1 Ekim 2018 Pazartesi

İnci Gibi Dişler - Zadie Smith

İnci Gibi Dişler - Zadie SmithEdebiyatın uluslararası dinamiklerine hakim değilim. Goncourt ödülünü kim almış, Booker'ın kısa listesine kimler girmiş umrumda olmaz. Zaten anti-emperyalizm içimize işlemiş, İngilizce edebiyata karşı önyargılarımı enerjiye çevirsem Manş denizini yüzerek geçerim. Bu nedenledir ki "İlk 80 sayfasını yayıncıya götürdüğünde 250.000 pound avans almış" efsanesiyle birlikte yürüyen İnci Gibi Dişler'i yıllarca okumadım. Bir ara kitap satış sitesinin birinde bedava kargo limitini aşmak için sepete atmış bulunduğum bu zavallı romanı kitaplığın rafında devlet hastanesine randevusuz gelmiş hasta gibi kıvrandıra kıvrandıra bekletmekten özel bir keyif alır gibiydim. Ne zaman ki kağıt sektörü yayınevlerini vurdu, "Neden bir tekme de ben atmayayım ki" düşüncesi sol kulağıma tatlı tatlı üflemeye başladı. Yeni kitap alacağıma, bu ve benzeri kitaplara 90+2'de şans verilen altyapı oyuncusu muamelesi yapmaya karar verdim. "Kesinlikle as kadromda değilsin ama neden maç başına primini cukkalamayasın?"
Ve sürpriz: Maçın kaderini değiştiren gol Genç Semih'ten geldi. Okumadığıma pişman oldum. Hiç ummadığım anlarda edebiyat anlayışıma bu kadar uyan romanlarla karşılaşınca öylesine yazıldığım bir dil kursunda hayat boyu sürecek bir dostluğa adım atmış hissediyorum. "Edebiyat anlayışım" dediğim de bir şey olsa keşke: Klişelere kaçmadan biteviye hikayeler anlatan bir edebiyat istiyorum ben. Dili umrumda değil. İsterse teknik meknik de olmasın, bam bam bam bam. İhsan Oktay Anar ya da Gabriel Garcia Marquez ya da Italo Calvino stili olsun, çok da fark etmiyor. Doyumsuz tasvirler, psikolojik tahlillerde gözüm yok. Dünya üzerinde bugüne değin YÜZ ON MİLYAR insanın yaşadığı hesaplanıyor. Bu insanların, çok erken yaşta vefat edenleri istisna sayalım, tecrübe ettiği eşsiz anıların sayısının kaç trilyon olduğunu varın siz hesaplayın. Hal böyleyken "ilhamını edebiyattan alan edebiyat" kadar midemi bulandıran bir şey yok. Yaldızlı kabızlık.

İnci Gibi Dişler, hikaye anlatmak için ideal bir coğrafyada; emperyal bir geçmişe sahip (Türkiye gibi) , halen geniş çapta göç alan (Türkiye gibi değil), ve çokkültürlülüğün üzerinde baskı hissedilmeyen (Türkiye gibi hiç değil) bir ülkede, İngiltere'de geçiyor. Böylece yaratıcı hikayeler ortaya çıkarmak da kolay oluyor tabii [1]: Bir Hintli ve bir İngiliz'i asker arkadaşı yapıp Yunanistan cephesine gönderebiliyorsunuz vesaire... Emperyalizme, melez kimliklere, hayatta kalma stratejilerine, radikal İslamın yükselişine ve daha bin türlü başka konuya dair hikaye tohumları ekebileceğin bu verimli toprağı kullan kullanabildiğin kadar.

Romanın en güzel yanı genç işi olduğunu amatörlüğüyle değil, enerjisiyle göstermesi. Alaycı, yüksek tempolu, hesapsız, derin sulara bazen hazine, bazen de kum çıkarmak için dalacak kadar başına buyruk bir kitap bu. Yalnızca sonu yok mu, ah o sonu! "Büyük roman bitemeyişi" diye bir fenomen var: Ani, çarpıcı bir "roman finali" uğruna karakterlerin kişisel maceralarının havada bırakılması şeklinde tezahür ediyor. Romana yavaş yavaş yavaş yavaş sızan onlarca karakter varken, öyle ki 500. sayfada bile önemli bir karakterle tanışılabiliyorken, bu kadar çok karakterden oluşan Gordion düğümünü İskender'in kılıcıyla kesme işi ne yazık ki olmamış, olmuyor, olmayacak.

En ama en ama en en büyük sorunsa maalesef çeviri. İngilizcenin Cockney aksanının Türkçeye başarıyla çevrilmesi kolay olmasa gerek, bunu falan anlıyorum. Fakat karakterlerden birinin fan-fucking-tastic çığlığını fan-sikindirik-tastik diye çevirmek nasıl bir şey Allah aşkına? Veya will you fucking eat gibi bir sorunun onu kahrolası yiyecek misin diye çevrilebileceğine gerçekten emin miyiz? Orijinal adı White Teeth olan bir kitabı "İnci Gibi Dişler" olarak yayımlama cesaretinin aynısı, iş fucking'i çevirmeye gelince neden kahrolası gösterilemiyor? Vonnegut'un Mezbaha No. 5'inde so it goes ifadesini hadi geçmiş olsun diye çeviren ellerin kıymetini daha iyi anladım. Yahu kırk yıllık what goes around comes around olmuş size dönüp giden döner gelir diyorum size, ötesi var mı?

[1]: Fakat tabii ki bu zemin her zaman yoktu, böyle romanlar "yüksek kültür" mitinin yıkılmasıyla işçi-göçmen vb. kültürlerine açılan alan sayesinde yazılabilir oldu. Bu yüzden belki de bir "Stuart Hall sonrası roman" etiketiyle anmak gerekir bu kitabı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder