27 Temmuz 2017 Perşembe

Tarihin Adları - Jacques Ranciere

Ranciere'in hiçbir kitabını şu ana dek okumamıştım. Fakat eşten, dosttan duyduklarımla açık kaynaklardan kısa kısa okuduklarım üzerinden tanıdığım kadarıyla radikal, özgürleştirici bir felsefesi olan biriydi. Bu nedenle iki kez de söyleşisine gittim fakat zorlu konularda yaptığı önceden hazırlanmış konuşmaların özü çoğu zaman simültane çeviride kaybolup gitti. Yine de düşündüren, tartıştıran noktalar edinebilmiştim.

Nihayet bir kitabını okumak üzere kitabevine gittiğimde MonoKL'dan çıkan Suskun Söz ile bu kitabın arasında kaldım. Söyleşilerinden öğrenilmiş bir korkuyla, olur da anlamam, param çöpe gider diye, diğeri ilgi alanıma daha yakın olmasına karşın sırf daha ucuz diye bu kitabı seçtim. 

Yersiz bir korkuymuş. Tarihin Adları, tarihin öznelerinin tarihyazımının nesneleri olarak nasıl ele alınacağı problemini dönemlere ayırarak (kralların vakanüvisleri / bilimsel tarihçiler / Michelet'cilik) gayet berrak biçimde inceliyor ve sonunda Michelet'nin edebi tarihyazım tarzının (bilgi poetikasının) neden en bilimseli olduğunu tartışıyor. Çok kısa yoldan özetlenirse vardığı sonuç çok basit: Kralın günlükçüsü diyebileceğimiz vakanüvisler zaten tarihin aktörlerini görmekten aciz, o belgelerden yola çıkılamıyor. Dönemin esas aktörlerinin kayıtları ise çok fazla şey söylüyor. Bu çok fazla sözden oluşan veri setleri bir işlemden/çözümlemeden geçirilerek anlamlı bilgi elde edilebiliyor; fakat geçmişteki gerçekliği, bugünün sosyal bilimlerinden ödünç alınmış terimlerden yola çıkarak anlatmak anakronizme çıkıyor (Burada Ranciere'in süregiden toplumsal/siyasal fenomenlerin olamayacağı algısı yaratan argümanına bir şerh düşmek lazım). Öyleyse, diyor Ranciere, dünün gerçekliğinin bugünde anlatımı ancak edebi metotlarla olabilir: Tarihçi bu çok fazla sözden çıkan anlamı ancak edebiyatla bugüne/yarına tercüme edebilir. Kahramanlarının yerine konuşmanın (mimesis) yerini, kahramanların ne dediğini anlamak ve kendi sözleriyle anlatmak almalıdır. İyi yazılamamış aşk mektuplarındaki aşkın ne derece büyük olduğunu iyi yazılamamış olmalarına rağmen görüp iyi yazmaktır, kitaptaki örnekten hareket edersek. Yani aktörlerince mitsel olarak yaşanan tarihi, bir mit gibi yazmak.

Daha sonra ne yalan söyleyeyim biraz saçmalıyor Ranciere. Tarih anlatısının zamansal olduğu kadar mekansal sınırlarının da olması şu veya bu şekilde şart olduğundan, mekansallığın tartışmasını açtığı bir "Sözün Yeri" bölümü geliyor ki, kanımca çokça laf salatasıyla yüklü bir kısım bu. Bunu söylememin sebebi, egemen anlatıların "sapkın" nitelemesine karşı çıkarak her anlamın zuhur ettiği bir mekanın olduğunu ileri sürerken rölativizme savrulması (en azından ben böyle okudum). Zira böylece faşizme de, neoliberalizme de "anlamlı bir anlatı imkanı veren coğrafyalar" bulmak mümkün hale gelmiyor mu?

Yine bu konuyla ilgili olarak, ama yine bu konuyla ilgili olan bir önceki bölümle ilgili olmayarak gelen, coğrafyaya anlamını veren kanon anlatılar hakkındaki bölüm ise gayet iyi. "Akdeniz" dediğimiz coğrafyanın sınırlarını (yalnızca fiziki değil, beşeri olarak da) çizen Odysseia destanı örneği çok güçlü ve yerinde. Fakat burada edebiyatın gerçekliği temsil gücünden mi, yoksa edebiyatın bu gerçekliği bizzat yarattığından mı bahsedildiği ("mekan yazıldığı gibidir" derken hangisini kast ediyor, ben anlamadım) net değil. Belki de ikisi de.

Naçizane merak ettiğim husus, Ranciere bu edebiyat-gerçeklik ilişkisini neden yalnızca tarih bilimi üzerinden kuruyor? Yalnızca düşüncesine uygun örneği bir tarihçide bulduğu için mi? Değilse söylediği şeyler (anakronizm falsosu belki biraz daha hafif olmakla beraber) sosyolojiye de uygun değil mi sözgelimi? Bence öyle. Belki de bu çalışmanın böyle bir revisit'i ya da tamamlayıcı başka bir çalışma yapılacaktır, kim bilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder