27 Şubat 2018 Salı

Kampana - Seçkin Erdi

Yeni çıktı Kampana. Büyük alayı valayla duyurulmasa da merakımı cezbetti. İki sebeple.

Birincisi, her Türk'ün adeta doğumevinde değil askerlik şubesinde dünyaya geldiği, bebelere kundak yerine kamuflajın reva görüldüğü memleketimizde odağına militarizmi alan güncel bir romanın okunması bir tür sorumluluktur.

Bir diğer sebebi de yazarı. Seçkin Erdi, Bandista'nın eski vokalisti ve istos yayınlarının kurucularından. Bandista'ya söz yazdığını da düşünür ve bu faaliyeti de şairlikten sayarsak sanat dünyasına üç köşe teşkil atışı yaptığını düşünebiliriz. Erdi, tüfeği hazır sıfırlanmışken bir de edebiyatı gözünden vurmak istemiş olacak ki ilk romanı olan Kampana çıkmış ortaya. Ama vay bana vaylar bana, içinde yok değilse de mânâ, Kampana atışı sanki biraz karavana.

Son cümleme bayıldınız mı? O zaman Kampana tam size göre. Fakat benim gibi biraz zorlama bulanlardansanız, Kampana'dan uzak durmanız yerinde olacaktır. Bir ilk roman heyecanıyla kaleme sarılan Seçkin Erdi'nin yayıncı kimliği romanda nasıl karşılık buluyorsa [1], müzisyen ve söz yazarı geçmişi de metnin üzerine adeta bir heyula gibi çökmüş olacak ki [2] metin bir romandan çok freestyle bir rap performansına benziyor çünkü. Bunu yalnızca salt ses tekrarı ya da kafiye arzusuyla öne çıkan, bu uğurda anlatının ritmini paramparça eden onlarca pasajla [3] dolu olması üzerinden söylemiyorum. Baştan planlanmış ve yazım sürecinde ya da sonrasında yeniden düzenlenmiş gibi durmayan, bunun yerine yaratıcılığına güvenen birisinin elinden bir çırpıda doğaçlama olarak çıkmışa benzeyen kaotik anlatım yapısı da bu yargıya varmamı beraberinde getiriyor.

Militarizm eleştirisinin başat olduğu Kampana'da yukarıda bir kusur olarak değinilen kaotik anlatımın da belki askeri tertip ve düzen takıntısına nazire yapan bilinçli bir tercih olduğunu düşünebiliriz. Fakat bir anlatının askeri düzenden kaçması, asgari bir düzene sahip olması gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Yazar aslında özgür bireyin askerlikte yaşadığı herkesleşirken hiç kimseleşme sendromunun teşhisinde oldukça başarılı ve bunun roman içindeki ifadesini de (anlatıcının yaşadığı karakter bölünmesi ve bir adet yan hikayeyle) belli bir ölçüde de başarıyor. Fakat içeriği kevgire çeviren lugat ve patoz makinesinden geçiren (yer yer Oğuz Atay'ı andıran ayrıksı bölümlerden söz ediyorum) anlatım nedeniyle fırtınaya kapılmış bir yelkenli gibi oradan oraya savrulup duruyor, roman ve okur.

Hepi topu bir elin parmağı kadar karaktere sahip romanda 130 küsur sayfa boyunca kimsenin kişiliği derinleşmiyor. Anlatılan yan öyküler, okura pozitif olarak sunulan bu karakterleri tek boyutlu kılmaktan öteye geçmiyor (örneğin sürekli gülümseyen bir karaktere dair yalnızca neden sürekli gülümsediğini öğreniyoruz, o kadar). Oysa askeriyenin hiç kimseleştirmesine en iyi cevap bu insanları "tip" yapan tek boyutluluktan çıkarıp onları çelişkileriyle, hataları ve sevaplarıyla ete kemiğe büründürmek olmaz mıydı? Ne yazık ki Kampana, karakter zenginliğini anlatıcıya mahsus kılıyor ve bu şekilde de bireyin kitle içinde eritilmesine karşı bireyin altını kalın kalın çizeyim derken diğer karakterlerin de üzerini çizmiş oluyor. Ve yukarıda değindiğimiz teknik sorunlar yüzünden anlatıcı bile geçmişi, hayalleri, zevkleri (sahi getirdiği kitaplar vardı, ne oldu onlar?) ya da korkuları tam olarak netleşmeyen, askerliğe direnme arzusunun çelişkisinin vücut bulmuş hali olmaktan ibaret bir tip olarak kalıyor.

(Romanın sonunu öğrenmek istemeyenler lütfen bundan sonrasını okumasın.)

Tüm bunları geçelim ve kitabın ona adını da veren önermesine gelelim. Roman, askeriyenin karşı kutbuna bir tür "otonom bölge" olarak bir Rum köyünün harabesini yerleştirerek nihayet onu sembolik manada dirilterek ne söylüyor? Militarizmin panzehiri ya da en azından protestosu olarak asker postalı altında can çekişen fakat yine de halen nihai yıkıma direnen Rum kültürüne ses vermek ve aynı zamanda onun sesini duymak, sesteş olmak, yazarın yine fazlasıyla otobiyografik bir uzantısı değil mi? Yeniden duyulacak çan seslerinin bize (yani herkese değil de, kendini militer zihniyete tamamen teslim etmemiş olanlara) iyi geleceği hayali, ne bileyim,  biraz fazla iddialı değil mi? Hele ki Rum kültürünün sembolü olarak kampanayı seçmek, yani Antik Yunan'dan bugünün Yunan devrimcilerine uzanan Hristiyanlık-dışı birikimi ve çoğulluğu yok sayarak Rum kimliğinin sembolünü kiliseye indirgemek, künyeden kaçarken haça, askerlik şubesinden kaçarken vaftiz kurnasına tutulmak ne derece sağlıklı? Hangisi bizim dostumuz ve yoldaşımız: Aris Veluhiotis mi, Alexis Grigoropoulos mu, yoksa Patrik Hazretleri mi? İşte bu nedenle de, yani altını yeterince dolduramadan, geliştirmeden getiriverdiği bu sürpriz çözüm önerisi açısından da pek de hedefi tutturabiliyormuş gibi durmayan bir roman Kampana.

[1] Örneğin Türkçe'ye kazandırılmasına katkıda bulunduğu Kazancakis'in Çileci'sinden yapılan uzun alıntı.

[2] Ki yazarın bu yönde referansları da mevcut. Örneğin Bandista'nın Maya parçasından hatırladığımız "uyku, inkar ve hipnoz" (sf 82).

[3] Örneğin: "Aması muamma, aması belki onlardır âmâ, aması bir soru işareti kuyruğu zihnimi yaran bir kama, bundandır hasretim tama..." (sf 10)

26 Şubat 2018 Pazartesi

Unutkan Ayna - Gürsel Korat

Ermeni soykırımı, ülkenin üzerine bina edildiği tarihsel bir moment olmanın ötesinde çok önemli bir siyasal ayraçtır da: Kendini sol, liberal, İslamcı, yurtsever vb. olarak tanımlayan her görüşten insanın ideolojik boyasını kazıyarak daha derinlerde yatan zihinsel sistemini ortaya çıkarıverir. Buradan kastım, örneğin kendine sosyalistim diyen ama iş soykırıma gelince yan çizen ve devletçi pozisyon alanların ifşasından ibaret değil, mevzunun sıklıkla sıkıştırıldığı çerçeve bu olsa da. Kişinin ürettiği söylem vasıtasıyla 100 yıl sonra bile sancısı sosyal ve politik olarak hissedilen büyük bir yaraya nasıl teşhis koyduğu/reçete sunduğudur aslolan. Okuru (artık hedef kitle olarak kimi seçtiyse) vicdan muhasebesine mi, diyaloğa mı, nedamet getirmeye mi çağırdığı; suçu İttihatçılığa mı, İslami fanatizme mi yıktığı yoksa gri alanlara (söz gelimi Ermeni çetecilerin de masum olmadığına) ya "büyük resme" (soykırımdaki Alman sorumluluğuna) mi odaklandığı gibi sorular üzerinden çıkar ortaya söz konusu "zihinsel sistem". Söz konusu söylem edebiyat düzeyinde üretiliyorsa iş daha da karmaşıklaşır, dil, kurgu vb. gibi teknik hususlar da nihayetinde konuya bağlanacaktır. Örneğin anlatılan felaketle rekabete giren işlemeli bir dil tepki çekebilir ya da netameli hususları atlamayı başarabilen bir kurgu okuru yazarın istediği pozisyona çekmekte fayda sağlayabilir, gibi...

Ermeni meselesine değinen Baba ve Piç, Gırnatacı gibi romanları okumuş biri olarak, Orhan Kemal Roman Armağanı da almış Unutkan Ayna'ya da işte kafamda bu sorularla başladım. Vardığım sonuç ise oldukça ilginç: Çünkü hiçbir yere varamadım. Kendisi de bizzat Kapadokya yöresinden olan yazarın oldukça iyi bildiği yöresel coğrafya ve tarihten faydalanarak ortaya çıkardığı anlatının neredeyse hiçbir şey söylememesi mümkün olabilir mi? Olabiliyormuş. Roman, yazarın Ermeni meselesi üzerine (bilinçli ya da bilinçdışı olarak sunduğu) tezlerini/tespitlerini ortaya koymak yerine, odağına soykırımı alan bir tür macera romanı gibi işliyor. Evet, soykırımın bölgede nasıl yaşandığına dair bir tarihsel roman işlevi görüyor, yaşanan acılara bakmaktan korkmuyor ve halkların kardeşliği vurgusunu da eksik etmiyor; fakat 270 sayfalık romanın ana aksı, herhangi bir macera romanında da söz konusu olabilecek bir "meraklandırma" stratejisi üzerine inşa ediliyor ("Acaba tabutta ne var?" "Acaba X'i yakalayacaklar mı?" "Y acaba Z'yi ele verecek mi?" vs.). Oysa soykırım gibi coğrafyası çok geniş bir "fiil"in belirli bir bölgedeki gerçekleşme biçimine odaklanmak beraberinde çok farklı tartışmalar getirebilirdi. Söz gelimi, Rum nüfusun Ermeni nüfusu kat be kat aştığı bu coğrafyada, din kardeşlerinin kırıma uğraması esnasında Rumların nasıl bir tavır sergilediğinin ortaya konması (ya da speküle edilmesi) çok farklı tartışmaları beraberinde getirebilirdi. Fakat yazar tek bir Rum devrimci karakteri -görece- ön plana alıp iyi bir insan yaparak ayağına taş değmeden bu tür tartışmalardan sıyrılmayı tercih etmiş.

 Peki bu hiçbir şey söylememe bize ne söylüyor? Bence şunu: Artık 1915'i konu aldığınızda "ezberleri bozmak" zorunda kalmayacağınızı, sırf "soykırım" lafı ettiniz diye ölüm tehditleri almayacağınızı. Soykırımın artık Türk edebiyatı için "olağan" bir konu haline geldiğini.

İşin kötü tarafı, bu durumu kabullenip romanı "olağan" bir anlatı olarak incelediğimizde de durumun hiç iç açıcı olmaması. 270 sayfa boyunca "edebi" cümlelerin sayısı iki elin parmağını zor geçiyor. Kötü tespitlerin [1] ve hatta teatral repliklerin [2] yanında bütün kitap olay örgüsünün anlatımına dayalı, öyle ki çok ama çok yoğun diyalog içeren romanda diyalogların da ana fonksiyonu olay örgüsüne hizmet etmenin ötesine çok az geçebiliyor. Elbette bir metnin "edebi" niteliği yalnızca dili ya da kurgusu oranında artıp azalmak zorunda değil. Basit bir dil ve sade bir biçim de bir tercih meselesidir. Fakat bu noktada en azından romanın bir "tema"sının olmasını bekleme hakkı vardır okurun.  Bu bağlamda okur, romanda merkezi bir yer tutacakmış gibi görünen "fotoğraf" unsuru etrafında ve toplamda belki yüzü bulan her bir alt bölümün başına özenle dizilmiş (teknik olarak "edebi" nitelik arz eden tek kısım) "zaman"a dair aforizmik cümlelerde meseleyi düz olay anlatımından felsefi alana çekecek bir tema imkanı arıyor ancak hayır, bu imkanların hiçbirinin altı doldurulmuş değil. Tarihin bugünde de yaşadığını fotoğraf üzerinden söylüyor aslında roman, "1915'in fotoğrafları vasıtasıyladır ki 1915 bugünün içindedir" diyor. Fakat bunu romanın hikayesiyle çakıştırmakta (örneğin olay örgüsünü bir fotoğraf üzerinden bugüne bağlamakta) öyle başarısız kalıyor ki romanın "tema"sı koskoca romana sonradan iliştirilmiş hissi yaratıyor.

Bu yönüyle bir romandan çok bir film senaryosuna benzediğini anlıyor insan. Holocaust'un varlığını unutturmama fonksiyonu dışında hiçbir fonksiyonu olmayan bir holocaust filmi gibi, sadece soykırım gerçeğine dair hafıza tazeleyen ikinci sınıf bir filmin senaryosu hem de. Dolayısıyla okuma sonrası yazarın bir röportajda bu konuyu önce bir film senaryosu olarak düşündüğünü öğrenince şaşırmıyor. Yazar, film senaryosu fikrinden vazgeçip roman yapmaya karar verdiğini söylüyor röportajda, gelin görün ki şeklen roman formuna sokulmuş bir senaryo, senaryo olmaktan çıkmıyor.


[1] "Bazen zihnimizin yakıştırdığıyla yetinir, yanlışa varırız; bazen de zihnimiz başka bir şeyi yakıştırır ve her nasılsa, bundan da doğruya varırız." (sf 75)
[2] "Kuru kellelerden yapılmış bir kalede insan ölümü bekler ancak..." gibi Shakespearyen bir iç geçiriş düşünün mesela (sf 154).

21 Şubat 2018 Çarşamba

Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı - Murat Yetkin

Edebi ya da bilimsel bir niteliği olmayan, bir kulis gazetecisinin yazdığı bestseller adayı bir kitabı okuyup da buraya taşıyacağımı düşünmezdim. Fakat sağlıklı beslenen insanlar nasıl arada sırada bir "pis yemek" arzusu duyarlarsa, sanat filmlerinden başkasını izleyemeyen kültürlü bir vatandaş nasıl Rambo filmi karşısında kanepede uyuklamayı da sevebiliyorsa, bazen adı üzerinde "meraklısına" yazılmış kitapları karıştırmak da sanat, kuram vs. üzerine okumaya çalışmaktan kaskatı kesilmiş bir zihni gevşetici etki yapabiliyor. Hatta yeterince iyi bir entelektüelseniz, bu tür kitapları da bir janr olarak ele alıp eleştirisine girişebilirsiniz. Benim bunu da yapasım yok.



Bu tür kitapları okurken "Ulan burada yazmayan daha ne oyunlar oynanıyordur" jimnastiği yapmayı, ya da "Acaba bu masum görünüşlü kitap da daha büyük bir oyunun parçası mı" gibisinden ekstra kıllanma heyecanını falan seviyorum açıkçası. En çok da esas belirleyici dinamiklerin siyasetin görünmeyen yüzünde cerayen ettiğini hatırlamayı.

Yine de benim halihazırda var olan bir düşüncemi perçinlemesi sayesinde önemli bir katkısı oldu kitabın bana.

Çok istisnai durumlar haricinde insanlar siyasi yapılara bireysel çıkarlar/değerler üzerinden angaje olurlar. Bu, söz konusu çıkarların ve değerlerin kolektif zeminleri olmadığı anlamına gelmez. Yine çok istisnai durumlar haricinde, zaten öyledir de. Sosyalizm, vahdet-i ümmet ya da özgür Filistin vb. olsun, bunlar zaten tanımları itibarıyla kitlesel amaçlardır. Fakat nasıl ki aynı referanslara sahip olan, sözüm ona aynı şeyi amaçlayan siyasi yapılar bu referanslardan ne anladıkları doğrultusunda birleşebiliyor, ayrılabiliyor hatta birbirleriyle çatışabiliyorsa, aynı ayrım bireyler ölçeğine kadar indirilebilir. Her bir birey teorik olarak başlı başına bir siyasi birimdir ve ait olduğu siyasi yapının kalanıyla ittifak halindedir. 

Eğer üyesi olunan siyasi yapı bir okuma grubu düzeyindeyse çok da telaşa mahal yok. Fakat bu siyasi yapıların kitleleri, mali (ve varsa silahlı) güçleri büyüdükçe, faaliyet alanları genişledikçe reel politikle sınanmaya başlarlar ki bu da yukarıda belirttiğim "siyasetin görünmeyen yüzünün" belirleyiciliğini artırarak değerler zeminini oynaklaştırır. Birey için sorun tam da burada başlar: Bu oynaklığın "reel politiğin gereği" olan, siyasetin görünmeyen yüzünde cereyan eden manevralardan mı, yoksa zeminde gerçek bir sapmadan mı kaynaklandığını okuyabilmek her zaman kolay olmaz. Amaçlarımıza giden yolda, büyük kazanımlar için geçici tavizler mi veriyoruz? Yoksa amacımızdan tamamen sapmış halde, bir krize doğru mu yol alıyoruz? Taviz veriyorsak, bu tavizler ait olduğum bu yapıyı hangi noktalarda kırılganlaştırıyor ve rakip siyasetler bu kırılganlığı kendi avantajları doğrultusunda ne şekilde kullanabilir? 

İşte bu tür kitaplar siyasetin ne derece kirli olduklarını gösterip okurunu siyasetten soğutabilirse de, siyaseti bir tür diyalog sanma naifliğinden kurtarıp gerçekten öğretici, bireyin siyasal angajmanlarını romantizmden kurtaran, olgunlaştırıcı bir rol de oynayabilir diye düşünüyorum. En azından bende böyle oluyor.

18 Şubat 2018 Pazar

Türk Edebiyatındaki Anadolu - Demirtaş Ceyhun

Miladı nedir bilmiyorum, muhtemelen Anayurt Oteli'nin basımı ya da filminin vizyona girişidir diye düşünüyorum, belki sonrasında küllenen bu konuyu Mayıs Sıkıntısı harlamış da olabilir. Ama bir "aydın - taşra gerilimi" tartışmasıdır ki aklım sanat sepete ermeye başladı başlayalı döner. Bu sayededir ki Türkiye'de sanatçısı, sosyoloğu vb. asla konusu sıkıntısı çekmez, "Hele bir deniz havası alıp da geleyim," dercesine "taşraya bakar" (malum, insan olduğu yere bakamaz, baktığı yerle arasındaki mesafeyi kabul eder). Enteresandır ki çiğne çiğne bitmeyen bu sakız müthiş de verimli bir topraktır: Nuri Bilge'nin son iki filmini bu bağlama oturtması ve bunların filmografisinin en iyileri olması tesadüf olmasa gerek. Veya Hasan Ali Toptaş'ın yine aynı dil yeteneğiyle fakat bu kez İstanbul hikayeleri yazdığını düşünelim, acaba ne derece başarılı olurdu? Taşranın bu açından pornografik olduğunu da düşünebiliriz. Kentli alıcı, taşra realitesiyle haşır neşir olmaktansa kendi fantezilerine uygun taşra estetizasyonlarıyla (velev ki düğün sahnesinde Alevi deyişiyle göbek atılan Mustang örneğindeki gibi öyle bir taşra gerçekte var olmasın) kendi kendini tatmin etmeyi sever.

İşte Demirtaş Ceyhun'un bu kitabı bu aydın-taşra meselesine (ne yazık ki kapsamı 80 öncesiyle sınırlı olsa da) materyalist diyebileceğim bir yöntemle yaklaşıyor. İki açıdan materyalist: Öncelikle aydınları, ideolojilerinden bağımsız olarak, etiyle kemiğiyle somut insan halleriyle ele alıyor ve taşrayı yansıtma biçimlerini, taşrayla tanışmalarının vuku bulduğu zaman/mekan üzerinden açıklıyor. Ve bu yöntem sayesinde solcu aydınların taşra(lı)yı hapishanelerde, Kemalist aydının askerde (elbette emir eri olarak), devletin gözünden düşen/merkezden dışlanan (Refik Halid Karay gibi) bir kısmının ise sürgünde tanıdığını ve bu özgün tanışma hallerinin bu kişilerin eserlerine de yansıdığını iddia ediyor. Örneğin solcu aydınların hapishanede toprak kavgası nedeniyle yatan köylülerle çok sık karşılaşmaları üzerinden, bu toprak (aslında tarla sınırı) kavgalarını Anadolu'da feodalite varmış gibi (Ceyhun'a göre yoktur) algılamalarının birincil sebeplerinden sayıyor. Ha keza, Refik Halid'in öykülerindeki kadın portresini de yazarın sürgündeki cinsel problemlerine bağlıyor. Yakup Kadri'nin Yaban'ına getirdiği, Kemalist subayların idaresindeki askerlik bitip de emir-komuta zincirinden çıktıktan sonra o eski (yani "itaatkar") kimliğinden sıyrılan taşralının gerçek halinin Kemalist aydında yarattığı hayal kırıklığını açıklama biçimi özellikle enteresan.

İki açıdan materyalist demiştim, ilki aydının somut durumuydu. İkincisiyse Ceyhun'un eserlerden beklediği taşranın somut durumuna sadakat. Fakat bu kısımda ne yazık ki kendi ideolojik tuzağına düşüyor Ceyhun. Osmanlı'da toprak mülkiyetinin hanedana ait olması ve Batı tarihindeki anlamda bir feodalite olmaması gerçeğine "Anadolu'da tarımı Hristiyanların, hayvancılığıysa Müslümanların yaptığı" yönündeki şahsi yorumunu (tabii yazar buna "benim kendi yorumum" demiyor, bu iddiayı da gerçek sanıyor) ekliyor. Bu konudaki açıklamasıysa evlerden ırak: Yazara göre Anadolu'da Müslümanlar hayvancılıkla uğraşıyor, çünkü Türkler Orta Asya'dan beri tarihsel olarak göçebe. Kitap 1996 basım, devlet en üst merciden "Kürt realitesini tanıyoruz" diyeli üç sene geçmiş. Yazar -ki kendisi bir sosyalist- Kürtleri gerçekten de "Dağ Türkleri" sanıyor olabilir mi? Lazların, Arapların varlığından habersiz olabilir mi? Kaldı ki Anadolu'daki "Türklerin" ciddi bir kısmının İslamlaşmış Hristiyan olduğunu nasıl göz ardı eder? Hristiyanlar Türkleşirken tarihsel birikimlerini de buna uygun olarak yeniden mi biçimlendirdiler acaba yazara göre? İşte bu noktada yazarın kendi somut durumuna ilişkin paradoksu ortaya çıkıyor: Somut Anadolu'yu arayan yazarın kendisi de Anadolu gerçeğini kendi ideolojik koşullanmaları doğrultusunda çarpık algılıyor.

8 Şubat 2018 Perşembe

Necati Tosuner - Sisli ve Sonrası

Tosuner'i "Kambur" öyküsüyle tanıdığımda mutlaka okunmalı diye not etmiştim. Bir sahafta rast gelerek okudum "Sisli ve Sonrası"nı. "Bütün Eserleri - Cilt 2" olarak hazırlanmış bu derleme, yazarın "Sisli", "Necati Tosuner Sokağı" ve "Çılgınsı" adlı üç kitabından oluşuyor. 

Hakkında hislerim karışık. Dil ağrıyan dişle oynar, kabul. Tosuner'in engelliliğinin de edebiyatının merkezinde olmasına bu açıdan hiçbir itirazım yok. Sonuçta engellilerin sorunları ırksal, ulusal, cinsel kimlik ayrımcılıklarıyla aynı kategoride ele alınamayacak kadar materyaldir: Diğer tüm kimliklerin problemleri toplumsal bağlamın değişmesiyle beraber ortadan kalkabilirken iken engellinin hayatı yalnızca "kolaylaştırılabilir". Bu bağlamda diğer kimliklerden olup da eserlerini salt bu doğrultuda çıkaran onca sanatçı varken engelli bir edebiyatçının da öykülerinin merkezine engelini alması kadar anlaşılır bir durum olamaz.     

Tosuner'in dili oldukça iyi, düpedüz şiire geçtiği kısımlarda da gördüğümüz gibi hayli şiirsel. Öte yandan, herkesin elinde bir sanat terazisi varsa eğer, benimkinin kalibrasyonuna göre bir eserin ağırlığını artıran başlıca niteliklerden biri "ele alınan konunun açımlanabilirliği" olsa gerektir. Bir başka deyişle, yazarın şahsi gözlemlerini/sorunlarını tümevardırarak, okurunu kendi şahsi bağlamına çağırmaktan ziyade okurun ayağına (kendi bağlamını da içeren daha geniş bir panoramayla) gidebilmesi gerekir. Yaratıcılık en çok burada ortaya çıkar. Şüphesiz dilin, kurgunun vb. benzersiz kullanımları da yaratıcılıktır. Fakat yaratıcılığın bununla sınırlı kalması, bana kimi fotoğraf sanatçılarının muhteşem ışık, açı, derinlik kullanımlarıyla ana babalarının portrelerini çekmesi gibi gelir. Bu açıdan günlükleri, mektupları, sevgiliye yazılmış şiirlerin kamuya sunulmasını, bizzat yaşanmış hikayelerin başka isimler altında fakat aynı olay örgüsüyle eserlere yedirilmesini de edebi bulmam, velev ki muhteşem çözümlemeler, nakış gibi işlenmiş bir dil vesaire bulunduruyor olsun. Kazancakis'in El Greco'ya Mektuplar'ını ya da Marquez'in Anlatmak için Yaşamak'ını okuduğumda, yazdıkları birçok şeyin bizzat biyografilerinde de yer aldığını gördüğümde yaşadığım hayal kırıklığını hala unutamıyorum. Bu bana halihazırda yapılmış bir espriyi bambaşka kişilerin yanında yine yapmak için fırsat kollayan ortam çakallarını hatırlatıyor. Bu nedenle, söylediğim gibi Tosuner'in öykülerinin ciddi bir kısmını şahsi tecrübeleri üzerine inşa etmiş olmasını onun özelinde anlaşılır bulmakla beraber, öykülerin sanatsal değeri benim açımdan fazla yükseğe çıkamıyor.

Fakat edebi bir eserden ziyade bir psikolojik veri olarak bakıldığında, engelliliğe dair çok şey söylüyor bu kitap. Özellikle dikkatimi çeken şey: İnsanın ölümsüzlük arayışının biyolojik boyutu olan aşk kılıfına girmiş üreme içgüdüsünün Tosuner'deki kritik konumunun onu dolaştırdığı isyan-kabullenme-depresyon fazları arasında kendini yer yer gösteriveren inkar. Özellikle de bir kitabının adını "Necati Tosuner Sokağı" koyup aynı adlı öyküde yer alan "potansiyel Necati Tosunercikler taşıyıcısı"nı, yani arzu nesnesi olan kadını o sokakta oturtma fantezisi üzerine ne kadar konuşulsa az. Bir kadınla birleşip üremek yerine edebiyatıyla kendini yeniden var ederek bir sokak isminde ölümsüzleşmek arzusu, bunun en basit işgüdüsel okuması olacaktır. İşin bir de şöyle enteresan bir boyutu yok mu: Öyküdeki kadını yaratan tanrının, kendi yaratımının izlerini taşıyan yeryüzüne bizzat kendi yarattığı o kadına duyduğu arzuyla inerken, tanrı olduğunu gizlemesi, mitolojide Zeus'un dünyaya çeşitli formlarda inerek fanilerle çiftleşme stratejilerine ne kadar da benziyor. Tam bu noktada, Tosuner'in Zeus gibi çiftleşememesinde yani, tanrıların yeryüzüne düşmüşlük çağında yazarın da kendi kurduğu evrenine dikey bakamayışı nasıl da kendini ele veriyor. İşte öyküler başta söylediğim soyutlamalara sahip olsa, daha bu tür çok tartışma açma potansiyeline sahip Tosuner'deki edebiyat-varoluş ilişkisi. Ama ne yazık ki, olmuyor.

1 Şubat 2018 Perşembe

Dans Ediyor Bir Hane - Orçun Türkay

Ülke olarak sanatla ilişkimiz sakattır. Bulmaca çözerken "yedinci sanat" sorusuna "sinema" diye yapıştırırız ama diğer altı sanatı saymaya kalksak zorlanırız. Örneğin Manisa'da büyümüş bir ergen olarak o güne dek estetik bir mimari görmediğim için lisede babası mimar olan bir arkadaştan mimarinin bir sanat olduğunu öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlığı hala unutamıyorum.

Burası işin kolay kısmı. Yetişkinliğe eren, hele hele üniversite okuyan birçok insan estetik değerlerden yoksun bir hayat sürmeye devam etse de en azından kategorik olarak sanatsal olan/olmayan ayrımını yapabilme kabiliyetini ediniyor. Fakat bu dediğim geleneksel sanatlar için geçerli tabii. Ya peki, söz gelimi, kavramsal sanat veya performans sanatı? Sanatın sosyal, psikolojik ve mekansal sınırlarını zorlayan işler? Fiziksel ya da zihinsel olsun, sanatın alıcısından da efor bekleyen bu tarz işler çıkaran bir sanatçının Türkiye'de alacağı en pozitif tepki "Bu kişi ne yapmak, nereye varmak istemektedir?" çıkışması olmayacak mıdır?

İroni bir tarafa, her an bir öncekini "aşma" zorundalığının sanata değil akademiye mahsus olduğunu da düşünürsek, gerçekten de denklemin en önemli girdilerinden biri olan alıcı kitlesinin kültürel sermayesi dikkate alınmadan yapılan çalışmaların "sanatsal ürün" değil "uygulamalı bilim" olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan değerlerini teslim ediyorum, sanattaki teknik tıkanmaların aşılması bu tür deneylerle mümkündür. Ancak bu yenilik önerileri teknik düzeyde kalmaya mahkumdur. Aslolan bu teknik yeniliği güçlü bir içerikle buluşturabilmektir.

Dans Ediyor Bir Hane'nin tanıtım yazısında bu "bilimsel ürün" tanımına tam olarak oturan bir kısım var: "...özellikle edebiyat entelektüellerinin ilgisini çekecek. Çünkü günümüz anlatısına yepyeni bir perspektif önerisi sunuyor." diyor arka kapak. Bir kitabın edebi olmaktan çok edebiyat üzerine konuştuğu daha iyi ifade edilemezdi.

Dans Ediyor Bir Hane, bir evin içerisinde, üç boyuta dördüncüsü olan zamanı da dahil ederek gezinirken enteresan teknik tartışmalar açıyor: 

İlkin, nesnelerin insanı perdelediği bir anlatının aslında neyi anlattığını sorguluyor okur. Kitap, insanın objeleştiği bir dönemde "insan hikayesi" ile "nesne hikayesi" anlatmanın bir farkı yoktur diyen kocaman bir mecazdan mı ibaret? Yoksa yazardan bir olay örgüsü bekleyen müşteri-okurluğa bir protesto olarak, ya da okura yazarın yarattığı nesnel evrende gezme hakkı tanıyarak onu yazarın ideolojik müdahalesinden özgür bırakan, ancak bu özgürlüğün doğal sonucu olarak "olay"a dair ipuçlarını toplama sorumluluğunu da ona yükleyiveren bir manifesto mu? Yine bunlarla bağlantılı olarak, okuru alabildiğine yoğun betimleme ve salt okuma eylemiyle deşifre edilemeyecek geometrik detaylarla yorarken bölüm sonlarına bırakılmış kısa insani detaylar ile rahatlatarak tasvir-hikaye dengesinin sınırlarını araştırıyor olabilir mi?

Bunlar verimli sorular. Bu tür kitapları işte bu açıdan önemli buluyorum. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi sanatsal olmaktan çok sanatı irdeleme iddiası taşıyan, bilimsel sorular. Sanatsal haz içermiyor.