27 Temmuz 2017 Perşembe

Tarihin Adları - Jacques Ranciere

Ranciere'in hiçbir kitabını şu ana dek okumamıştım. Fakat eşten, dosttan duyduklarımla açık kaynaklardan kısa kısa okuduklarım üzerinden tanıdığım kadarıyla radikal, özgürleştirici bir felsefesi olan biriydi. Bu nedenle iki kez de söyleşisine gittim fakat zorlu konularda yaptığı önceden hazırlanmış konuşmaların özü çoğu zaman simültane çeviride kaybolup gitti. Yine de düşündüren, tartıştıran noktalar edinebilmiştim.

Nihayet bir kitabını okumak üzere kitabevine gittiğimde MonoKL'dan çıkan Suskun Söz ile bu kitabın arasında kaldım. Söyleşilerinden öğrenilmiş bir korkuyla, olur da anlamam, param çöpe gider diye, diğeri ilgi alanıma daha yakın olmasına karşın sırf daha ucuz diye bu kitabı seçtim. 

Yersiz bir korkuymuş. Tarihin Adları, tarihin öznelerinin tarihyazımının nesneleri olarak nasıl ele alınacağı problemini dönemlere ayırarak (kralların vakanüvisleri / bilimsel tarihçiler / Michelet'cilik) gayet berrak biçimde inceliyor ve sonunda Michelet'nin edebi tarihyazım tarzının (bilgi poetikasının) neden en bilimseli olduğunu tartışıyor. Çok kısa yoldan özetlenirse vardığı sonuç çok basit: Kralın günlükçüsü diyebileceğimiz vakanüvisler zaten tarihin aktörlerini görmekten aciz, o belgelerden yola çıkılamıyor. Dönemin esas aktörlerinin kayıtları ise çok fazla şey söylüyor. Bu çok fazla sözden oluşan veri setleri bir işlemden/çözümlemeden geçirilerek anlamlı bilgi elde edilebiliyor; fakat geçmişteki gerçekliği, bugünün sosyal bilimlerinden ödünç alınmış terimlerden yola çıkarak anlatmak anakronizme çıkıyor (Burada Ranciere'in süregiden toplumsal/siyasal fenomenlerin olamayacağı algısı yaratan argümanına bir şerh düşmek lazım). Öyleyse, diyor Ranciere, dünün gerçekliğinin bugünde anlatımı ancak edebi metotlarla olabilir: Tarihçi bu çok fazla sözden çıkan anlamı ancak edebiyatla bugüne/yarına tercüme edebilir. Kahramanlarının yerine konuşmanın (mimesis) yerini, kahramanların ne dediğini anlamak ve kendi sözleriyle anlatmak almalıdır. İyi yazılamamış aşk mektuplarındaki aşkın ne derece büyük olduğunu iyi yazılamamış olmalarına rağmen görüp iyi yazmaktır, kitaptaki örnekten hareket edersek. Yani aktörlerince mitsel olarak yaşanan tarihi, bir mit gibi yazmak.

Daha sonra ne yalan söyleyeyim biraz saçmalıyor Ranciere. Tarih anlatısının zamansal olduğu kadar mekansal sınırlarının da olması şu veya bu şekilde şart olduğundan, mekansallığın tartışmasını açtığı bir "Sözün Yeri" bölümü geliyor ki, kanımca çokça laf salatasıyla yüklü bir kısım bu. Bunu söylememin sebebi, egemen anlatıların "sapkın" nitelemesine karşı çıkarak her anlamın zuhur ettiği bir mekanın olduğunu ileri sürerken rölativizme savrulması (en azından ben böyle okudum). Zira böylece faşizme de, neoliberalizme de "anlamlı bir anlatı imkanı veren coğrafyalar" bulmak mümkün hale gelmiyor mu?

Yine bu konuyla ilgili olarak, ama yine bu konuyla ilgili olan bir önceki bölümle ilgili olmayarak gelen, coğrafyaya anlamını veren kanon anlatılar hakkındaki bölüm ise gayet iyi. "Akdeniz" dediğimiz coğrafyanın sınırlarını (yalnızca fiziki değil, beşeri olarak da) çizen Odysseia destanı örneği çok güçlü ve yerinde. Fakat burada edebiyatın gerçekliği temsil gücünden mi, yoksa edebiyatın bu gerçekliği bizzat yarattığından mı bahsedildiği ("mekan yazıldığı gibidir" derken hangisini kast ediyor, ben anlamadım) net değil. Belki de ikisi de.

Naçizane merak ettiğim husus, Ranciere bu edebiyat-gerçeklik ilişkisini neden yalnızca tarih bilimi üzerinden kuruyor? Yalnızca düşüncesine uygun örneği bir tarihçide bulduğu için mi? Değilse söylediği şeyler (anakronizm falsosu belki biraz daha hafif olmakla beraber) sosyolojiye de uygun değil mi sözgelimi? Bence öyle. Belki de bu çalışmanın böyle bir revisit'i ya da tamamlayıcı başka bir çalışma yapılacaktır, kim bilir?

20 Temmuz 2017 Perşembe

Yeraltında Notlar: Arzuda Bir Sapma - Mehmet Erte

Yeraltından değil, "yeraltında", çünkü yeraltından yerüstüne seslenen bir kitap değil Arzuda Bir Sapma. Daha çok yeraltını mekan tutmuşlar arası bir söyleşi olma iddiasında. 

Dostoyevski'nin ilgili eserini doğrudan anıştırsa dahi, yeraltı deyince "yeraltı edebiyatı" ile karışma riski var başlığın, farkındayım. Bir de Yeraltından Notlar'la benzer sosyo-psikolojik tahlilleri içeriyor olsa da, onun gibi içe dönük, yalnız bir ses değil bu, ilk paragrafta da söylediğim üzere; norm dışının yaygınlığına işaret eden, "aslında hepimiz biraz sapkın değil miyiz" sesini çoğaltan, adsız seks bağımlıları buluşmaları gibi, hadi adını koyayım, "tutunamayanlar" arası bir dayanışma toplantısında söz alan bir kitap.

Fakat öyleyse neden başlıkta Tutunamayanlar ile ilişkilendirmedim de Yeraltından Notlar'a yakın buldum? Çünkü adında da kendini hissettirdiği üzere bu kitap, normal olanda mündemiç kusurların, sahteliklerin ve en çok da tüm bu sahteliklerin ve kusurların foyasının ortaya çıktığı, sapır sapır döküldüğü falsoların öykülerini içeriyor ("öykülerini" demişken, kitap "öykü kitabı" kategorisinde ele alınmış fakat kahramanı yazar olan parçalı bir roman bence). Ve de tutunamama halinin kah hüzünlendirip kah gülümseten güzellemelerinden ziyade; tutunmanın, fakat yaratıcı-yıkıcı tutunma süreçlerini.

Buraya kadar görece yalnızca övgüydü. Bir de, "peki bu kitap işini ne derece başarıyla yapıyor?" diye sorunca işin rengi değişiyor. Bence öyle aman aman değil. Çok iyi başlayan kitap, tökezleyerek de olsa belirli bir hatta ilerleyerek kitaba kısmen adını veren "Sapma" öyküsünde -yine tökezlemelerle bezeli de olsa- zirveye ulaşıyor. Tökezlemelerle bezeli, çünkü Yeraltından Notlar'ı çağrıştırsın ya da çağrıştırmasın seçilen tema (sorunlu bir erkek olma ritüeli) oldukça basit. Anlatı mekanını bozuma uğratan "tren kompartımanı" deneyi saygı uyandırıcı, ama kesinlikle "usta işi" değil; zira yazarın yeteneğinden çok okurun hoşgörüsü ile kusurlarını kapatıyor. Zaten sonrasında iyice salıyor kendini anlatı; yer yer niteliği yükselse de çarpıcı olmaktan git gide uzaklaşıyor; geçerken "solu da sorgulayan solcu" gösterisini yapmayı da ihmal etmiyor - ki bir banka yayınevinden çıkmış bir kitap için bence haddini aşan, düpedüz etik dışı bir şey bu.

Neticede geçer not alan bir kitap var elimizde, üstelik belki bir de teşekkür belgesi; fakat bunun sebebi yazarının bulunmaz Hint kumaşı olmasından çok, okurun Abdurrahman Çelebi'ye olan susuzluğu gibi geliyor bana.

14 Temmuz 2017 Cuma

Yer Değiştiren Gölge - Nurdan Gürbilek

Sırasıyla Tanpınar'ın, Oğuz Atay'ın, Yusuf Atılgan'ın ve Bilge Karasu'nun metinlerini yorumlayan Yer Değiştiren Gölge bir edebiyat denemeleri toplamı olarak ne söylüyor? Detayları topladığımızda çok fazla şey, bütünleştirip süzdüğümüzdeyse az, ama önemli şeyler. Mesela, her bir yazarı -ama her birinin her bir metnini değil- tarihsel dönemi içinde okuyarak tek tek dünya görüşlerini (ya da zihniyet yapılarını diyelim) serimliyor (Bunu bir tek Karasu için görmüyoruz, Gürbilek özel olarak böyle bir vurgu yapmasa da, zaman ve mekan ötesi bir felsefenin peşinde oluşundan olsa gerek). Bununla da kalmayarak, yazarların bu zihniyetlerinin yalnızca içerikte değil, biçimde de yansımasını bulduğuna şahit oluyor ve ortalama okura çocuksu, sıkıcı ya da anlaşılmaz gelen pek çok edebi "falso"nun içerik-biçim uyumu göz önünde bulundurulduğunda nasıl da estetik olduğunu. Burada estetik vurgulu, çünkü bilhassa Atılgan'ınkiler için bu estetik değer metinlerin kendinde değil, okurun eforuna bağlı olarak ortaya çıkıyor. 

Gürbilek'in bu çalışmasında kanımca iki problem var. Bunlardan bir tanesi, yine en bariz örneği Atılgan'ın edebiyatının incelendiği "Taşra Sıkıntısı" bölümünde, taşra teriminin anlamını fazlasıyla (ama fazlasıyla) zorlamasında gördüğümüz, yazarların farklı metinleri arasındaki süreklilik, tamamlayıcılık, bütünsellik arayışı. Yazarları dönemlere yerleştirebilirken, yazarların dönemleri olabileceğini göz ardı etmiş gibi duruyor Gürbilek. Bir diğer sorun -bu sorun benim kişisel sorunum biraz da- yazarlara apolojetik bir yaklaşımı var gibi Gürbilek'in. Bambaşka temaları, stilleri, kaygıları vb. olan bu yazarlardan birini diğerine tercih etmiyor, etmeyebilir de elbet. Ama hiçbirine, en azından açıktan, olumsuz eleştiri getirmiyor, a priori estetik yargıları yok Gürbilek'in, yukarıda da söylediğim gibi, tamamlanmış metnin/metinlerin içerik-biçim bütünselliğinin olup olmadığına bakan (yoksa bile bunu görmeye gayret eden) bir yorum tarzı var Gürbilek'in.
Fakat yine de, okuru tartışmaya ve ikinci okumaya zorlayan, kendi vereceği cevaptan emin olsa da sorular sorarak karşı argümanlara açık olduğunu bildiren üslubuyla aktif bir okuma tecrübesi, Yer Değiştiren Gölge.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Armıdan - Fırat'ın Öte Yanı - Hagop Mıntzuri

Bu kitap, yazarın aslında daha hacimli olan Armıdan isimli öykü kitabının bir kısmı. Yazar, öykülerin hangilerinin kurmaca, hangilerinin memleketi Armıdan'da (bugün Erzincan - İliç - Armutlu köyü) geçen kendi gerçek anıları olduğunu belirtmemiş fakat ikincilerin çoğunlukta olduğunu okur hissediyor. Bu nedenledir ki hemen hemen hiçbir öykü tekil olarak, bir başına "iyi bir öykü" değil. Bu öyküler okuru yoruma çağırmıyor, daha ziyade onu 1915 öncesi bir gezintiye çıkarıyor. 

(Uzun bir parantez: "1915 öncesi" diyorum ama, öyküler ortalama Türkiye okurunun "Ermenili edebiyat"tan beklediği gibi 1915'in gelişini haber vermiyor, ya da "Ah Ermeniler, Türkler, Kürtler ne de kardeşçe yaşıyormuş" nostaljini parlatmıyor. O zaman kesitinde, o coğrafyada ne yaşandıysa onu resmediyor kitap, bu haliyle bir "tarihsel tanıklık anlatısı" değil, bir "yazılı kültür çalışması".)

Bu "gezintiye çıkarmak" tabiri biraz harcıalem, fakat bu kitaba tabirin mecazi olmayan anlamıyla da oturuyor. Zira öykülerin ağırlıklı bir kısmında bağına, bahçesine, okula veya kiliseye giden kişiler vadiler, ovalar, dağ yamaçları aşıyor; böylelikle kitabın bütünü bittiğinde bir kültürel coğrafyanın haritası çıkıyor ortaya. 


6 Temmuz 2017 Perşembe

Fazla Batılı Bir Doğu Anlatısı: Julio Cortazar - Seksek

(Spoiler İçerir)

İki okuma önerilen kitabın ilk (düz/geleneksel) okumasını bitirdim. Sıçramalı okumaya geçmeyi düşünmüyorum. Neden mi?

Kitaba başlamadan önce, ikili okuma imkanı sunduğu dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ne var ki yazarın bu ikili yapıyı oluşturmadaki başarısının onun anlatı legosunun girinti ve çıkıntılarını çözmüşlüğünden ileri geldiğini sanmış ve bu açıdan heyecanlanmıştım. Gidişatın uygun yerlerinde yarılmaların (şu yan öykü yerine buraya bağlanmanın, diyaloğun yerini iç sesin almasının, zamansal sıçramaların vb.) uygulanabileceğinin, ve aynı zamanda bu sayede okunmuş ve okunacak olan aynı şeylerin anlamlarının değişebilirliğinin ispatı olarak bir anlatı bekliyordum. 

Bunun yerine, sıralamanın gerçekten de kolayca kesilip biçilebildiği, çünkü çoğunlukla sayıklamalar gibi ilerleyen, saçmalığı bol, örgünün ince bir iplikle de olsa sürdürülebilirliği üzerinde çalışmaktansa örgüyü sık sık ve kasten yırtıp atma üzerine kurulu bir öyküyle karşılaştım. Bu doğrultudan bakınca, yazarın bir kurgu ustalığı sergilemediği de, sunduğu yepyeni okuma imkanının o kadar da yepyeni olmadığı da aşikar (1’den 56’ya kadar giden ilk düz okumadan farklı olarak ikinci okumada bu sıralamayı hiç bozmadan araya bölümler serpiştirilmiş -1,2,3 diye gideceğine 1,100, 2, 70, 3… diye gidiyor- ve düz okumada da pek de bir yer tutmayan 55’inci bölüm akıştan çıkarılmış o kadar).
Tuttuğum notlara geçmeden önce (ki bir kısım notların sırf yazar okuru büyük harflerle bağırarak önemli bir şey anlattığı ve dikkat etmesi konusunda barbarca zorladığı için kaydedildiğini ifade etmem gerek - örneğin etik-estetik bölümünde olduğu gibi) bende bıraktığı izlenimden bahsedebilirim, ama açıkçası bende iz bıraktığını söyleyemeyeceğim. Çok çok kapalı bir anlatım içine yedirilmiş çok çok açık göndermeleri rahatsız edici bulduğumu söyleyerek başlamam gerek, bu bir. Sonralıkla, yeryüzünün de gökyüzünün de aynı zeminde buluştuğu seksek’in insanın kaybettiği varoluşsal boyutun metaforu olarak kurgulanmasında ciddi bir çarpıcılık olmadığı gibi, metindeki sembol savurganlığının okura yeni okuma imkanları açmaktan ziyade okuru metafor avcılığına zorlamak, yoksa oyun dışı bırakmak olduğunu düşündüm. Bunların ötesinde sinik bir adamın dengesiz bir aşk ilişkisi üzerinden tutunamaması ve kendini ve aynı aşkı yeniden yarattığını varsayması hikayesinin ilginç olduğunu kabul ediyorum ama burada "özgün" bir başyapıt görmüyorum. Aslında bir tür Doğu hikayesi (Mecnun’un Leyla’dan geçmesi) gibi alıp götürücülüğü olabilecekken insanın ağzına yüzüne tıkıştırılan Batı referansları, hayat biçimi vb. hikayeyi mistik bağlamından çıkarıp “deliliğin kıyılarında gezinen varoluş bunalımı”na hapsediyor ve dolayısıyla bir “erme” ile değil “intihar” ile sonuçlanmasında da şaşırılacak bir yan kalmıyor.

Kitabın akışından alınan notların rehberliğinde, kitap ne diyor?

İlk bölümün tanışma faslından sonra, bölüm 2'de romanın haz ve ölüm arasında dolaşan hayatın etik sınırlarını inşa edeceği ilan ediliyor. Hemen arkasından ise okurdan “metaforda gerçeği arayacağına, gerçeği bir metafor olarak yorumlaması” isteniyor. Kuşkucu bir bakışla nerede olduğu bilinmeyen bir gerçeğe ulaşmaya çalışmaktansa, her şeyin gerçek olduğunu kabul et ama istediğin gibi yorumla hakkına sahip çık. Tam olarak bu iki önerme önemli. Buradan başlayarak, bölüm 7’ye kadar “başka faktörlerce varedilen biri olarak, bireyselliğini gerçek olarak algılamama hakkını” savunan bir çizgiye rast geliyoruz. 

Bu gidişat enteresan okumalara kapı açabilecekken, Bölüm 10’dan 17’ye kadar çok uzun bir ev partisi anlatısı tüm boğuculuğuyla çöküyor. Bu kısımda güzel olan şey ise, müthiş uzun ve iyi bir caz övgüsü. Caz ve parti üzerinden bir enternasyonalizm metaforu kuruluyor denebilir. Fakat hemen sonra, parti anlatıcıyı sarhoş ediyor. Bu esnada, oluşun özünün ne olduğunun kavranamazlığını, bu özün (varoluş) ancak yok oluşla (ilk koşullara geri dönüş) ortaya çıkacağını, bu nedenle toplumla birey arasındaki parça bütün ilişkisinin de analitik bir çözümlemeyle ortaya çıkarılamayacağını iddia ediyor anlatıcı. (Burada parti sonrası sarhoşluğun bu kaos teorisini imlediğini de düşünebiliriz.) 

İlerleyen birkaç bölüm hafıza ve beraberindeki nostaljik bir suçluluk işleniyor. Burası aşkından (La Maga) ayrıldığı bölümler aynı zamanda. Varoluşun özünü yitirmiş karakterin bu özü bulmak için (kaosa bakmak için) “bütünden” ayrıldığı (kendine analitik bakma hatasına düştüğü) söylenebilir. Hemen bir bölüm sonra, “tanınmayanla çatışılır” tezi geliyor. Tanınmayan, bütünden kopan parça için bizzat kendisidir. Çatışma başlıyor. 

Ve birden çok çok uzun, sarkastik bir “klasik müzik” bölümü. Onca caz övgüsünün üstüne bu planlı sıkıcılığın (aklın) alaya alınması. Sayfalar boyu anlamsızlık, ve sonra 28. Bölümde yine aklın eleştirisi. Aynı bölüme denk düşen olay; yani çocuğun ölümü ve bu ölüme karşı kayıtsızlık. Aşkı tamamen yitirdiğini anlayış ve sürgünden yurda dönüş sonra (aşk = sürgün). Ve geri dönüşle beraber, metaforda gerçeği aramaya doğru bir ricat. Sürgün’den vatana dönüşte sirk-tımarhane-morg silsilesinde ilerleyen hayat.

Özetle, kitabın önermesi: “Aşk, insanı kendi olmaktan çıkarıp bütün’e doğru bir yolculuğa çıkarır. Fakat ben olmak’tan bütün’e gidiş, aynı zamanda bir yabancı olma hissidir. Bütün, insanı sarhoş eder ve sarhoşluk aklı pasifize ederek ben’i bütünün içinde eritir. Ben, bu sürgünü gönüllü kabul etmeli, ancak bütün’ü istediği gibi tüketebileceğini unutmamalı, bu hakkını kullanmalıdır. Aksi takdirde, anlamaya çalışan akıl, önce anlamazdan gelmekle sınanır, sonraysa tamamen kendini kaybetmeye mahkumdur.

Hayat, gerçekte zaten ölümdür, yalnızca hayat olarak okunabildiği için ölüm değildir.”

Oldukça doğulu, spiritüel tınılar bunlar. Fakat Cortazar'ın ağzında, naçizane görüşüm, Meryem Uzerli Türkçesi gibi duruyor.

4 Temmuz 2017 Salı

Post-Kemalist Dönemde Kemalizm Tartışmak: Albayım- Hasip Akgül

Hasip Akgül, Marksist bir yazar. Romanı Albayım’da ise sınıfsal bir meseleye değil, Ergenekon operasyonları arka planında solun Kemalizm’le ilişkisine eğilmiş.

Romanda "Albayım" olarak anılan karakterimiz Yurdanur Yılmaztürk adındaki, Mustafa Kemal takıntılı bir emekli albay. Şeklen bizzat Mustafa Kemal olma arzusu duyan ve bunu mümkün olduğunca da beceren biri. Bu kapsamda adına aile denen mikrokozmosta bir tür " Kemalizm düzeni" kurmuş. Başarılı bir Kemalist proje olarak bir oğlunu (Mustafa) beyaz Türk yapmış. Ancak aynı düzen, diğer oğlunu (Kemal) Kemalizm'den kopuş mücadelesi içinde aklını yitirme noktasına getirmiş, sürgüne bile göndermiş.

Yazar, bu aşırı derecede basit alegorik çerçeveden anlıyoruz ki yazarın temel derdi, “üvey babası” olan Kemalizmin yenilgi sürecinde Türkiye solunun Kemalizm'le ilişkisini gözden geçirmek. Yer yer Kemalizmin, yer yer anti-kemalizmin parodisini yaparak.

Romanın ilginç kısımlarından biri aşırı açıksözlülük. Edebi anlamda girişeceği tüm oyunları, yazıma dair kendiyle yaşadığı tartışmaları okurdan asla gizlemeden, çoklu yorum imkânlarına tenezzül etmeden hilesiz bir anlatımı tercih ediyor. Örneğin romanın dördüncü bölümü olan "Bateriye Veda Duası", dünyevi olanın uhrevileştirilmesiyle kafa bulmak için bir tür “Levent Kırca kör gözüne parmağımcılığı”ndan çekinmiyor. Yazar bu anlamda bir bakıma edebiyattan "kaçıyor".

Yazar tüm açıksözlülüğün ortaya koyduğu, okuruyla romanı (ve edebiyata dair görüşlerini) bizzat tartıştığı "roman roman içinde" temasını kullanımında da büyük sorunlar yaşıyor. Karakterlere rol dağıtımında savruluyor örneğin. Mustafa ya da onu yetiştiren Selçuk gibi karakterleri ele alalım, bu insanların romanda belirdikleri sahneler (müzikle uğraşan bir yazarın kitabına da yapılacak yorum değil ama) açıkça romanın ritmini bozuyor. Romanda ritmi bozan daha pek çok yere dikkat çekilebilir (kitaptaki merak unsurunun olay örgüsü içinde çok geç konumlandırılışı gibi) ancak şu noktada gerekmiyor. Yine teknik bir aksaklık olarak, roman gerçekliğini yaratmak için bel bağlanan "Karakterleri Yaşatma Cemiyeti Lokali" isminden başlayarak romandaki tüm konumuyla Murat Menteş - Alper Canıgüz romanlarından fırlamış çocuksu (kötü anlamıyla kullanıyorum) bir tat veriyor.


İçerik olarak baktığımızdaysa sanırım romanın açtığı en verimli tartışma Kemalizm'le olan baba-üvey oğul ilişkisindeki süreklilik/çatışma dinamiklerinin flu bir veçhesi olarak “akılcılık”. Yukarıda da bir örneğine değindiğimiz gibi, “akılcı” Kemalizm'in akıl dışı sapmalarını tiye alıyor roman. Fakat Kemalizm'e akıl (edebiyat) yoluyla müdahalesi ikircikli. Bir yandan yazarın kendisinin de akılcı olduğunu anlıyoruz, ama öte yandan metnin anlatıcısını bir tür akli rahatsızlığa sahip biri olarak oluşturduğunu görüyoruz. Yani anlatı, akıl hastası anlatıcının kendisini delirten akılcı babasını akıldışılıkla suçlaması gibi bir garabet üzerine kurulu. Ancak aklı sorunsallaştırmayacak, akıldışılıkla gırgır geçecek bir metin ortaya konacaksa, yazar niçin bunu doğrudan iyi ve akılcı bir edebi metinle yapmıyor? Çünkü sanıyorum ki yazarın niyeti, bir parodi olarak romanın okura “Kim akıllı kim deli?” sorgulamasını yaptırmak. Fakat iyi edebiyat, bu sorgulamanın “Gören bizi sanır deli / Usludan yeğdir delimiz” dizeleri ile ifadesiyken, Albayım romanı daha çok Kemal Sunal’ın “Deli Deli Küpeli” filmini andırıyor. Kuşkusuz söz konusu filmin de mesajı oldukça kuvvetli, fakat sanat kategorisinde ne kadar değerlendirilebileceğini tartışmak gerekiyor.