12 Temmuz 2019 Cuma

Direnişçi ve/ama Mistik: Bade Osma Erbayav - Tatavla'da Bir Delirme Vakası

İnsan okuduğu kitapları, izlediği filmleri unutur. Beynine kazınan sahnelerle karşılaşır belki bazen, bazı replikleri bir dönem kendine motto edinir de ezber eder vesaire, ama çoğu zaman karakterlerin adı, olay örgüsü, teknik detaylar silinir gider. Geriye varsa kitabın koyduğu tavır, uyandırdığı duygu, açtığı kanallar kalır. Tatavla'da Bir Delirme Vakası'nın içindeki kimi öyküleri çoktan unutmaya başladım bile, çok değil iki sene sonra belki sadece bir-iki öyküsünü ana hatlarıyla hatırlıyor olacağım. Ama bu kitabın adı her geçtiğinde hafızamı küt diye çarpacağım bir imge var: Duvar.
Image result for Bade Osma Erbayav - Tatavla'da Bir Delirme Vakası
Elimde kitabın bilgisayar analizini yapabileceğim bir versiyonu yok, o yüzden "duvar" meselesinin kitap için merkeziliğini fark ettikten sonra geriye dönüp kontrolünü çok sağlıklı yapamadım, bu yüzden "duvar" kelimesi bütün öyküleri yatay kesen bir motif mi emin değilim. Öykülerde benim gözüme çarpan kullanımlarını öncelikle yorumsuz buraya aktarayım, alıntı sonunda parantez içinde hangi öyküde geçtiğini vererek:

 - "Bu beyaz duvarlar kışa kalmadan, dairenin kendine has nem haritasını yüzlerine kusacaklar. Fakir kiracıların kemiklerine zulmeden rutubet anavatanının sınır çizgilerini oluşturacaklar." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)

 - "Az ileride, üç beş tuşu kopmuş bir duvar piyanosu gözüne çarpıyor." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)

 - "Çocuk tablosunu gördü sonra, resimde kapının arkasına saklanmış kız çocuğunun üstü kopkoyu bir boyayla boyanmıştı, gördüğü manzaradan tiksindi. Güzelim resme ne yapmış! Duvarda da, yatağın üzerindeki çarşafta da vardı aynı boyadan." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)

 - "Bir tik ve bir tak süresi uzuyor zaman, rahmetlinin duvar saatinde." (Bir Ev Hanımının İncelikli Seçimleri)

 - "... el alemin kadınını eve sok, salonunun duvarlarını, camları sildir, ne gereği vardı el alemin kadınının eline bakmaya, hırsız mıdır, uğursuz mudur?" (Herkes Kendi Duvarını Silsin)

 - " (Kızların peşine takılan delikanlılar) yorulunca durup, erimeye meyletmiş asfalta istifledikleri çekirdek kabuğu öbeklerinin üzerinden apartmanların küflü istinat duvarlarına tırmanarak, betondan bahçe çitlerine tüneyerek, tozlu parkların kuytu köşelerinde bir araya gelerek, gruplar halinde havadan sudan laflıyorlardı." (Bülbül'ün Vuslatı)

 - "Ben şu delikanlıların yerinde olacaktım da... Öyle uzaktan bakacağıma, yatırıp o duvarın dibine..." (Bülbül'ün Vuslatı)


 - "Alçak sınır duvarına yaslandı bir süre." (Bülbül'ün Vuslatı)

 - "... gecenin içinden çıkıp da duvarlara tırmanan yüz kollu kımıl kara böcekleri gözlerken, ... kafamın bir parmak üzerinden geçen bir su bardağının arkamdaki duvarda bin parçaya dağılışını dehşetle izlerken..." (Ayazmanın Mührü)

 - "Uzun kahverengi kanepenin arkasındaki duvarda adam, yüzbaşı üniformasının içinde o kadar rahatsız görünüyordu ki..." (Mürekkep)

 - "Gülistan şehri kadınlarının ... duvarlar arasında pek monoton yaşadıkları günlerden herhangi birinde yaşanmadı olaylar." (Gülistan Şehrinde Olağan Kadın Ayaklanmaları)

Birkaç örnek daha verilebilirdi ancak yeterlidir sanıyorum. Öykülerde ilerledikçe bu duvar teması iyiden iyiye dikkatimi çekince en başa, ilk öyküden de geriye, epigrafa dönmem gerektiğini hatırladım. Ve yanılmamıştım: Nilgün Marmara'nın Semender şiirinden alıntıda, yine duvar motifi.

"Kadın" ve "duvarlar". Basit, değil mi? Bir kadın öyküsü yazacaksan temanın ev olmasından doğal ne var? Ev içi emek, ev içi şiddet... Kadının eve kapatıldığı toplumda, kadının öyküsü duvarların içinde geçer zaten. Burada orijinal bir şey yok ki?

Diye düşünülebilir. Fakat "kadın" ve "ev" konusundaki ezber, ev içi adaletsizliğin ve zulmün sabitliğidir. Fakat Erbayav somut durumu daha da olumsuz tespit eder: Hayır, evin içindeki durum hiç de sabit değildir, kadının aleyhine geriye gider. Ev dönüştürür.  Kadın ev için "pembe" hayaller kurar belki ["Burayı bir ağaç kovuğuna benzetiyor önce; sonra kutunun doğasına tezat, bembeyaz bir ipekböceği kozasında karar kılıyor." (Tatavla'da Bir Delirme Vakası)] fakat hakikatte "Kelebeği kozasından arzulayan kadınlar kelebeğe hiç benzemezler, susan kadınlar kelebeğe evrilemezler. Kozalarına kısıldıklarında olabilecekleri tek bir biçimleri vardır: Islak, boğumlu bir kırkayak." (Ayazmanın Mührü).

Bu nedenledir ki, "Herkes Kendi Duvarını Silsin" öyküsünde gördüğümüz gibi, eve erkek tarafından başka bir kadın getirilmesi patronun fabrikaya yeni bir işçi almasına benzemez: Kadın dayanışmasıyla sonuçlanmaz, içerideki mücadeleyi daha da çetinleştirmez, hatta her şeyi kötüye götürür. İşte benim nazarımda Erbayav'ın orijinalliği burada: Ev içi sömürü, kapitalist üretim ilişkilerinden farklı bir biçimde işler.

Yani? Yani ev içi sömürüde kadın sayısından bağımsız olarak her kadın yalnızdır.

Fakat buna da hayır diyor Erbayav. Evdeki kadın "sayısı" artabilir. Diğer kadınları eve bizzat kadının kendisi çağırır. Evdeki kadının gücündeki nicel artışın bir metaforudur bu: Çünkü çağırdığı kadın "maddi" değildir, erkeğin getirdiği kuma gibi değildir bu "kadın çağrısı". Hafızalarındaki kadınları çağırır Erbayav'ın öykülerindeki kadınlar, geçmişteki kadınlarla iletişim kurarlar, hatırlayarak ya da uydurarak. Kadın tarihini bilerek ya da bilmenin yetmediği yerde o tarihi (sanat yoluyla?) yaratarak.

Erkeğin duvarda cisimleşen "rijid"liğine karşın kadın akışkandır. Bir kadın "kaos olmadan yazamaz"ken, bir diğerinin "üzerinden oluk oluk asillik süzülür", biri ismini hatırlamak isteyen çocuklarının aklından "bir film şeridi" olarak geçer, bir başka kadın okyanustan cesaret alır vesaire. 

Patriyarkanın mekanda kurduğu egemenliğe zaman ve mekanda direnir kadın Erbayav'ın öykülerinde. 

Öyle ki kitabın kendisi bile bunu örnekler: Kalıplara sığmayan bir üslup, dil ve biçim akışkanlığı. Hatta kitabı "kadın öyküleri" etiketine sokmaktan bile inadına kaçan konu sapmalarıyla karakterize oluyor Tatavla'da Bir Delirme Vakası.

Peki nedir direniş? Hatırlamak mı? İtiraz etmek mi? Bağırıp çağırmak mı?

Konuşamayan kuş, konuşamayan Ataana, "kelimeleri uyutan" Dila'ya bakarsak eğer, ezilenlerin konuşması fayda etmez. "Bildikleri bütün kelimeleri insanların en katı yüreklilerinden, en ezaperverlerinden öğrenirler" çünkü onlar "onları ışığa hasret bırakanların kelimelerini öğrenirler" (Bülbül'ün Vuslatı). Bu yüzden "kendi uydurdukları söylencelerde kendilerine kast ederler" (Ayazmanın Mührü). Dolayısıyla Erbayav'ın metinleri bizzat kendilerine şüpheyle yaklaşılmasını önerir. Kadın erkeği "fendiyle" değil, düpedüz, doğrudan eylemle, eylemin en çıplak haliyle yenebilir. Sokağa çıkarsa, arkasına içindeki bu gücü alarak çıkarsa. Taş atarak. Duvarlardan atlayarak. Bu yüzden kadın spiker çok da tumturaklı açıklamalar yapmaz kadın isyanını başlatırken. İki kelime eder: "Haydi sokağa, haydi sokağa!" 

Fakat sokaklar tehlikeli değil miydi? Kadınlar sokak ortasında göz göre öldürülmüyor muydu?

Burada biraz daha derine inelim. Kadının çevresini mekansal olarak saran yalnızca duvarlar değil, dünyanın rengidir. Hayali arkadaşlar bile (Ayazmanın Mührü) mavi ışık saçar, cinayeti haber veren çocuğun topu masmavidir (Herkes Kendi Duvarını Silsin), tecavüzü izlemek zorunda bırakılan dedenin "unutulmuş" göz rengi mavi olarak hatırlanır (Ayazmanın Mührü), rüyalarda mavi fonda ölen bir çocuk görülür (Tatavla'da Bir Delirme Vakası), koyu lacivert bir mürekkep yardımıyla kadın aldatan kocasını geri kazanmak ister (Mürekkep)...

Kapak tasarımında da gözden kaçırılmadığı gibi dünyanın bizzat kendisi eril bir maviliktir. Öyleyse yeniden: Kadının eyleme çağrıldığı sokak da erilken, bu bir paradoks değil mi?

""Bülbül'ün Vuslatı"nda da kaçan kuş için "Ölür," diyeceklerdir ama ölüp ölmeyeceğine bakmadan fırlar bir kuş. Ya da "Menekşe..." öyküsündeki gibi, bisikletin pedallarına asılıp hızla uzaklaşılır erkek ellerinin uzandığı kız. Kaçış bir taktik değil bir strateji gibidir. Ekrandan (bakıştan) kaçan spiker kadının başlattığı isyanda hükümet binasının ele geçirilmesiyle bitmez isyan, kadınlar stadyuma, eril seyir tapınağına yürürler.

Yalnız Erbayav'ın çelişkili bir hali de var.

"Direnişin zorunlu olduğunu" söylemek, düşman mekanda direnme korkusunu aşmak için yeterli olmadığını gördüğünden olsa gerek, edebiyatına biraz mistisizm de katmış Erbayav. Hatta belki kendisi de mistik düşüncelere sahiptir, bilemiyorum. Bir anda beliriveren "ölmüş" kadınlarıyla, kendi kendini dölleyen yılan sembolüyle, yumurtlayan kadınıyla, ölüm korkusunu "Belki de ölüm yoktur" diyerek bertaraf etmeye çalışıyor Erbayav.

Buna gerçekten ihtiyaç var mı? Ben de şahsen çoğu zaman bu "çifte hakikat" tuzağına düşüyor, "Aslında ölümden sonra hayat yok, ama kitleleri aksi yöndeki inancını kırmaktansa belki de bu inancı yüce değerlerimiz adına kullanmak gerek" diye düşünüyorum.

Ama sonra aklıma Nazım'ın Yaşamaya Dair'i  geliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder