26 Aralık 2017 Salı

Ölümlü Nesneler - Saramago

Öncelikle kitabın adına takmamdan başlamalıyım. Kitabın orijinal adı "Objecto Quase", İngilizce'ye çevrilince net anlamı ortaya çıkıyor: "Quasi Object". Türkçe'ye "Nesnemsi" veya "Neredeyse Nesne" diye çevrilebilir. Hatta çeviriye kaskatı uymak gibi bir zorunluluk hissedilmiyorsa (ki Türkçe'de verilen isimden anlıyoruz ki zerre kadar hissedilmiyor), başlıkta küçük oynamalar yaparak esas anlamın yarattığı duyguyu daha iyi vermek de mümkün. "Hani Neredeyse Nesne", "Görsen Nesne Sanırsın" vb... Artık orası çevirmene kalmış. Ama "Ölümlü Nesneler"???

İtirazımın sebebi şu: Saramago kitaba Marx ve Engels'in yazdığı Kutsal Aile'den bir alıntıyla başlıyor: "Eğer insanlık çevre koşullarına uymak zorundaysa, bu koşullar insanca belirlenmeli." Burada "çevre" ile kast edilen şey "ekoloji" kapsamındaki dar anlam değil, bütün dışsal dünyadır. 

Şimdi biraz Marksizm. Marx, (özellikle de Kutsal Aile'yi de içeren gençlik döneminde) merkezine insanı alır. Bunun da yukarıdaki alıntının sınırladığı çerçevede "insanın insanca koşullarda yaşaması" olarak düşünülmemesi gerekir. Öncelikle, Marx'ın bütün bilgi ve varlık felsefesinin çıkış noktası insan pratiğidir. Bir başka ifadeyle Marx için insanın pratik faaliyeti vasıtasıyla etkileşimde bulunmadığı varlıklar yok hükmündedir. Marx arzu ettiği tam olarak buradan çıkarak belirler: İnsan, evrensel bir canlı olarak kendini dışsal dünyayı kullanarak yeniden yaratır. Doğa, dışsal dünya, nesneler insanın bir uzantısıdırlar, insanileşmiştirler, nesnel insandırlar. Marx'ın eleştiriye tabi tuttuğu kapitalizmde ise insan doğada kendini yeniden üreteceğine, kendini bir meta olarak yeniden üretir. Üretim ilişkileri nedeniyle insan nesneleşmiştir. Bir makina artık insanın rakibidir, çünkü insan yalnızca çalışan bir bedene, bir makinaya indirgenmiştir.

Dolayısıyla, kitabın orijinal ismi yaptığı alıntıyla beraber düşünüldüğünde, edebiyatının oyun alanı olarak Saramago'nun kapitalizmin insan ve nesne arasındaki sınırı bulandırdığı yeri seçtiğini görebiliriz. Bu anlamda kitabın İngilizce edisyonlarına seçilen "The Lives of Things" adı da kötü olmakla birlikte bir hayat sürecinden bahsettiği için bu insan-nesne muğlaklığına bir gönderme içeriyor. Oysa "Ölümlü Nesneler" gibi saçma sapan bir ismin neden tercih sebebi olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Zaten ölümsüz nesne diye bir şey yok, "ölümlülük" de zorunlu olarak bir "hayat"ın varlığına işaret etmiyor.

İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan eski baskısının adının "Kısırdöngü" olmasına müsaadenizle hiç girmiyorum.

İsminin çevirisini bu kadar eleştirdikten sonra içeriğe bu kadar kapsamlı girmeyecek olmamsa benim değil Saramago'nun suçu. Bu nedenle lafı Saramago'da benim tespit ettiğim genel özelliklerden açalım. 

Açıkçası, Nobelli mobelli fark etmez, bence Saramago kalburüstü bir edebiyatçı ama daha fazlası değil. Önce övgü: Ben Samarago'nun konu seçimlerinde özgün olduğu kadar, anlatısının ölçeğiyle kurduğu ilişkiyle de takdire şayan olduğunu düşünüyorum. 

"Ölçekle kurduğu ilişki" derken şunu kast ediyorum: Her anlatının zaman ve mekanı, hele ki anlatının odağında sıradışı bir olay bulunuyorsa, teknik zorunluluk gereği sınırlanmalıdır. Örneğin Kafka'nın Dönüşüm'ünü ele alalım. Dönüşüm, bir insanın böceğe dönüşümünü bir evde başlayıp aynı evde bitirir. Böcek evden dışarı çıkamadığı gibi, evin dışarıyla ilişkisi de sınırlanmıştır. Çünkü aksi takdirde daha fazla karakter, daha fazla olay vb. devreye girecek, sorgulama alanı da genişleyecektir. Samsa'dan başka böceğe dönüşen var mı? Neden yok? İleriki günlerde olacak mı? Olay gazetelerde yer alacak mı? Toplumun reaksiyonu nasıl olacak? Konu hakkında tıpçı, ilahiyatçı vb. karakterler konuşacak mı? Mekan genişlediği anda buna benzer sorular da geçerlilik kazanmaya başlar ve yazarın olayı tartışmak istediği çerçevede tutabilmesi zorlaşır.

İşte Saramago, yarattığı dünyanın istediği kısmına istediği zaman yakınlaşıp odaklanabilirken istediği zamansa ölçeği büyütüp büyük resmi anlatabilmesiyle takdiri hak ediyor bana göre. Körlük'ü düşünün: Körlük, bir adamda gerçekleşerek metaforik bir anlamla sınırlı kalmıyor. Yine anlatıcıyı rahatlatmak üzere çokça tercih edilen "Bir adaya düşen / ıssız bir köyde yaşayan / uzak bir dağda kamp yapan ... karakterler kör olmaya başlar" kolaycılığına da kaçmıyor. Adam araba sürerken, kent hayatının orta yerinde kör oluyor. Bitmiyor, körlük toplumsal bir olay olarak ele alınıyor. Elbette sonrasında körlerin yerleştirildiği kamp vasıtasıyla mekan yine daraltılıyor, fakat olay orada başlamadığı gibi orada da bitmiyor. Saramago'da ölçek her zaman geniş, olay en geniş anlamıyla toplumsal tutuluyor. Ve tam da burada, sırf anlatının ölçeği büyük diye "ana karakter" kullanmaktan imtina etmiyor Saramago. Öznel deneyimlerine şahit olabileceğimiz ana karakter vasıtasıyla bireysel ve toplumsal kaderler bir Marksiste yakışır şekilde örtüştürülüyor. 

Fakat Saramago olay'ı derinleştirmeyi unutuyor. Aslında yukarıda belirtildiği gibi bunu yapabilecek olanağı var, ana karakterin öznel deneyimiyle toplumsal değişimi örtüştürme olanağı. Fakat Saramago'da öznel deneyim hemen hemen hiçbir şey ifade etmeyen (bu nedenle yan-öykü denmeyi dahi pek hak etmeyecek) faaliyetlerin arasında kaybolup gidiyor.  

Ortaya bir düşünce deneyi atıyor Saramago, sözgelimi "bir gün uyansanız ve sol elinizin olmadığını fark etseniz ne olurdu?" diyor. Çok enteresan tartışmaların fitilini ateşleyebilecek bu soruya Saramago'nun yanıtı şu düzeyde gidiyor: "Önce şok olurdunuz. Sonra kahvaltınızı yapardınız. Kahvaltı dediğime bakmayın, sütsüz kahve ve bir iki tarçınlı kurabiye. Tuvalete de giderdiniz mutlaka. Günün gazetenizi tek elle okurken biraz zorlanırdınız. Sonra otobüse binip..." Ulan el gitmiş el! Büyütsene şu tartışmayı, bize ne tarçınlı kurabiyeden? İşte bu gereksiz detaylar Saramago'nun bütün öykülerini boğuyor. Metni süzmüyor, inceltmiyor, "Bu cümle gerçekten gerekli mi," diye sormuyor Saramago.

İşte bu kitap da böyle öykülerden oluşuyor. Toplamda altı öykünün yalnızca üçü ilginç diyebiliriz. Bunlardan birincisi, sürücüsünün kontrolünü ele alan bir arabayı anlatan Ambargo. Bir diğeriyse hemen (üçüncü öyküye sonra geleceğim) hemen aynı konuyu işleyen, yani yine kontrolden çıkıp insanlardan bağımsız davranmaya başlayan nesneleri anlatan (müthiş yaratıcı ismiyle) Nesneler. Bu iki öykü kitabın odağına aldığı meseleye de, benim Saramago değerlendirmeme de en yakın olanlar. Her iki öykünün de mekanları geniş, öykü boyunca bütün bir kenti dolaşıyoruz karakterimizle beraber. Peki nereye varıyoruz? Pek de bir yere değil, biraz meta fetişizmine, biraz (başta da anlatılan) nesne-insan sınırlarının muğlaklığına. Pekiyi Marx'ın yüz yıl önce yaptığı bu tespitlere bir virgül dahi olsun ekleniyor mu? Maalesef hayır.

Geriye kalan öykülerden ikisine hiç girmiyorum çünkü üzerlerinde konuşmaya değmeyecek kadar çok kötüler. Başka bir tanesi (Kısırdöngü) ilginç olabilecekken, tam da Saramago'yu övdüğümüz noktanın, yani bir karakterin öznelliği ile büyük resmin birlikte gösterilebilmesinin, büyük resim lehine kaybı dolayısıyla oldukça kötü bir öykü olup çıkıyor.

En iyi öyküyse ilk öykü olan Sandalye. Ülkesindeki diktatörün ölümüne sebep olan sandalyeye övgü olarak yazılmış bu öykü, kitabın merkezine aldığı meseleyle uyuşmuyor aslında, fakat yazarın Salazar'ın ölümünden aldığı hazzı satır satır öyle hissettiriyor ki, insan imrenmeden edemiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder