24 Temmuz 2019 Çarşamba

"Kahvaltısı Keyifli Arabesk": 80 Sonrası Estetik Anlayışın Bir Örneği Olarak Murat Özyaşar'ın Sarı Kahkaha'sı

Image result for murat özyaşar sarı kahkaha
Murat Özyaşar'ın Ayna Çarpması'nı okumuştum, Sarı Kahkaha'yı da taze bitirdim. İlk kitabı okurken beş duyumla birden algılayıp dilimin ucuna kadar gelmesine rağmen adını tam olarak koyamadığım o hissi Özyaşar'ın kendisi henüz ilk öyküde dile getirmiş Sarı Kahkaha'da: Arabesk.

Özyaşar'ın öykülerinin handiyse tamamı "Dünya var, hayat yok" söylemi üzerine kurulu. Bu ilk öyküde ("Kepenk") arabeskle zemin paylaşımı o raddeye ulaşmış ki Müslüm Gürses şarkısına şerh düşecek kadar gelişkin bir özgüven söz konusu. Arabesk elbette kırdan kente, özellikle de İstanbul'a göçenlerin yarattığı bir kültürdür, ama Diyarbakır'da hissedilen "zorla İstanbullaştırılmışlık" içerisinde de tezahür edebilir. Neticede Nazife Güngör'ün tanımıyla "Kapitalizm öncesi geleneksel üretim biçiminde zihinsel karşılığı olan sanat biçimi ile, çarpık da olsa kapitalistçe bir üretim biçiminin getirdiği toplumsal ilişkilerin zihinsel üretimi olan sanat biçimi karşı karşıya gelmiş ve birbirine karışmış durumdadır" ve bunun sonucu olarak "köyle kent arasında, doğuyla batı arasında gidip gelen, ama hiçbirisinin de özelliklerini tam olarak taşımayan" arabesk doğmuştur. 

Özyaşar metinleri de tam da bu işte: Walter Benjamin alıntısıyla annenin tesbih sesi arasında estetik bir tercihe yönelememek. İkisinin bileşiminden, ne çıkacağına bakmaksızın, eklektik bir estetiğe yönelmek. Biraz protest, fazlasıyla sitemkar, çokça kaderci. Örnek mi?

Allah'a kurşun sıkanlar mı ararsınız Özyaşar'ın öykülerinde ("Yan"), jiletçiler mi ("Altıotuzbeş", "İsmin Halleri"), ya da tıraş bıçağını gırtlağına dayayanlar mı ("Yasak Bölge"), dünyaya geldiği için azap duyanlar mı ("Yan") ya da yanlış zamanda dünyaya gelenler mi ("Altıotuzbeş"), sevip de hor görülenler mi ("Felç"), "çakıllı yolun taşlarında parçalanmış kırmızı gül" imgeleri mi ("Felç"), yüreğinin ateşini mezarlıklarda dindirenler mi ("Yasak Bölge") Küçük Emrah'tan miras "genelevde anneye rastlama korkusu"na mı ("Felç")... Kısacası arabeske dair ne varsa Özyaşar'ın öykülerinde var. Adnan Şenses'ten mülhem olsa gerek, "saç beyazlatan hikayeler" onlar ("Felç"). 

Image result for youtube gülü
Youtube'da Murat Özyaşar öyküsü seslendirmeyi
düşünenler için görsel önerisi
Tek fazlası, elbette, metinlere damgasını vuran savaş faktörü ve buna eşlik eden politik bilinç emareleri. Fakat "emareleri" diyorum çünkü savaş sanki hep varmış ("bin yıllık sloganlar"), savaş bu coğrafyanın kötü kaderiymiş gibi bir değişmezlik hakim aynı zamanda metinlerin çoğuna. Ayna Çarpması'ndaki temel öğe olan "topallık" bu kitapta da var, hatta bir öyküde biraz abartılıp felce evriltilmiş. Yapamamanın, edememenin, hayat uzaklarda demenin ("Kepenk") ama gitmek isteyip gidememenin ("Kriz"), kısacası estetize edilmiş çaresizliğin, arabeskin öyküleri Özyaşar'ınkiler.

Hiç yoktan ortaya çıkmış bir tavır değil Özyaşar'ınki. Mutlaka Özyaşar'ın da çok sevdiği (zira Özyaşar'ın selam göndermediği yerli edebiyat duayeni yok - nedense Kürt yazarlar hariç) Oğuz Atay'ın Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsü şöyle başlar:

Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. 

Bu tutunamama ve görkemli kaybediş güzellemeleri Özyaşar'ın da dahil olduğu jenerasyona özgü bir sanat anlayışının alameti farikası. Arabeski yaratan faktörlerin bir üst sosyo-ekonomik statüdeki tezahürü olarak (Leyla ile Mecnun dizisinde Ferdi Tayfur'a iade-i itibarda bulunulmasında gördüğümüz gibi) arabeskle diyalog halinde olduğunu bilen ve ondan sıklıkla beslenen, fakat içinde doğduğu toplumsal katmanın yaşam standartlarındaki göreli rahatlığı yansıtacak şekilde daha yumuşak ve rafine bir hırpalayıcılığı olan, aynı zamanda ulaşılabilmiş entelektüel imkanlar sayesinde çok daha iyi ifade edilen bir başka arabesk bu. 

Ben buna "kahvaltısı keyifli arabesk" diyorum. Daha iyi kavram önerisi olan varsa dinlemeye hazırım.
*****

Başka bir konuya geçelim, ve bu konu üzerinden arabesk meselesine de bir örnek çıkararak bitirelim:

Özyaşar'ın edebiyatında canımı sıkan bir başka husus da şu bitmek bilmeyen "içki içen kötü baba", "mazlum dindar anne" motifleri. Ve özellikle de tavernada tabak kırar gibi hunharca patlatılan baba aforizmaları. Edebiyat buna daha ne kadar katlanacak bilmiyorum. Atacak barutu kalmayan rock gruplarının Ajda Pekkan şarkısı cover'laması gibi, yazar tıkanıklığını aşmak için "baba romantizmi"ne geri dönen daha kaç öykü/roman/film üretilecek bu memlekette? Hasan Ali Toptaş - Kuşlar Yasına Gider, NBC - Ahlat Ağacı, Kemal Varol - Aşıklar Bayramı ve Murat Özyaşar: BÜTÜN ÖYKÜLERİ.
 
Otoriter toplumlarda babayı sevmek ve eş zamanlı olarak ondan nefret etmek yaygın bir duygu, bunun yeri geldiğinde öykülere yansıması da elbette doğal. Ancak Fatih Kısaparmak'ın "Bu Adam Benim Babam" parçasında halihazırda varolan babaya SGK'dan maaş bağlayıp bir üst toplumsal tabakaya transfer etmek, buradan da bir üst model "baba aforizması" üretimi çıkarmak kaliteli edebiyat değil.

Bakınız aşağıdaki "baba aforizmaları"nın hepsini bu blog yazısı için şu anda ben uyduruyorum:

  1. Bir çeşme suyuydun sen baba: Hasta olacağımı bile bile, kana kana içtiğim.
  2. Neden hep tırnaklarımı yiyordum biliyor musun baba? Çünkü arkasında büyük ikramiye olan kazı kazandı bana yüzün.
  3. Babamdı o, her gece çağırdığım ama hep yanlış adres verdiğim ambulans.
  4. Baba: Hep doğruyu gösteren bozuk saat.
Daha da yüzlerce yazabilirim. İsteyenler bana twitter'dan ya da mutlu.rifa@yandex.com adresinden istedikleri anahtar kelimeyi göndersinler, en geç 1 gün içerisinde o anahtar kelimeyi kullanarak bir aforizma yazıp gönderebilirim. Denemesi bedava. 

İş değil bu çünkü.

İş, gürül gürül akan "baba" nehrinin kenarına tesis kurup hazır suyu şişeleyip satmakta değil. "Su çıkmaz" denilen yerlere kuyular açmak için kan ter içinde didinmekte. 

Bir kez açıldı mı o kuyulardan su çıkarmak zaten okurun işi.

23 Temmuz 2019 Salı

H. G. Wells - Doktor Moreau'nun Adası

Image result for H. G. Wells - Doktor Moreau'nun AdasıŞunu biliyoruz: Bütün okunması gerekenler asla okunamıyor, bütün izlenmesi gerekenler asla izlenemeyecek. 

Yalnız bir sorun daha var, biraz daha kompleks. İnsan sanatın gelişimini tersten izliyor çoğu zaman. Temellerine hakim olmadığı bir akademik disiplinde okuma yaparken referans verilen çalışmaya dönüp orada da geri dönülecek başka bir atıfla karşılaşmak ve nihayetinde disiplinin temellerine doğru geri geri gitmek gibi. Sanatta da, söz gelimi romanda, "Don Kişot'la başlayayım da roman sanatının gelişim serüvenini 21. Yüzyıla kadar takip edeyim" deme şansınız yok. Mutlaka atlamalar yapmak zorunda kalırsınız ve bir gün bir referans sizi atlanmış bir metne geri gönderir.

Morel'in Buluşu'nu Doktor Moreau'nun Adası'ndan önce okumak da benim talihsizliğim oldu. Bir "yeniden yorum"u okuyordum ancak yorumlanan metni bilmiyordum. Wells'in Zaman Makinası ve Dünyalar Savaşı etrafında kopan yaygara yüzünden adını bile duymadığım, aslında çok önemli bir referans kitapmış Doktor Moreau'nun Adası. "Recency effect"in sonucu olarak insanın bu kitabı Morel'in Buluşu'yla kıyaslayası geliyor tabii öncelikle, ister istemez. Biri "Aşırılıklar Çağı"nın eşiğinde, diğeri neredeyse ortasında, bir dünya savaşı bitmiş, ikincisi henüz başlamışken yazılmış, birbiriyle konuşan iki roman bilimin ışığında insan olmaya dair ne söyler?

Sözgelimi, Doktor Moreau'nun Adası'nda kahramanımız adada yapılan deneyler hakkında fikir yürütürken dehşetle titrer: "Mümkün olabilir mi, diye geçirdim aklımdan, insanlar üstünde diri diri deney yapılıyor olması mümkün olabilir mi?" Oysa Adolfo Bioy Casares Morel'in Buluşu'nu yazdığında modern Alman devleti, üstelik gizli saklı bir adada değil, Avrupa'nın göbeğinde çoktan sistematik insan deneyleri yapmaya başlamıştı. Casares bunu henüz duymuştu ya da duymamıştı, bilmiyorum, ama şunu biliyorum: Casares'in kırk sene gerisinden bakan Wells, ipini koparmış modernizmin alabileceği boyutu Casares'e göre çok daha berrak görüyordu. Oysa Casares, çağdaşları dünyayı yakıp yıkarken, halen Wells'in açtığı metafizik tartışmayı genişletmenin derdindeydi. Sanat, en çok da bu aslında: Bir felsefeci gibi felsefe yapabilmek, ve bunu vaktinde yapabilmek. (Arada geçen kırk senede Casares'in hiçbir katkısı olmamış mı peki? Kusurlu da olsa, evet olmuş: 1900'lerle beraber esen Freud Kasırgası Casares'in memleketi Latin Amerika'ya da ulaşmış ve kitabında henüz bir "özne" olmasa da en azından uyandırdığı arzular vasıtasıyla olayların akışında bir "faktör" olabilen kadın karakter düşünebilmiş. Wells'in adasıysa libido yokmuş gibi kurgulanan bir erkek dünyasıdır.)

Fakat ortada Morel'in Buluşu gibi apaçık bir uyarlaması bulunsa da Doktor Moreau'nun Adası'nı okurken kafamı kurcalayan başka bir ada kitabı meşgul edip durdu: Sineklerin Tanrısı. İşte edebiyatın en güzel yanı! Bir kitabın okumasının bizzat ona binaen yazılmış bir başkasıyla değil; konusu, kurgusu, karakterleri bambaşka bir kitapla zenginleşmesi.

Malumunuz Sineklerin Tanrısı "doğa durumu"nu göstermenin derdindedir: Leviathan'ın yokluğunda insan insanın kurduna dönüşür. Bütün bir roman, pür demokrasinin adım adım yenilgisi karşısında faşizmin "doğal" yükselişi üzerine kuruludur. Tartışmasının pek derin olduğu söylenemez, yalnızca kullandığı argümanlar çok güçlüdür.

Doktor Moreau'nun Adası'nda ise tartışma daha derinden yürür:

Doğadaki evrimi çoktan keşfeden bilim, Doktor Moreau'nun adadaki çalışmaları neticesinde evrimin yönetimini bile Doğa'nın elinden alacak güce erişmiştir. Tanrı'nın "beyin ölümü" çoktan gerçekleşmiştir ama Tanrı'nın tüm "biyolojik fonksiyonlarının" durduğu hakiki ölümüne, yani "insan" denen nesnenin imal edilebilir hale geldiğine, Doktor Moreau'nun adasında şahit oluruz. Aydınlanma, insanın her şeyi, kendini bile yeniden üretebilir olmasından başka nedir ki?

Bu noktada Doktor Moreau insanın evrimsel gelişimine ilişkin müthiş Aydınlanma tartışması açar: Topluma konan yasalar biyolojik saptırmalar (arzunun ve içgüdünün kanalize edilmesi) olduğuna göre, ve evrim yararlı olanın kalıp yararsızın ortadan kalkması ise, yasalar koyarak da evrime dolaylı yoldan müdahale etmiş olmuyor muyuz? Öyleyse neden bu müdahale doğrudan, fizyolojik olarak gerçekleşmesin?

Wells muhtemelen öjenik tartışmasını yakından takip ediyor ve bu tartışmanın insanlığı götüreceği yeri düşündükçe dehşete düşüyordu - ki konuştuğumuz gibi, insanlık gerçekten de oraya kadar gitti. Fakat bu güçlü argümanların karşısında da duramayacak gibiydi. Kitapta da, Wells'in düşüncelerini dile getirdiğini varsayabileceğimiz Anlatıcı, Moreau'ya hiçbir zaman tam anlamıyla ikna olmasa da bu doğrultuda ciddi bir bocalama yaşar. Ve bu bocalamanın içinden bilimin Tanrı/Doğa'nın yaratım sırlarına asla tam anlamıyla vakıf olamayacağı inancı/iddiası ile çıkabilir ancak. Varoluşun derinlerinde bilimin müdahale edemediği (edemeyeceği?) öyle bir yer vardır ki bu müdahaleleri geçici kılar. Varlığın içindeki doğal güç, yasaların yalancı boyunduruğunu silkeleyip atar. Fakat bu doğa durumu, Leviathan/Sineklerin Tanrısı'ndaki gibi yıkıcı değil, Rousseau-varidir: Uygarlık tarafından dengesi bozulmamış vahşettir medeni olan.

18 Temmuz 2019 Perşembe

"Ustam Öldü, Ben Topalım": Murat Özyaşar - Ayna Çarpması


Image result for murat özyaÅŸar ayna çarpmasıOrmangillerin en başarılı temsilcisi Murat Özyaşar'ın birkaç öyküsünü okumuştum ama hiçbir kitabını baştan sona ele almamıştım. Bir dostum sağ olsun bana Özyaşar'ın ilk iki kitabını hediye etti, ben de inceleyeyim dedim. Ayna Çarpması'yla başladım. Takribi 80 sayfalık dosyayı bitirmem iki günümü aldı. Çünkü sıkıldım açıkçası. Üç dört tanesi dışında hikayesi olan bir öykü yok, bu hikayesizliği dengeleyici edebi unsurlar öyküleri - bence - kurtarmıyor. Söz gelimi "Kış Bilgisi" öyküsü sanki yalnızca "Yol mu benem..." ile başlayan ve epey akılda kalan o cümle yer alsın diye yazılmış gibi; bir şairin eskiz defteri gibi kapalı ve dağınık; okur metne parçalı bir şekilde bağlanıyor. Kitap genel olarak kötü değil, ama iyi de değil. Bir kitapçının yerli edebiyat rafından rastgele seçeceğiniz bir ilk kitaptan ne bekliyorsanız onu veriyor işte. Yerin dibine sokulmayı kesinlikle hak etmiyor tabii ama muadillerine kıyasla (örneğin Ormangillerin diğer üyeleri) niye bu kadar abartılıyor, anlayabilmiş değilim. Demek ki muadilleri çok kötü. Okumadım, bilmiyorum. Ama ben şahsen ikinci Özyaşar kitabına geçmeden önce araya bir bilimkurgu kitabı sokmak zorunda kaldım ki okuma motivasyonum yerine gelsin.

Tabii Özyaşar'ın başarabildiği bir husus var: "Bülbül gibi ötmeye zorlanan kanarya" metaforuyla gözümüze biraz fazlasıyla sokulduğu üzere anadili Kürtçe olan bir çocuğun Türkçe sınavı bu kitap. Bir "minör edebiyat" meselesi olarak hiç de fena işlenmemiş bir anlatma/anlatamama gerilimi var: Susmak zorunda kalınan, çünkü söylenen her sözün düşman olarak dönebildiği bir dünya kurmayı başarmış Özyaşar kimi öykülerinde. Konuşmayan, çünkü konuşursa itirafçı olacak olan Selim gibi, abisinin yerini söylemeye zorlanan çocuk gibi karakterler var mesela. Ya da bazı öykülerin detaylarında yer alan "öksürük" motifini ele alalım, kişinin kendi bedenine ait olmayan "irritan"ları dışarı atma eylemi, Türkçe bir öyküdeki Kürt karakterlerin bir niteliği olarak çok iyi bir fikir. Kitaba adını veren ilk öykü de - adının taşıdığı iddiadaki kadar çarpmasa da - bu anlamda fena değil mesela. Kimlik yarılmasının yaşandığı çocukluk yıllarını hatırlamak istemeyen ama buna mecbur kalan bir adamın hissettiği tehdit, kendini (babanın kastrasyon tehdidini hatırlatan) berbere emanet etme hikayesinde can bulmuş. Böylece yazdığı her satırda çocukluğuna zorla döndürülen, kendi iğdiş edilme süreciyle tekrar tekrar yüzleşmek zorunda bırakılan birinin öyküsüyle açılması hiç fena olmamış kitabın.

Fakat fazlasıyla reaktif, anlatıcının hemen her öyküde vurgulanan topallığı üzerinden "Sakat bırakıldık" demekten öteye gitmeyen bir kitap bu.  Bu topallığa sürekli bir kudretsizlik vurgusu eşlik ediyor: Diyecektim diyemedim'ler, içinden bile edilemeyen küfürler, kapatılmışlıklar, "bir cigarayı bile öldürememek"...  Sartre "Yeryüzünün Lanetlileri"ne yazdığı önsözde "isyancının silahı insanlığının kanıtıdır" diyordu. Murat Özyaşar'ın topal karakterlerinin silah yerine tuttuğu koltuk değnekleri neyi kanıtlıyor o halde? Zulmü kanıtlıyor tabii, iki saattir bunu anlatıyoruz. Fakat ortada bir zulüm öyküsü varsa, diğerleri susar. Murat Özyaşar'ın zulüm öykülerinin yanına "cep telefonu rehberinden kız seçme" öyküsü de iliştirilmiş olunca koltuk değnekleri inandırıcılığını yitiriyor sanki biraz. Bir Tefal reklamı vardı hani, "Yapamam ellerim yok ki" diye işten kaytaran bir kızın olduğu. Tıpkı o reklamdaki gibi, bu topallık da bir bahane gibi görünmeye başlıyor göze bir yerden sonra. "Sakatlanmış olan benden eylem beklemeyin. Ben yazarım." Muhtemelen buna binaen "bazı sözleri söylemek, yapmaktan zordur" diyor zaten Çift Kağıt öyküsündeki anlatıcı da.

Belli ki Özyaşar, Türk dilinde üreten bir Kürt yazar olarak bu kimlik yarılmasını edebiyatının merkezine alarak, bu topallığını edebiyatın içinde en görkemli biçimde gösterek edebi ve siyasi arzusunu kesiştirmeyi hedefliyor. "Gece Silgisi" öyküsünde dağa çıktığı için adı usta öykücülerin arasında anılmayan o "Kahraman" çocuk olmak istiyor Özyaşar. Bu olası bir hedef, güzel de. Ama istemekle yapmak aynı şey değil. Özyaşar "Bir gece ansızın 82. Kerkük, 82. Musul..." diye sayarcasına sürekli ama sürekli (ama ne sürekli! SÜREKLİ!) Türk edebiyatının ustalarına referans veriyor kitapta. Turgut Uyar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Sait Faik... Her öyküsünde en az bir ustaya gerekli mi gereksiz mi olduğuna bakmaksızın gönderme yapıyor. Boğuluyorsun okur olarak. Sanki Özyaşar yazı masasına bu ustaların kitaplarını dizmiş, İstanbul tabelasının önünde "Seni yeneceğim İstanbul!" diye haykırır gibi sürekli bu isimlere meydan okuyor. Fazla arabesk, fazla yorucu bir çaba bu. Yap, göster. İyi okur sana zaten hakkını verecektir. Sürekli ustaların adını anarak, "Bakın ben bu geleneğin devamcısıyım" diyerek o geleneğin sonuna eklenilebilse her Edebiyat fakültesi mezunu şimdi usta yazardı.

12 Temmuz 2019 Cuma

Direnişçi ve/ama Mistik: Bade Osma Erbayav - Tatavla'da Bir Delirme Vakası

İnsan okuduğu kitapları, izlediği filmleri unutur. Beynine kazınan sahnelerle karşılaşır belki bazen, bazı replikleri bir dönem kendine motto edinir de ezber eder vesaire, ama çoğu zaman karakterlerin adı, olay örgüsü, teknik detaylar silinir gider. Geriye varsa kitabın koyduğu tavır, uyandırdığı duygu, açtığı kanallar kalır. Tatavla'da Bir Delirme Vakası'nın içindeki kimi öyküleri çoktan unutmaya başladım bile, çok değil iki sene sonra belki sadece bir-iki öyküsünü ana hatlarıyla hatırlıyor olacağım. Ama bu kitabın adı her geçtiğinde hafızamı küt diye çarpacağım bir imge var: Duvar.
Image result for Bade Osma Erbayav - Tatavla'da Bir Delirme Vakası
Elimde kitabın bilgisayar analizini yapabileceğim bir versiyonu yok, o yüzden "duvar" meselesinin kitap için merkeziliğini fark ettikten sonra geriye dönüp kontrolünü çok sağlıklı yapamadım, bu yüzden "duvar" kelimesi bütün öyküleri yatay kesen bir motif mi emin değilim. Öykülerde benim gözüme çarpan kullanımlarını öncelikle yorumsuz buraya aktarayım, alıntı sonunda parantez içinde hangi öyküde geçtiğini vererek:

 - "Bu beyaz duvarlar kışa kalmadan, dairenin kendine has nem haritasını yüzlerine kusacaklar. Fakir kiracıların kemiklerine zulmeden rutubet anavatanının sınır çizgilerini oluşturacaklar." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)

 - "Az ileride, üç beş tuşu kopmuş bir duvar piyanosu gözüne çarpıyor." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)

 - "Çocuk tablosunu gördü sonra, resimde kapının arkasına saklanmış kız çocuğunun üstü kopkoyu bir boyayla boyanmıştı, gördüğü manzaradan tiksindi. Güzelim resme ne yapmış! Duvarda da, yatağın üzerindeki çarşafta da vardı aynı boyadan." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)

 - "Bir tik ve bir tak süresi uzuyor zaman, rahmetlinin duvar saatinde." (Bir Ev Hanımının İncelikli Seçimleri)

 - "... el alemin kadınını eve sok, salonunun duvarlarını, camları sildir, ne gereği vardı el alemin kadınının eline bakmaya, hırsız mıdır, uğursuz mudur?" (Herkes Kendi Duvarını Silsin)

 - " (Kızların peşine takılan delikanlılar) yorulunca durup, erimeye meyletmiş asfalta istifledikleri çekirdek kabuğu öbeklerinin üzerinden apartmanların küflü istinat duvarlarına tırmanarak, betondan bahçe çitlerine tüneyerek, tozlu parkların kuytu köşelerinde bir araya gelerek, gruplar halinde havadan sudan laflıyorlardı." (Bülbül'ün Vuslatı)

 - "Ben şu delikanlıların yerinde olacaktım da... Öyle uzaktan bakacağıma, yatırıp o duvarın dibine..." (Bülbül'ün Vuslatı)


 - "Alçak sınır duvarına yaslandı bir süre." (Bülbül'ün Vuslatı)

 - "... gecenin içinden çıkıp da duvarlara tırmanan yüz kollu kımıl kara böcekleri gözlerken, ... kafamın bir parmak üzerinden geçen bir su bardağının arkamdaki duvarda bin parçaya dağılışını dehşetle izlerken..." (Ayazmanın Mührü)

 - "Uzun kahverengi kanepenin arkasındaki duvarda adam, yüzbaşı üniformasının içinde o kadar rahatsız görünüyordu ki..." (Mürekkep)

 - "Gülistan şehri kadınlarının ... duvarlar arasında pek monoton yaşadıkları günlerden herhangi birinde yaşanmadı olaylar." (Gülistan Şehrinde Olağan Kadın Ayaklanmaları)

Birkaç örnek daha verilebilirdi ancak yeterlidir sanıyorum. Öykülerde ilerledikçe bu duvar teması iyiden iyiye dikkatimi çekince en başa, ilk öyküden de geriye, epigrafa dönmem gerektiğini hatırladım. Ve yanılmamıştım: Nilgün Marmara'nın Semender şiirinden alıntıda, yine duvar motifi.

"Kadın" ve "duvarlar". Basit, değil mi? Bir kadın öyküsü yazacaksan temanın ev olmasından doğal ne var? Ev içi emek, ev içi şiddet... Kadının eve kapatıldığı toplumda, kadının öyküsü duvarların içinde geçer zaten. Burada orijinal bir şey yok ki?

Diye düşünülebilir. Fakat "kadın" ve "ev" konusundaki ezber, ev içi adaletsizliğin ve zulmün sabitliğidir. Fakat Erbayav somut durumu daha da olumsuz tespit eder: Hayır, evin içindeki durum hiç de sabit değildir, kadının aleyhine geriye gider. Ev dönüştürür.  Kadın ev için "pembe" hayaller kurar belki ["Burayı bir ağaç kovuğuna benzetiyor önce; sonra kutunun doğasına tezat, bembeyaz bir ipekböceği kozasında karar kılıyor." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)] fakat hakikatte "Kelebeği kozasından arzulayan kadınlar kelebeğe hiç benzemezler, susan kadınlar kelebeğe evrilemezler. Kozalarına kısıldıklarında olabilecekleri tek bir biçimleri vardır: Islak, boğumlu bir kırkayak." (Ayazmanın Mührü).

Bu nedenledir ki, "Herkes Kendi Duvarını Silsin" öyküsünde gördüğümüz gibi, eve erkek tarafından başka bir kadın getirilmesi patronun fabrikaya yeni bir işçi almasına benzemez: Kadın dayanışmasıyla sonuçlanmaz, içerideki mücadeleyi daha da çetinleştirmez, hatta her şeyi kötüye götürür. İşte benim nazarımda Erbayav'ın orijinalliği burada: Ev içi sömürü, kapitalist üretim ilişkilerinden farklı bir biçimde işler.

Yani? Yani ev içi sömürüde kadın sayısından bağımsız olarak her kadın yalnızdır.

Fakat buna da hayır diyor Erbayav. Evdeki kadın "sayısı" artabilir. Diğer kadınları eve bizzat kadının kendisi çağırır. Evdeki kadının gücündeki nicel artışın bir metaforudur bu: Çünkü çağırdığı kadın "maddi" değildir, erkeğin getirdiği kuma gibi değildir bu "kadın çağrısı". Hafızalarındaki kadınları çağırır Erbayav'ın öykülerindeki kadınlar, geçmişteki kadınlarla iletişim kurarlar, hatırlayarak ya da uydurarak. Kadın tarihini bilerek ya da bilmenin yetmediği yerde o tarihi (sanat yoluyla?) yaratarak.

Erkeğin duvarda cisimleşen "rijid"liğine karşın kadın akışkandır. Bir kadın "kaos olmadan yazamaz"ken, bir diğerinin "üzerinden oluk oluk asillik süzülür", biri ismini hatırlamak isteyen çocuklarının aklından "bir film şeridi" olarak geçer, bir başka kadın okyanustan cesaret alır vesaire. 

Patriyarkanın mekanda kurduğu egemenliğe zaman ve mekanda direnir kadın Erbayav'ın öykülerinde. 

Öyle ki kitabın kendisi bile bunu örnekler: Kalıplara sığmayan bir üslup, dil ve biçim akışkanlığı. Hatta kitabı "kadın öyküleri" etiketine sokmaktan bile inadına kaçan konu sapmalarıyla karakterize oluyor Tatavla'da Bir Delirme Vakası.

Peki nedir direniş? Hatırlamak mı? İtiraz etmek mi? Bağırıp çağırmak mı?

Konuşamayan kuş, konuşamayan Ataana, "kelimeleri uyutan" Dila'ya bakarsak eğer, ezilenlerin konuşması fayda etmez. "Bildikleri bütün kelimeleri insanların en katı yüreklilerinden, en ezaperverlerinden öğrenirler" çünkü onlar "onları ışığa hasret bırakanların kelimelerini öğrenirler" (Bülbül'ün Vuslatı). Bu yüzden "kendi uydurdukları söylencelerde kendilerine kast ederler" (Ayazmanın Mührü). Dolayısıyla Erbayav'ın metinleri bizzat kendilerine şüpheyle yaklaşılmasını önerir. Kadın erkeği "fendiyle" değil, düpedüz, doğrudan eylemle, eylemin en çıplak haliyle yenebilir. Sokağa çıkarsa, arkasına içindeki bu gücü alarak çıkarsa. Taş atarak. Duvarlardan atlayarak. Bu yüzden kadın spiker çok da tumturaklı açıklamalar yapmaz kadın isyanını başlatırken. İki kelime eder: "Haydi sokağa, haydi sokağa!" 

Fakat sokaklar tehlikeli değil miydi? Kadınlar sokak ortasında göz göre öldürülmüyor muydu?

Burada biraz daha derine inelim. Kadının çevresini mekansal olarak saran yalnızca duvarlar değil, dünyanın rengidir. Hayali arkadaşlar bile (Ayazmanın Mührü) mavi ışık saçar, cinayeti haber veren çocuğun topu masmavidir (Herkes Kendi Duvarını Silsin), tecavüzü izlemek zorunda bırakılan dedenin "unutulmuş" göz rengi mavi olarak hatırlanır (Ayazmanın Mührü), rüyalarda mavi fonda ölen bir çocuk görülür (Tatavla'da Bir Delirme Vakası), koyu lacivert bir mürekkep yardımıyla kadın aldatan kocasını geri kazanmak ister (Mürekkep)...

Kapak tasarımında da gözden kaçırılmadığı gibi dünyanın bizzat kendisi eril bir maviliktir. Öyleyse yeniden: Kadının eyleme çağrıldığı sokak da erilken, bu bir paradoks değil mi?

""Bülbül'ün Vuslatı"nda da kaçan kuş için "Ölür," diyeceklerdir ama ölüp ölmeyeceğine bakmadan fırlar bir kuş. Ya da "Menekşe..." öyküsündeki gibi, bisikletin pedallarına asılıp hızla uzaklaşılır erkek ellerinin uzandığı kız. Kaçış bir taktik değil bir strateji gibidir. Ekrandan (bakıştan) kaçan spiker kadının başlattığı isyanda hükümet binasının ele geçirilmesiyle bitmez isyan, kadınlar stadyuma, eril seyir tapınağına yürürler.

Yalnız Erbayav'ın çelişkili bir hali de var.

"Direnişin zorunlu olduğunu" söylemek, düşman mekanda direnme korkusunu aşmak için yeterli olmadığını gördüğünden olsa gerek, edebiyatına biraz mistisizm de katmış Erbayav. Hatta belki kendisi de mistik düşüncelere sahiptir, bilemiyorum. Bir anda beliriveren "ölmüş" kadınlarıyla, kendi kendini dölleyen yılan sembolüyle, yumurtlayan kadınıyla, ölüm korkusunu "Belki de ölüm yoktur" diyerek bertaraf etmeye çalışıyor Erbayav.

Buna gerçekten ihtiyaç var mı? Ben de şahsen çoğu zaman bu "çifte hakikat" tuzağına düşüyor, "Aslında ölümden sonra hayat yok, ama kitleleri aksi yöndeki inancını kırmaktansa belki de bu inancı yüce değerlerimiz adına kullanmak gerek" diye düşünüyorum.

Ama sonra aklıma Nazım'ın Yaşamaya Dair'i  geliyor.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Bugün Hiçbir Şey Yazmadım - Daniil Harms

Parçası olduğu edebi anlayış Stalin döneminde kabul görmeyince açlıktan ölmekle sonuçlanan bir yaşam öyküsü olmuş Daniil Harms'ın. Bundandır ki insan Harms'ın öykülerini merak ederken aslında edebiyat cephesindeki nasıl bir mücadelenin bir yaşamın bu kadar hazin noktalanmasına sebep olabileceğini merak ediyor. Yani öykülerin kendisini değil, estetik bir başarıyla sonuçlanmış olsun ya da olmasın, o "öykü potansiyelinin" nerede, nasıl biriktiğini araştırıyor. Harms'ın edebiyatını, bir-iki öyküsü dışında sevmemiş olmam bu yüzden normal. 

Image result for Bugün Hiçbir Şey Yazmadım - Daniil Harms
Biz "potansiyel"e dönelim. Bazı edebiyatçılar, özellikle de büyük edebiyatçıların çoğunun öncelikle bu "potansiyel"i konuşturmaya çalıştıkları, estetik anlamda daha üstün fakat bambaşka farklı bir zihinden fırlamış gibi duran üretimlerdense daha iddiasız, çoğu zaman eski metinlerin tekrarına düşen bir tutarlılık sayesinde bir "imza"ya sahip olduklarını biliriz. Yani bir yazarın öncelikle - amiyane tabirle - bir "derdi" vardır; yirmi-otuz-kırk kitap da yazsa, o derdi işler, çalışılmamış bir maden bulmuştur ve kazdıkça kazar. Koskoca külliyatında tek bir şey söyler, ama onu ilk o söylemiştir ve o konuda en çok şeyi o söyler. Yer yer tekler belki, yeni çıkan kitabı kitleler nezdinde daha önceki yapıtlarının gölgesinde kalmıştır vesaire, ama "Bu yeni kitabında bekleneni veremediği" yönündeki yorumların konunun uzmanı eleştirmenlerce şiddetle reddedildiğine de şahit oluruz hemen: Çünkü söz konusu yazarın kaleminden çıkan bütün kitaplar aslında "tek bir kitabın bölümleri" olduğundan, çünkü yazar ömrü boyunca "o tek bir şeyin kitabı"nı yazdığından, bu yeni kitap da eskilerle birlikte okunmalıdır ve ancak bu şekilde yazarın yine yepyeni bir şey keşfettiği anlaşılacaktır çünkü.

Harms'ın "derdi" neydi peki? Şöyle görünüyor bana: İnsanlar arası en basit iletişim imkanının yokluğu ve bu iletişim boşluğunu dolduran rutin, soğukkanlı bir şiddet. Üstelik elle tutulabilecek, somut tek gerçeklik olarak bağra basıldığı için, hayli eğlenceli bir şiddet bu. Ve bu içeriğin belirlediği biçimsel tercih: anlatılmaktan vazgeçilen hikayeler, kilitlerle dolu fakat anahtarsız hikayeler vesaire. Yani "iletişimsiz dünyanın aktarıcısı" olarak yazarın da okurun "hikaye" beklentisiyle gaddarca alay etmesi. "Absürd" evet, sonraki dönemlerde kullanıldığı gibi manasızlıkla boğuşan insanı betimleme yöntemi olarak değil, manasızlığı kabul ettirmek üzere işkence etmek üzere sadistçe kullanılan bir araç Daniil Harms'ın öykülerinde "absürd". Dolayısıyla dönemin Sovyet otoritelerince "gerici" olarak nitelendirilmeye oldukça müsait. Öte yandan Harms'ı okuyunca başta Boris Vian olmak üzere sonraki on yıllarda ortaya çıkacak olan o güçlü absürd edebiyatın müjdesini görüyor insan. Ve Harms'ın üslubunun kapitalist toplumların eleştirisinde aslında ne kadar kullanışlı olabileceğini. İletişimsizlik, manasızlık, gündelik şiddet...

Adam bir zahmet açlıktan öldürülmeseydi ve Sovyet (ve Sovyet dostu) yazarların Harms'taki işte bu "potansiyel"i görmesine fırsat tanınsaydı, belki de sosyalist gerçekçiliğin yanına/yerine bambaşka imkanlar koyulabilirdi. Yani "gerici" olmasına gericiymiş Harms'ın metinleri belki ama, bu silahın tersine mühendisliği de mümkünmüş. Hâlâ da mümkün, sanat böyle bir şey.