlarının bireyciliğinin dile gelişinden başka bir şey değildir. Edebiyat elbette mekanik bir eşitlemeye, tek tipleştirmeye, çoğunluğun azınlık üstünde egemenlik kurmasına en az uygun olan alandır, bu tartışılmaz. Bu alanda elbette kişisel karar önceliğine, bireysel eğilimlere, düşünce ve düş gücüne, biçim ve içeriğe en geniş yer tanınmalıdır. Bütün bunlar yadsınamaz. 

Ama [...] örgütlü sosyalist proletarya bütün bu etkinliği gözlemeli, derinlemesine denetlemelidir. Bu etkinliğin ayrımsız her noktasına, proletaryanın canlı davasının yaşam dolu ruhunu taşımalı ve şu eski, yarı-Oblomovcu, yarı-çıkarcı, 'yazar canı istediği zaman yazar, okur canı isterse okur' Rus ilkesini ortadan kaldırmalıdır." 

[...]

"Edebiyatta bu dönüşümü bir çırpıda gerçekleştirebileceğimizi savlamıyoruz doğal olarak. Katı bir sistem önermek ya da sorunu birkaç yönetmelikle çözmeye kalkmak aklımızın ucundan bile geçmez. [...] Özgür bir basın yaratmak istiyoruz ve yaratacağız; sözcüğün yalnızca polisiye anlamıyla özgür değil; sermayeden de, kişisel başarı hırsından da ve hepsinden çok, burjuva-anarşist bireyciliğinden de özgürleşmiş bir basın.

Bu son sözler okura bir paradoks veya alay gibi gelebilir. Özgürlüğün tutkulu yandaşı birkaç aydın, 'Nasıl!' diye haykıracaktır belki. Nasıl! Edebi yaratım kadar bireysel, ince bir konuyu, topluluğa bağımlı mı kılacaksınız yani! Bilimin, felsefenin, estetiğin sorunlarını işçiler oyçokluğuyla mı çözsünler istiyorsunuz! Aklın bütünüyle bireysel olan yaratıcılığının mutlak özgürlüğünü yadsıyor musunuz siz!

Sakin olun baylar! [...] Herkes, en ufak bir kısıtlama olmaksızın, istediğini söylemekte ve yazmakta özgür. [...] Söz ve basın özgürlüğü tam olmalı. Peki ya örgütlenme özgürlüğü? O da tam olmalı. Ben, konuşma özgürlüğü adına, sana tam bir bağırma, yalan söyleme ve canının istediğini yazma hakkı vermek zorundayım. Ama sen de, örgütlenme özgürlüğü adına bana, şunu veya bunu söyleyen insanlarla birlik olma ya da birliği bozma hakkını vermek zorundasın. [...] Neyin uygun, neyin karşıt olduğunun sınırlarını çizebilmek için [...] uluslararası sosyal demokrasinin, proletaryanın uluslararası, özgür kuruluşlarının bütün bir deneyimi vardır.

[...]

İkinci olarak, burjuva bireycisi baylar, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını da size söylemek isteriz. Paranın gücü üstüne kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin asalak olarak yaşarken, emekçi yığınların yoksulluk içinde süründüğü bir toplumda, gerçek, doğru dürüst bir özgürlük olası değildir. Siz, sayın bay yazar, siz burjuva yayıncınıza, [...] sizden ısrarla pornografi ve fuhuş isteyen okurlarınıza bağlı değil misiniz? Bu mutlak özgürlük, aslında, burjuva [...] bir sözdür, o kadar. Bir toplumda yaşayıp o toplumdan bağımsız olmak olanaksızdır. Burjuva bir yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, rüşvetçiye, girişimciye, örtülü [...] bir bağımlılıktan başka bir şey değildir.

Biz sosyalistler bu ikiyüzlülüğün maskesini indiriyoruz, düzmece etiketleri söküp atıyoruz. [...] Özgür olduğu savlanan, ama aslında burjuvaziye bağlı olan bir edebiyatın karşısına, gerçekten özgür, açık açık proletaryaya bağlı bir edebiyat koymak için yapıyoruz.

[...]


***

Görüldüğü üzere Lenin, Marksist yapılanma içinde yer almak isteyen herkese kapı açmakla beraber, üretimini burjuva kodlara göre yapmakta ısrar edenlerle yolları ayırma hakkını elinde tutmak istiyor. Bu bağlamda edebiyatçıları üretimlerini ulusal ve uluslararası Marksist birikime entegre biçimde geliştirmelerini, yaptıkları üretim üzerinde de sınıfın denetimini savunuyor. Bu denetim için prosedürel bir öneri getirmiyor, hatta sanatın doğası itibarıyla buna karşı; anlaşıldığı kadarıyla sınıf perspektifine dayanan eleştiriye ve edebiyatçının bu perspektife üretiminin öncesinde hakim olmasına güveniyor.

"Vay efendim sen yazıdan işine gelen yerleri cımbızla çekmişsindir, biz yazının tamamını okumak isteriz" diyen varsa Türkçesinin tamamını maalesef buraya aktaramayacağım ama İngilizce metnin bağlantısını bırakıyorum: https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1905/nov/13.htm