30 Ekim 2018 Salı

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan

Ekşisözlük'te 38 sayfa entrisi olan, artık kanonlaştığını iddia edebileceğimiz Kürk Mantolu Madonna'dan hızını alamayanlarca yoğun bir biçimde "tüketilen" İçimizdeki Şeytan için uzun uzadıya konuşmanın alemi yok.

Yalnızca üç noktaya değinesim var:

Image result for Sabahattin Ali - İçimizdeki Åžeytan1) Goethe'nin dışsal Şeytan'ına karşılık Şeytan'ı diyalektik bir biçimde içimize yerleştiriyor Sabahattin Ali. Ve üstelik "İçimizde şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..." açıklamasından görüyoruz ki, bu meseleyi insan doğasına bağlayan bir Dr. Jekyll Mr. Hyde vakasını yeniden üretmektense bu şeytanın tedavi edilebilir bir sorun olduğunu tespit ediyor Sabahattin Ali. Adını koyalım: Althusser'in interpellation dediği içselleştirilmiş hegemonyadır bu. Ve kitap yayınlandığında yıl 1940'tır. Yani daha ne Hapishane Defterleri ne Aydınlanmanın Diyalektiği ne de İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları yayınlanmıştır. İşte teorinin önünden giden sanat böyle bir şey.

2) Romandaki karakterler gerçek kişilerden ilham almış olsun ya da olmasın, entelektüel çevrenin sosyo-kültürel seviyesi hakkındaki tespitleri çok net - ve ne yazık ki ölümsüz. Bütünlüklü bir tavırdan yoksun, eklektik ve dolayısıyla çelişkili düşünceler içinde savrulup duran yarı cahillerin hakimiyeti, böyle bir ortamda haliyle ancak biçimle kamufle edilebilen kof bir üretimin gerçekleşebilmesi, kültür sohbetleri veya etkinlikleri kisvesi altında tacizin bini bir para eden eğlence odaklı pervasız yaşam biçimi... Bugünün kültürel iktidarı AKP'ye vermemekle övünen her köşe başını tutmuş tiplere bakın, 1940'tan bu yana bir şey değişmiş gibi geliyor mu?

3) Bireyi ve ortamı bu kadar güzel tasvir edebilmişken, kitabın feci sonu... Yerden yere vurulan bu kadronun "dış mihraklar" vurgusuyla hapishaneye atılmasının fikir babası gerçekten de maruz kaldığı başlıca suçlama "kökü dışarıda olmak" olan bir ideolojinin taraftarı olarak bildiğimiz Sabahattin Ali'ye ait olabilir mi? Olmuş işte. Yazarın bu finali kitabın baş kahramanı olan Ömer'in Raskolnikovvari bir kendini sorgulama süreci yaşaması için gerekli gördüğünün farkındayım. Ama astarı yüzünden pahalıya gelmiş ne yazık ki. Üstelik, bu tutuklamaların altında yatan "Bakın günü gelince gereken yapılır ve böylelerinin sonu böyle olur," yollu, hukuk düzenine belirli bir meşruiyet atfeden mantığın aynı hukuk cenderesinin içinden kendisi de geçmiş bulunan bir yazardan çıkmasındaki ironi de cabası.

23 Ekim 2018 Salı

Yeorgios Viziinos - Öyküler

Image result for kostas viziinos öykülerViziinos'un uzun öykülerinden oluşan bu seçkideki "Annemin Günahı"nı Ari Çokona'nın Çağdaş Yunan Edebiyatı Antolojisi'nde okumuş, çok da etkilenmemiştim. "Bilinmeyen bir günah var ve tüm bu yaşanan acılar bu günahın kefareti..." gerilimi üzerine kurulu öyküler ne yazık ki genelde fiyaskoyla sonuçlanır zaten. Yaşanan acılar ve bu acıların etrafında gelişen olaylar yalnızca bu günahın bedeli olan nicel parametrelere indirgenmiş olur ve öykü uzadıkça (en sonda ya da sona doğru açıklanacak olan) günahın mahiyeti ikinci plana düşmez, aksine daha da önem kazanır. Okur, onca acı çeken ve handiyse zorla empati kurdurulan karakterin günahının bir an önce açıklanmasını, yazarın adalet terazisini ortaya çıkarıp öbür taraftaki ağırlığı da koymasını ister. Çünkü okur böylece kendi omuzlarına yüklenen vicdani yükten kurtulur ve karakterine işlediği günah ile çektirdiği cefa arasındaki denge üzerinden yazarın ahlakını yargılayan bir konuma yükselir. Fakat nihayetinde acı tarifinin sınırı yoktur, hele ki bir edebiyatçı için, şekeri elinden alınmış çocuğu bile onlarca sayfa boyunca öyle anlatır ki insan şeker dışındaki bütün besinlere düşman olur. Öte yandan sıradan insanlar için günah stoku sınırlıdır ve yazarın bu kez tasvir değil "olay" yaratmaktaki becerisini göstermesi gerekir. Ne yazık ki Viziinos bu öyküde bu sınavı geçemez. (Küçük Şeylerin Tanrısı bu konuda nispeten daha iyidir.)

Fakat kitabı edinip üç öyküyü birlikte okuyup da Viziinos'un (eğer bir başkasının derdiyle üzerine eser üstüne eser üretecek kadar hemhal olmadıysa) diğer öykülerine de sızmış olan çocukluğundaki cinsel kimlik bunalımıyla karşılaşınca bu ilk öykünün de anlamı bir anda değişiveriyor ve anne ve kadınsı erkek çocuk arasında yaşanan "ters-Ödipal çatışma" denebilecek bir ilişkinin anlatısına dönüşüyor.

Viziinos 20. yüzyılı göremeden ölmüş bir yazar. Muhafazakar Türk ve Yunan toplumlarının içinden çıkıp böyle queer temalara cesaret etmiş olması hem şaşırtıcı, hem de bu cinsel baskı ortamlarından da tam bunu beklemek gerektiği için alabildiğine gerçekçi.

***

Özellikle ikinci öyküde bu kadar önemli yer tutan yeniçerilik müessesesinin üzerine Türk sanatında hemen hiç gidilmemiş olması çok ilginç değil mi? Aklıma izlediğim bir başka Yunan filmi "Siyah Çayır" geliyor hemen. Yeniçeriler ve cinsel kimlik, yeniçeriler ve din değiştirme... Bunlar çok verimli alanlar. Fakat düşününce hemen aklıma gelen tek bir yeniçeri hikayesi yok. Örneğin milyon tane Osmanlı hikayesi arasında bir tane de Genç Osman'ın ölümünü katillerinin arasındaki bir Yeniçerinin ağzından anlatan bir roman, film niye yok? Ya da bu kadar askeriye manyağı, darbeyle yatıp darbeyle kalkan bir ülkede Yeniçeri Ocağının topa tutularak yok edilme öyküsü neden ilgi uyandırmaz?

***

Ha bir de bu ikinci öykü dediğim "Hayatının Biricik Yolculuğu" filme de çekilmiş: https://www.imdb.com/title/tt0311539/

Çok çok merak ediyorum bu filmi. Barış Yarsel sağ olsun elindeki kopyayı benimle de paylaştı. En kısa zamanda izleyip görüşlerimi de buraya yazarım.

22 Ekim 2018 Pazartesi

V.S. Naipaul - Taklitçiler

Bazı kitaplar ve bazı filmler vesaire, arkalarından söyleyecek hiçbir şey bırakmıyorlar. Birkaç kişi sinemaya gidiyorsunuz veya "Şu kitabı bir okuyalım, tartışalım," diyorsunuz, bu ortak tecrübe beklenmedik bir biçimde "İyiydi"-"Beğenmedim"-"Niye ya iyi değil miydi?" kabilinden, asla gelişip derinleşemeyen, kısır diyaloglarla sonuçlanıyor. Elbette bunların başında popüler ürünler geliyor, onları saymaya bile gerek yok. Tarantino'nun son filminden çıkıp Anglosakson ampirizmine kadar uzanan bir tartışmalar silsilesinin içine girmek fazla zorlama olurdu. 

Böylesi anaakım örnekler bir yana bırakılırsa, bu türden "konuşturmayan" eserler genelde ironik bir şekilde "geveze" eserlerin arasından çıkar. Birbirlerine yalnızca olay örgüsü bağlamında eklemlenen, anlam düzleminde bir bütünselliğe varmayan çok çok fazla sayıda mikro hikayeden oluşan romanlar örneğin. Veya çok yoğun bir sembolizmi çok kapalı bir anlatının içine yerleştirip açacak ipucu vermeyen, çizgi filmlerde kilitlediği kapının anahtarını yutan karakterler gibi, ancak cerrahi müdahaleyle ("uzman" yorumları okunarak vb.) açılabilen romanlar. Fakat bu iki örneğe de mesafeli değilim. Bir eserin mutlaka "kendi üzerine konuşturmak" gibi bir misyonu olmaz. Bu noktada eserin kendi konuşmasının bize ne yaptığını (verdiği haz, yarattığı kafa karışıklığı...) önemseriz ve zaten o gevezeliği de bu yüzden arzularız.
Image result for V.S. Naipaul - Taklitçiler
Fakat bir de kötü dili, yabancılanan karakterleri, kaba kurgusuyla gevezelik yapanlar vardır ki otobüs yolculuğunda vasat zekalı olduğu ilk dakikada anlaşılan koltuk arkadaşının muhabbetiyle kitlemesine benzer bir etki yaratır. Buna en çok "kocaman" laflar etmeye soyunan kitaplarda rastlıyorum. Taklitçiler bunlardan biri: Google'layınca ilk çıkan bilgilerden biri "post-kolonyal kurmaca" türünde olduğu. Konu, buna paralel, iddialı: Bir üçüncü dünya ülkesi politikacısının başarısızlığa uzanan öyküsü. Yazar: Nobelli. Sonuç? Facia.

Berbat bir anlatımı olan bu romanda dili suçlamayacağım. Çünkü "profesyonel bir siyasetçinin otobiyografisi" olma iddiasındaki bir roman yabancılaşmış bir dili tercih etmiş olabilir. Sorun -bence- basit: Yazarın perspektif seçimi. Yazarımız "siyasetçi" denen şeyin ne olduğunu herhangi bir okurdan daha iyi bilmiyor ve üstelik onu yanlış yerde arıyor. Siyasetçiyi birinci ağızdan anlatıyor Taklitçiler. Bu yüzden ne toplumun değişik kesimlerinin birbirinden farklı hikayelerinde yankı buluyor hikaye, ne bir fanatik taraftarın gözünden psikolojiye göz kırpıyor, ne bir rakip siyasetçiyle karşılaştırmalı ilerleyebiliyor. Siyasetçilik -özellikle de üçüncü dünyada- bir tür modern peygamberlik olduğundan bu anlatının yoğun duygulanımlı kurulması gerekiyor. Siyaset her nerede yapılırsa yapılsın yalan, tutku, kan, öfke, gözyaşı, zafer, trajedi istiyor. Luxemburg siyaseti bile muhtemelen Naipaul'un dünyasından daha renkli geçiyordur. Ne seçim zaferi kutlu, ne mağlubiyetin hezimeti ağır, ne zenginliğe karşı bir tavrı var yazarın, ne düştüğü yerde çektiği çileye.

Fazlasıyla spesifik, genelleme yapmaya imkan vermeyecek derecede tekil bir portre seçiyorsun. Kabul. Öyleyse bu kişiliği bu kadar kötü hikaye seçimleriyle geliştirmek neden? Kötü siyasetçiliği derhal ve behemehal çocuklukta, bilhassa baba figüründe arama kolaycılığına ne demeli? Ya kolonyal güçle sömürge siyasetçisi arasındaki çatışmayı kolonyal kadınlarla ilişkide kurmak? Eh, madem bu kadar basit eğretilemelere yönelecektin, yarattığın karakter neden bu kadar fazla spesifik?

Ayrıca Sims oyunundan ekran görüntüsü alınarak elde edilmiş gibi duran Türkiye yayıncılık tarihinin en kötü kapağı için İletişim Yayınlarını kutluyorum. Şaka değil. Bu kadar boktan bir kitaba böyle bir kapak yakışırdı.

1 Ekim 2018 Pazartesi

İnci Gibi Dişler - Zadie Smith

İnci Gibi Dişler - Zadie SmithEdebiyatın uluslararası dinamiklerine hakim değilim. Goncourt ödülünü kim almış, Booker'ın kısa listesine kimler girmiş umrumda olmaz. Zaten anti-emperyalizm içimize işlemiş, İngilizce edebiyata karşı önyargılarımı enerjiye çevirsem Manş denizini yüzerek geçerim. Bu nedenledir ki "İlk 80 sayfasını yayıncıya götürdüğünde 250.000 pound avans almış" efsanesiyle birlikte yürüyen İnci Gibi Dişler'i yıllarca okumadım. Bir ara kitap satış sitesinin birinde bedava kargo limitini aşmak için sepete atmış bulunduğum bu zavallı romanı kitaplığın rafında devlet hastanesine randevusuz gelmiş hasta gibi kıvrandıra kıvrandıra bekletmekten özel bir keyif alır gibiydim. Ne zaman ki kağıt sektörü yayınevlerini vurdu, "Neden bir tekme de ben atmayayım ki" düşüncesi sol kulağıma tatlı tatlı üflemeye başladı. Yeni kitap alacağıma, bu ve benzeri kitaplara 90+2'de şans verilen altyapı oyuncusu muamelesi yapmaya karar verdim. "Kesinlikle as kadromda değilsin ama neden maç başına primini cukkalamayasın?"
Ve sürpriz: Maçın kaderini değiştiren gol Genç Semih'ten geldi. Okumadığıma pişman oldum. Hiç ummadığım anlarda edebiyat anlayışıma bu kadar uyan romanlarla karşılaşınca öylesine yazıldığım bir dil kursunda hayat boyu sürecek bir dostluğa adım atmış hissediyorum. "Edebiyat anlayışım" dediğim de bir şey olsa keşke: Klişelere kaçmadan biteviye hikayeler anlatan bir edebiyat istiyorum ben. Dili umrumda değil. İsterse teknik meknik de olmasın, bam bam bam bam. İhsan Oktay Anar ya da Gabriel Garcia Marquez ya da Italo Calvino stili olsun, çok da fark etmiyor. Doyumsuz tasvirler, psikolojik tahlillerde gözüm yok. Dünya üzerinde bugüne değin YÜZ ON MİLYAR insanın yaşadığı hesaplanıyor. Bu insanların, çok erken yaşta vefat edenleri istisna sayalım, tecrübe ettiği eşsiz anıların sayısının kaç trilyon olduğunu varın siz hesaplayın. Hal böyleyken "ilhamını edebiyattan alan edebiyat" kadar midemi bulandıran bir şey yok. Yaldızlı kabızlık.

İnci Gibi Dişler, hikaye anlatmak için ideal bir coğrafyada; emperyal bir geçmişe sahip (Türkiye gibi) , halen geniş çapta göç alan (Türkiye gibi değil), ve çokkültürlülüğün üzerinde baskı hissedilmeyen (Türkiye gibi hiç değil) bir ülkede, İngiltere'de geçiyor. Böylece yaratıcı hikayeler ortaya çıkarmak da kolay oluyor tabii [1]: Bir Hintli ve bir İngiliz'i asker arkadaşı yapıp Yunanistan cephesine gönderebiliyorsunuz vesaire... Emperyalizme, melez kimliklere, hayatta kalma stratejilerine, radikal İslamın yükselişine ve daha bin türlü başka konuya dair hikaye tohumları ekebileceğin bu verimli toprağı kullan kullanabildiğin kadar.

Romanın en güzel yanı genç işi olduğunu amatörlüğüyle değil, enerjisiyle göstermesi. Alaycı, yüksek tempolu, hesapsız, derin sulara bazen hazine, bazen de kum çıkarmak için dalacak kadar başına buyruk bir kitap bu. Yalnızca sonu yok mu, ah o sonu! "Büyük roman bitemeyişi" diye bir fenomen var: Ani, çarpıcı bir "roman finali" uğruna karakterlerin kişisel maceralarının havada bırakılması şeklinde tezahür ediyor. Romana yavaş yavaş yavaş yavaş sızan onlarca karakter varken, öyle ki 500. sayfada bile önemli bir karakterle tanışılabiliyorken, bu kadar çok karakterden oluşan Gordion düğümünü İskender'in kılıcıyla kesme işi ne yazık ki olmamış, olmuyor, olmayacak.

En ama en ama en en büyük sorunsa maalesef çeviri. İngilizcenin Cockney aksanının Türkçeye başarıyla çevrilmesi kolay olmasa gerek, bunu falan anlıyorum. Fakat karakterlerden birinin fan-fucking-tastic çığlığını fan-sikindirik-tastik diye çevirmek nasıl bir şey Allah aşkına? Veya will you fucking eat gibi bir sorunun onu kahrolası yiyecek misin diye çevrilebileceğine gerçekten emin miyiz? Orijinal adı White Teeth olan bir kitabı "İnci Gibi Dişler" olarak yayımlama cesaretinin aynısı, iş fucking'i çevirmeye gelince neden kahrolası gösterilemiyor? Vonnegut'un Mezbaha No. 5'inde so it goes ifadesini hadi geçmiş olsun diye çeviren ellerin kıymetini daha iyi anladım. Yahu kırk yıllık what goes around comes around olmuş size dönüp giden döner gelir diyorum size, ötesi var mı?

[1]: Fakat tabii ki bu zemin her zaman yoktu, böyle romanlar "yüksek kültür" mitinin yıkılmasıyla işçi-göçmen vb. kültürlerine açılan alan sayesinde yazılabilir oldu. Bu yüzden belki de bir "Stuart Hall sonrası roman" etiketiyle anmak gerekir bu kitabı.