26 Aralık 2017 Salı

Ölümlü Nesneler - Saramago

Öncelikle kitabın adına takmamdan başlamalıyım. Kitabın orijinal adı "Objecto Quase", İngilizce'ye çevrilince net anlamı ortaya çıkıyor: "Quasi Object". Türkçe'ye "Nesnemsi" veya "Neredeyse Nesne" diye çevrilebilir. Hatta çeviriye kaskatı uymak gibi bir zorunluluk hissedilmiyorsa (ki Türkçe'de verilen isimden anlıyoruz ki zerre kadar hissedilmiyor), başlıkta küçük oynamalar yaparak esas anlamın yarattığı duyguyu daha iyi vermek de mümkün. "Hani Neredeyse Nesne", "Görsen Nesne Sanırsın" vb... Artık orası çevirmene kalmış. Ama "Ölümlü Nesneler"???

İtirazımın sebebi şu: Saramago kitaba Marx ve Engels'in yazdığı Kutsal Aile'den bir alıntıyla başlıyor: "Eğer insanlık çevre koşullarına uymak zorundaysa, bu koşullar insanca belirlenmeli." Burada "çevre" ile kast edilen şey "ekoloji" kapsamındaki dar anlam değil, bütün dışsal dünyadır. 

Şimdi biraz Marksizm. Marx, (özellikle de Kutsal Aile'yi de içeren gençlik döneminde) merkezine insanı alır. Bunun da yukarıdaki alıntının sınırladığı çerçevede "insanın insanca koşullarda yaşaması" olarak düşünülmemesi gerekir. Öncelikle, Marx'ın bütün bilgi ve varlık felsefesinin çıkış noktası insan pratiğidir. Bir başka ifadeyle Marx için insanın pratik faaliyeti vasıtasıyla etkileşimde bulunmadığı varlıklar yok hükmündedir. Marx arzu ettiği tam olarak buradan çıkarak belirler: İnsan, evrensel bir canlı olarak kendini dışsal dünyayı kullanarak yeniden yaratır. Doğa, dışsal dünya, nesneler insanın bir uzantısıdırlar, insanileşmiştirler, nesnel insandırlar. Marx'ın eleştiriye tabi tuttuğu kapitalizmde ise insan doğada kendini yeniden üreteceğine, kendini bir meta olarak yeniden üretir. Üretim ilişkileri nedeniyle insan nesneleşmiştir. Bir makina artık insanın rakibidir, çünkü insan yalnızca çalışan bir bedene, bir makinaya indirgenmiştir.

Dolayısıyla, kitabın orijinal ismi yaptığı alıntıyla beraber düşünüldüğünde, edebiyatının oyun alanı olarak Saramago'nun kapitalizmin insan ve nesne arasındaki sınırı bulandırdığı yeri seçtiğini görebiliriz. Bu anlamda kitabın İngilizce edisyonlarına seçilen "The Lives of Things" adı da kötü olmakla birlikte bir hayat sürecinden bahsettiği için bu insan-nesne muğlaklığına bir gönderme içeriyor. Oysa "Ölümlü Nesneler" gibi saçma sapan bir ismin neden tercih sebebi olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Zaten ölümsüz nesne diye bir şey yok, "ölümlülük" de zorunlu olarak bir "hayat"ın varlığına işaret etmiyor.

İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan eski baskısının adının "Kısırdöngü" olmasına müsaadenizle hiç girmiyorum.

İsminin çevirisini bu kadar eleştirdikten sonra içeriğe bu kadar kapsamlı girmeyecek olmamsa benim değil Saramago'nun suçu. Bu nedenle lafı Saramago'da benim tespit ettiğim genel özelliklerden açalım. 

Açıkçası, Nobelli mobelli fark etmez, bence Saramago kalburüstü bir edebiyatçı ama daha fazlası değil. Önce övgü: Ben Samarago'nun konu seçimlerinde özgün olduğu kadar, anlatısının ölçeğiyle kurduğu ilişkiyle de takdire şayan olduğunu düşünüyorum. 

"Ölçekle kurduğu ilişki" derken şunu kast ediyorum: Her anlatının zaman ve mekanı, hele ki anlatının odağında sıradışı bir olay bulunuyorsa, teknik zorunluluk gereği sınırlanmalıdır. Örneğin Kafka'nın Dönüşüm'ünü ele alalım. Dönüşüm, bir insanın böceğe dönüşümünü bir evde başlayıp aynı evde bitirir. Böcek evden dışarı çıkamadığı gibi, evin dışarıyla ilişkisi de sınırlanmıştır. Çünkü aksi takdirde daha fazla karakter, daha fazla olay vb. devreye girecek, sorgulama alanı da genişleyecektir. Samsa'dan başka böceğe dönüşen var mı? Neden yok? İleriki günlerde olacak mı? Olay gazetelerde yer alacak mı? Toplumun reaksiyonu nasıl olacak? Konu hakkında tıpçı, ilahiyatçı vb. karakterler konuşacak mı? Mekan genişlediği anda buna benzer sorular da geçerlilik kazanmaya başlar ve yazarın olayı tartışmak istediği çerçevede tutabilmesi zorlaşır.

İşte Saramago, yarattığı dünyanın istediği kısmına istediği zaman yakınlaşıp odaklanabilirken istediği zamansa ölçeği büyütüp büyük resmi anlatabilmesiyle takdiri hak ediyor bana göre. Körlük'ü düşünün: Körlük, bir adamda gerçekleşerek metaforik bir anlamla sınırlı kalmıyor. Yine anlatıcıyı rahatlatmak üzere çokça tercih edilen "Bir adaya düşen / ıssız bir köyde yaşayan / uzak bir dağda kamp yapan ... karakterler kör olmaya başlar" kolaycılığına da kaçmıyor. Adam araba sürerken, kent hayatının orta yerinde kör oluyor. Bitmiyor, körlük toplumsal bir olay olarak ele alınıyor. Elbette sonrasında körlerin yerleştirildiği kamp vasıtasıyla mekan yine daraltılıyor, fakat olay orada başlamadığı gibi orada da bitmiyor. Saramago'da ölçek her zaman geniş, olay en geniş anlamıyla toplumsal tutuluyor. Ve tam da burada, sırf anlatının ölçeği büyük diye "ana karakter" kullanmaktan imtina etmiyor Saramago. Öznel deneyimlerine şahit olabileceğimiz ana karakter vasıtasıyla bireysel ve toplumsal kaderler bir Marksiste yakışır şekilde örtüştürülüyor. 

Fakat Saramago olay'ı derinleştirmeyi unutuyor. Aslında yukarıda belirtildiği gibi bunu yapabilecek olanağı var, ana karakterin öznel deneyimiyle toplumsal değişimi örtüştürme olanağı. Fakat Saramago'da öznel deneyim hemen hemen hiçbir şey ifade etmeyen (bu nedenle yan-öykü denmeyi dahi pek hak etmeyecek) faaliyetlerin arasında kaybolup gidiyor.  

Ortaya bir düşünce deneyi atıyor Saramago, sözgelimi "bir gün uyansanız ve sol elinizin olmadığını fark etseniz ne olurdu?" diyor. Çok enteresan tartışmaların fitilini ateşleyebilecek bu soruya Saramago'nun yanıtı şu düzeyde gidiyor: "Önce şok olurdunuz. Sonra kahvaltınızı yapardınız. Kahvaltı dediğime bakmayın, sütsüz kahve ve bir iki tarçınlı kurabiye. Tuvalete de giderdiniz mutlaka. Günün gazetenizi tek elle okurken biraz zorlanırdınız. Sonra otobüse binip..." Ulan el gitmiş el! Büyütsene şu tartışmayı, bize ne tarçınlı kurabiyeden? İşte bu gereksiz detaylar Saramago'nun bütün öykülerini boğuyor. Metni süzmüyor, inceltmiyor, "Bu cümle gerçekten gerekli mi," diye sormuyor Saramago.

İşte bu kitap da böyle öykülerden oluşuyor. Toplamda altı öykünün yalnızca üçü ilginç diyebiliriz. Bunlardan birincisi, sürücüsünün kontrolünü ele alan bir arabayı anlatan Ambargo. Bir diğeriyse hemen (üçüncü öyküye sonra geleceğim) hemen aynı konuyu işleyen, yani yine kontrolden çıkıp insanlardan bağımsız davranmaya başlayan nesneleri anlatan (müthiş yaratıcı ismiyle) Nesneler. Bu iki öykü kitabın odağına aldığı meseleye de, benim Saramago değerlendirmeme de en yakın olanlar. Her iki öykünün de mekanları geniş, öykü boyunca bütün bir kenti dolaşıyoruz karakterimizle beraber. Peki nereye varıyoruz? Pek de bir yere değil, biraz meta fetişizmine, biraz (başta da anlatılan) nesne-insan sınırlarının muğlaklığına. Pekiyi Marx'ın yüz yıl önce yaptığı bu tespitlere bir virgül dahi olsun ekleniyor mu? Maalesef hayır.

Geriye kalan öykülerden ikisine hiç girmiyorum çünkü üzerlerinde konuşmaya değmeyecek kadar çok kötüler. Başka bir tanesi (Kısırdöngü) ilginç olabilecekken, tam da Saramago'yu övdüğümüz noktanın, yani bir karakterin öznelliği ile büyük resmin birlikte gösterilebilmesinin, büyük resim lehine kaybı dolayısıyla oldukça kötü bir öykü olup çıkıyor.

En iyi öyküyse ilk öykü olan Sandalye. Ülkesindeki diktatörün ölümüne sebep olan sandalyeye övgü olarak yazılmış bu öykü, kitabın merkezine aldığı meseleyle uyuşmuyor aslında, fakat yazarın Salazar'ın ölümünden aldığı hazzı satır satır öyle hissettiriyor ki, insan imrenmeden edemiyor.

25 Aralık 2017 Pazartesi

Perihan'la Alakadarlar Cemiyeti - Ferat Emen

Diyelim ki küçükken anneniz babanızı av tüfeğiyle vurmuş. Öyle herkese söylemiyorsunuz. Ezbere bir yalanınız var, babam trafik kazasında öldü. Yıllar içinde kazaya dair detaylar bile geliştirmişsiniz, ne kadar detay verirseniz gerçeklikten o kadar uzaklaşıp rahatlıyorsunuz çünkü. Veya lisede bir arkadaşın cebinden bir miktar para araklamışsınız, ortaya çıkınca adınız hırsıza çıkmış, yıllar boyunca alay edilmişsiniz. Sırtınızdaki bir çocukluk hastalığından kalma büyük yara iziniz yüzünden vücudunuzdan utanıyor da olabilirsiniz, her sene yaz gelmesin diye dua ediyorsunuz ki kısa kollular, şortlar giyilmesin. Arkadaşlar denize çağırınca bahane bulmak zorundasınız. Ulu orta konuşmadığınız, "kendimle barışığım" gösterisi yapamadığınız bir veya birkaç travma. Herkesin vardır.

Şimdi bir de arkadaş ortamı gelsin gözünüzün önüne. Yakın dostlar birlikte. Laf lafı açıyor, birinin aklına konuyla ilgili komik bir fıkra, bir anekdot geliyor. BAM. "Av tüfeğiyle götünden vurmuş!" diyor fıkrada. BAM. "Amına koduğumun hırsız piçi, bir de bacak kadar bişey" diye anlatıyor arkadaş. BAM. "Hatunu soydum ki bir baktım sırtında cılk yara, aynen geri giydirip yolladım." Herkes gülüyor. Travmanızdan habersizler. Dostunuzun kötü bir niyeti yok. Bu yüzden siz de güler gibi yapıyorsunuz. Ama canınız pis sıkılıyor. 

Bir başka arkadaş ortamı. Yine sizin camia. Ama içinde pislik tipler de var. Aranızın kötü gittiği biri var mesela. Laf lafı açıyor, bu köpek soyunun bir espri yapacağı tutuyor. Veya bir anısını anlatacak. BAM. O esnada gözlerinizin içine bakıyor. Gözlerinde hastalıklı bir ifade. Dudaklarının kenarında kusmuk sızar gibi bir sırıtış. Şerefsiz. Travmanızı biliyor. Daha önce birine anlatmışsınız. Onun da kulağına gitmiş işte. Avcuna düşmüşsünüz bir kere. En rahat hissetmeniz gereken ortamında sadizmin doruğuna varıyor. Alenen "Senin şöyle bir travman var," dese, bilen bilmeyen herkese duyursa bu kadar ızdırap veremeyecek, biliyor. Kıvrandırmak daha zevkli.

allahın sadisti
İşte Ferat Emen de bizim edebiyatımızın sadist ruhlu herifi. Öykü değil fıkra anlatıyor. Şerefsiz adam fıkraları. Bazen güldürüyor da. Hatta çoğu zaman. Dinlendirip dinlendirip dövüyor çünkü. Her şeye rağmen dünya güzel bir yer, diye düşünmeye başladığın anda hissetmiş gibi kendini hatırlatıyor. Dondurma kasesindeki kıl gibi. Tam hatunla buluşacağın gün burunda çıkan öküz gibi sivilce ya da. Patlatmaya çalışınca daha pis kızarıp büyüyor. 

Kimilerine göre Haneke çok rahatsız edici olabilir. Ferat Emen Haneke'yi rahatsız etmeye oynuyor. Mahallede top oynayan bacak kadar veletlerin oyununa karışan lümpen mahalle abisinin şerefsizliğiyle öykülerin akışını bozuyor. Olmayacak yerde bir küfür savuruyor. Saçma sapan karakterleri yan yana oturtuyor. Ertesi gün gireceği sınavın stresiyle uykuya dalan çocuğun rüyasında iflas eden Meksikalı bir tekstil devi olduğunu görmesinin manidar mantıksızlığı gibi.

Perihanla Alakadarlar Cemiyeti'ni ikinci kez, aynı heyecanla okudum. Aradan belli bir süre geçsin, üçüncü kez de okurum. Hüsniye Hanım'ın Ağzı'nı birine vermişim sanırım, bulsam onu da okuyacaktım. Teknik ve içerik olarak günümüz yazarları arasındaki tek özgün kalem Ferat Emen. Böyle topluma böyle öyküler.

17 Aralık 2017 Pazar

Kabil - Jose Saramago

Kabil, Saramago'nun son romanıymış. Bir insandan artık son eserini yazıyor olduğunun farkında olmasını, hele hele bu farkındalığı bir bilince dönüştürerek son noktayı bir başyapıtla koymasını beklemek biraz haksızlık. Kimse "Bu eserden sonra zaten ölürüm" psikolojisiyle yaşamak istemeyeceği gibi, büyük zihinlerin bir "Ömrüm vefa ederse şunu da yapmak isterim" projesi de hep vardır muhakkak. Yine de insan o sahneden çekiliş anında avuçları patlayıncaya kadar alkışlamak istiyor. Bu da büyük ölçüde saygıdan tabii, o büyük isimleri "Onun zaten bitmişti," diye anmamak için. Ama bir de aydınların dümdüz bir çizgiye benzeyen bir bilgelik yolunda yürüdüğünü düşünüyor insan ister istemez, dün anlam dünyamızı onca zenginleştiren biri zihinsel olarak gerilemediğine göre bugün neler yapmaz, vs... Fakat öyle olmuyor, belki yaşlılığın yorgunluğu ince işçiliği baltalıyor, belki de tam da o beklediğimiz bilinç ters bir etki yapıyor ve son eserler bir yetiştirme telaşının içinden yeterince işlenmemiş olarak çıkıveriyor.

Kabil bende bu etkiyi yarattı. Bir edebiyat devinin son romanında Eski Ahit'i bir odyssey'e çevirmesi, hele ki Habil/Kabil hikayesi üzerinden, tüyleri diken diken eden bir fikir. Hakkını teslim etmem lazım, fikrin forma yansıması muazzam. Hikayeler oldukça pürüzsüz. "Fırsat bulmuşken konu üzerine düşüncelerimi boca edeyim" cazibesine kapılmadan kutsal kitapların kıssa formundan şaşmayan bir metin. Tabii ki sonuçta adam Saramago, ilk kitabını yazan heyecanlı bir gençten söz etmiyoruz ki düşmediği tuzakla övmenin bir mantığı olsun.
İçerik olarak varoluşçu bir kitap demek kolaycılık mı olur bilmiyorum ama diyeceğim. Camus'nün Yabancı'sındaki Mersault'nun işlediğine çok benzer bir saçma cinayetin faili Kabil'in "anlam"a saldırısı bana bunu dedirtiyor. Buradan yine forma dönersek, yaratılanın yaratana onun metninde savaş açması Camus'nün açtığı yolu bir adım ileri de götürmüş oluyor (Camus bu savaşı yargı ve rahip önünde yapıyordu). Odyssey izleği kullanılarak varoluşun bütün saçmalıklarının şimdiki zamanda üst üste bindirilmişliği, yani bugünün bireyinin geçmişin ve geleceğin günahlarının, saçmalıklarının, genel olarak tarihselliğinin sorumluluğu içerisinde sıkışmışlığının resmedilmesi de çok etkileyici.

Fakat... İki paragraflık övgünün forma odaklanması rastlantı değil. Saramago'nun ironisi, nasıl desem, yeniyetme ateistin dinle alay etme heyecanını biraz fazla andırıyor. Hele ki Kabil sahneye çıkana kadarki Adem ve Havva bölümleri şoke edici ölçüde zayıf. En kötüsü de "babayı öldürmek" dürtüsüyle hareket eden Kabil bu (varoluşsal) sancıyı hiç yansıtmıyor, başından sonuna kadar kararlı, tüm davranışları tutarlı. İnsan, hele ki kitap öyle ya da böyle bir "yol hikayesi" iken, ana karakterin yol boyunca açmazlara düşerek, acılar çekerek, dersler çıkararak vb. olgunlaşmasını bekliyor. Yine Yabancı'ya döneceğim: Evet, Mersault da ilk sayfadan sonuna kadar aynı insandı ama o bir insan değil kendine edebiyatta temsil bulmuş, "vücuda gelmiş bir düşünce"ydi. Zaten biraz da bu nedenle felsefi olarak güçlü fakat edebi olarak vasat bir kitaptır Yabancı

Bu yüzden o "son" kitaptan beklediğim gibi bir başyapıt değil Kabil. Sanıyorum Saramago da bu "son" kitabı sana bana değil de Tanrı'ya yazdı, sırf bak o "son" geldi ve sana yenilmedim, nanik, diyerek dil çıkarmak için.

13 Aralık 2017 Çarşamba

Türk Hikaye Antolojisi (Der. Seyit Kemal Karaalioğlu)

Türkiye'nin edebiyat tarihinde bir "devler ligi" varsa, bu ligde çok çok on, bilemedin on beş yazar var. Buna karşın ikinci ligde, yani berbat yazmayan, kendini okutmayı başarabilen, fakat eşe dosta tavsiye etmeyi gerektirmeyecek, dönüp dönüp bakma arzusu uyandırmayacak sanırım ik-üç yüz kadar yazar vardır. Edebiyatı bir boş zaman aktivitesi olarak geçirmeyen, bir ülkenin edebiyat tarihine üç aşağı beş yukarı hakim olmak isteyen biri için fazla kalabalık bir toplam bu. Her yazarın derdine, tarzına dair bir fikir sahibi olabilmek için birer kitaplarını okumaya kalkmak bile yıllar süren bir macera anlamına geliyor. 


İşte bu noktada antolojiler giriyor devreye. Daha önce okuduğum Çağdaş Yunan Edebiyatı Antolojisi'nin yeni Yunan yazar keşfetmemde bana sağladığı faydadan hareketle sahafta Türk Hikaye Antolojisi'ni görünce hemen atladım. Ne de olsa iyi öykücü de, kötü öykücü de kendini iki sayfada bile gösterebiliyor. Fakat her öykücünün dönemleri var. Örneğin Sabahattin Ali'nin Atsız çevresindeyken yazdığı öyküleri hakikaten berbattır. Bu derlemenin en büyük eksikliği, yer verilen öykülerin hangi kitaplarda/dergilerde yer aldığını ve yayın tarihini öğrenmemizin mümkün olmaması. Bu nedenle o öykünün yazarın hangi döneminin eseri olduğunu anlayamıyoruz. (Mesele Tanpınar'ı bilmeyen bir insan, onu bu derlemede yer verilen Adem ile Havva öyküsü üzerinden tanısa bir daha dönüp Tanpınar okumasının imkanı yok.) Dede Korkut'la başlayıp (gerçekten) neyse ki doğrudan Tanzimat'a atlayarak onu da hızla geçen ve Selim İleri ile biten 1984 tarihli bir derleme bu. Okuyunca yukarıda yaptığım "lig" kategorizasyonuna daha da ikna oldum. Müthiş önyargılarım sayesinde henüz tek bir satırını okumamış olduğum Demir Özlü, Halikarnas Balıkçısı, Selim İleri, Tarık Buğra gibi insanların gerçekten de okunmayı ne kadar hak etmediğini insan çok iyi anlıyor. Yine de bahsettiğim eksiklik nedeniyle insanın içinde bir "acaba?" kalıyor.


Bu acabalar bir yana bırakıldığında koca derlemeden, zaten çoktan okuduğum Sabahattin Ali, Yaşar Kemal gibi isimleri saymazsak, "keşif" babında bana yalnızca Necati Tosuner ismi kaldı. Bir de hep okumak istediğim ama kitapçıya gidince de hep arada kalıp almaktan vazgeçtiğim Necati Cumalı'ya bir göz atmak gerektiğine -yine- ikna oldum.

Olsun, bu da bir şeydir.

4 Aralık 2017 Pazartesi

Adnan Özyalçıner - Alaycı Öyküler / Aradakiler

Türkiye'de öykünün seyrini değiştirdiği söylenen 50 kuşağı öykücülerinden (zaten Türkiye'de başka bir öykü akımı da duymadım ya neyse) Adnan Özyalçıner'i hiç okumamıştım. Ben onu Sennur Sezer'in kocası ve sol edebiyat yarışmalarının daimi jüri üyesi olarak bildim yalnızca. Bir sahafta bu kitabı gözüme çarpınca hiç düşünmeden edindim.

Vay edinmez olaydım. Evrensel Basım Yayın'ın dört ciltlik Adnan Özyalçıner serisinin sonuncusu olması tesadüf değil sanırım. Belli ki yazarın en niteliksiz ürünleri sona bırakılmış. "Alaycı Öyküler" adlı ilk bölümün en dikkat çekici özelliği, öykülerin alaycı olmaması. Çoğunluğu yazarın (boşluklarını uydurarak doldurduğu) anılarından oluşan bu öyküler edebiyat tarihimiz açısından belirli bir önem arz ediyor olabilirler fakat edebi olarak dikkate değer bile değiller. Aynı bölümde yer alan ve anıdan çok öykü formuna göz kırpan metinlerde de -yazarının içimizden biri, samimi biri vb. olduğu izlenimi vermeleri dışında- gözle görülür hiçbir estetik değer bulunmuyor.

Yazarın birini 60'larda, diğerini 70'lerde ve sonuncusunu 90'larda yazdığı üç uzun öyküden oluşan ikinci bölüm ise daha da kötü olmakla beraber, en azından dikkate değer. Zira yazarın edebi kabiliyetinin git gide nasıl gerilediğini gösterir bir belge niteliğinde. Gerçekten de biraz Bilge Karasu, biraz Ferit Edgü tadı aldığım (60'larda yazılmış olan) ilk öykü Çıkmazdaki, Kafka'nın Dava'sından bir alıntıyla başlıyor ve vasat üstü bir Kafkaesk deneme olarak en azından biçim-içerik uyumu açısından bir özgünlük arz ediyor. 

İkincisi, yani 70'lerde yazılan Batak öyküsüyse bir halk çocuğunun mecburiyetten toplum polisi olması ve bu nedenle yaşadığı sıkışmayı anlatmaya girişen fakat ne diliyle ne de olay örgüsüyle farklı bir şey söyleyebilen bir metin. Bu öykünün, İsmail Kılıçarslan vasıfsızının 15 Temmuz sonrasında yazdığı, iki dindar kardeşten birinin mecburiyetten Fettullahçı asker olup sonradan darbeye karışmasını ve aynı darbe girişiminde diğer dindar kardeşin direnirken ölmesini vb. konu alan öykümsü köşe yazısı ile aynı estetik değere sahip olduğu söylenebilir. 

Sonuncu öykü Gezginci Seyfo ise iyiden iyiye fecaat. Yazarın böyle bir öyküyü "öykü" diye yayınevine sunmaktan imtina etmediği düşünülürse, Özyalçıner'in o yıl etrafında -varsa- olgunluk döneminin bitip tükenme döneminin başladığı tarih olarak da en geç 1999 yılı verilebilir. Köyü yakılmış bir Dersimlinin İstanbul'da emeğiyle hayata tutunma mücadelesini konu alan öykü, köy yakmaları da, Dersimli olmayı da, İstanbul'da emek mücadelesi vermeyi de bu kadar sığ ele alışıyla okuru şaşkınlıklara sürüklüyor. İçerdiği zayıf, hatta sakıncalı argümanlar, çok kötü kotarılmış bir olay akışı ve çiğ çiğ karakterleriyle ancak edebiyatla uğraşmaya yeni başlamış, hevesli, solcu bir liselinin kaleminden çıksa mazur görülebilecek bu öykünün müellifinin usta öykücülerimizden sayılan biri olduğuna gerçekten inanamıyor insan.

Bir sözüm de Aydın Çubukçu'nun önsözüne. EMEP tayfasının özellikle de kültür sanat alanındaki ideologlarından olan Çubukçu, önsözde Özyalçıner'in öykücülüğünü överken "kapitalist ilişki biçimleri, olay-nesne-insan üçgeni" vb. gibi terimlerle sosyalist edebiyat okurunun gözünü boyamaya çalışmadan önce keşke öyküleri okusaymış. Lafım Çubukçu'nun bu öyküleri beğenmesine değil, isteyen istediğini beğenir elbette. Ama beğenisini öykülerde herhangi bir yere denk düşmeyen bu argümanlarla ifade ediyorsa orada çok büyük bir sorun olduğu muhakkak.

Önsöz olarak yer aldığı kitapla hiçbir alakası olmayan söz konusu önsözü linkteki haberde bulabilirsiniz.