26 Şubat 2018 Pazartesi

Unutkan Ayna - Gürsel Korat

Ermeni soykırımı, ülkenin üzerine bina edildiği tarihsel bir moment olmanın ötesinde çok önemli bir siyasal ayraçtır da: Kendini sol, liberal, İslamcı, yurtsever vb. olarak tanımlayan her görüşten insanın ideolojik boyasını kazıyarak daha derinlerde yatan zihinsel sistemini ortaya çıkarıverir. Buradan kastım, örneğin kendine sosyalistim diyen ama iş soykırıma gelince yan çizen ve devletçi pozisyon alanların ifşasından ibaret değil, mevzunun sıklıkla sıkıştırıldığı çerçeve bu olsa da. Kişinin ürettiği söylem vasıtasıyla 100 yıl sonra bile sancısı sosyal ve politik olarak hissedilen büyük bir yaraya nasıl teşhis koyduğu/reçete sunduğudur aslolan. Okuru (artık hedef kitle olarak kimi seçtiyse) vicdan muhasebesine mi, diyaloğa mı, nedamet getirmeye mi çağırdığı; suçu İttihatçılığa mı, İslami fanatizme mi yıktığı yoksa gri alanlara (söz gelimi Ermeni çetecilerin de masum olmadığına) ya "büyük resme" (soykırımdaki Alman sorumluluğuna) mi odaklandığı gibi sorular üzerinden çıkar ortaya söz konusu "zihinsel sistem". Söz konusu söylem edebiyat düzeyinde üretiliyorsa iş daha da karmaşıklaşır, dil, kurgu vb. gibi teknik hususlar da nihayetinde konuya bağlanacaktır. Örneğin anlatılan felaketle rekabete giren işlemeli bir dil tepki çekebilir ya da netameli hususları atlamayı başarabilen bir kurgu okuru yazarın istediği pozisyona çekmekte fayda sağlayabilir, gibi...

Ermeni meselesine değinen Baba ve Piç, Gırnatacı gibi romanları okumuş biri olarak, Orhan Kemal Roman Armağanı da almış Unutkan Ayna'ya da işte kafamda bu sorularla başladım. Vardığım sonuç ise oldukça ilginç: Çünkü hiçbir yere varamadım. Kendisi de bizzat Kapadokya yöresinden olan yazarın oldukça iyi bildiği yöresel coğrafya ve tarihten faydalanarak ortaya çıkardığı anlatının neredeyse hiçbir şey söylememesi mümkün olabilir mi? Olabiliyormuş. Roman, yazarın Ermeni meselesi üzerine (bilinçli ya da bilinçdışı olarak sunduğu) tezlerini/tespitlerini ortaya koymak yerine, odağına soykırımı alan bir tür macera romanı gibi işliyor. Evet, soykırımın bölgede nasıl yaşandığına dair bir tarihsel roman işlevi görüyor, yaşanan acılara bakmaktan korkmuyor ve halkların kardeşliği vurgusunu da eksik etmiyor; fakat 270 sayfalık romanın ana aksı, herhangi bir macera romanında da söz konusu olabilecek bir "meraklandırma" stratejisi üzerine inşa ediliyor ("Acaba tabutta ne var?" "Acaba X'i yakalayacaklar mı?" "Y acaba Z'yi ele verecek mi?" vs.). Oysa soykırım gibi coğrafyası çok geniş bir "fiil"in belirli bir bölgedeki gerçekleşme biçimine odaklanmak beraberinde çok farklı tartışmalar getirebilirdi. Söz gelimi, Rum nüfusun Ermeni nüfusu kat be kat aştığı bu coğrafyada, din kardeşlerinin kırıma uğraması esnasında Rumların nasıl bir tavır sergilediğinin ortaya konması (ya da speküle edilmesi) çok farklı tartışmaları beraberinde getirebilirdi. Fakat yazar tek bir Rum devrimci karakteri -görece- ön plana alıp iyi bir insan yaparak ayağına taş değmeden bu tür tartışmalardan sıyrılmayı tercih etmiş.

 Peki bu hiçbir şey söylememe bize ne söylüyor? Bence şunu: Artık 1915'i konu aldığınızda "ezberleri bozmak" zorunda kalmayacağınızı, sırf "soykırım" lafı ettiniz diye ölüm tehditleri almayacağınızı. Soykırımın artık Türk edebiyatı için "olağan" bir konu haline geldiğini.

İşin kötü tarafı, bu durumu kabullenip romanı "olağan" bir anlatı olarak incelediğimizde de durumun hiç iç açıcı olmaması. 270 sayfa boyunca "edebi" cümlelerin sayısı iki elin parmağını zor geçiyor. Kötü tespitlerin [1] ve hatta teatral repliklerin [2] yanında bütün kitap olay örgüsünün anlatımına dayalı, öyle ki çok ama çok yoğun diyalog içeren romanda diyalogların da ana fonksiyonu olay örgüsüne hizmet etmenin ötesine çok az geçebiliyor. Elbette bir metnin "edebi" niteliği yalnızca dili ya da kurgusu oranında artıp azalmak zorunda değil. Basit bir dil ve sade bir biçim de bir tercih meselesidir. Fakat bu noktada en azından romanın bir "tema"sının olmasını bekleme hakkı vardır okurun.  Bu bağlamda okur, romanda merkezi bir yer tutacakmış gibi görünen "fotoğraf" unsuru etrafında ve toplamda belki yüzü bulan her bir alt bölümün başına özenle dizilmiş (teknik olarak "edebi" nitelik arz eden tek kısım) "zaman"a dair aforizmik cümlelerde meseleyi düz olay anlatımından felsefi alana çekecek bir tema imkanı arıyor ancak hayır, bu imkanların hiçbirinin altı doldurulmuş değil. Tarihin bugünde de yaşadığını fotoğraf üzerinden söylüyor aslında roman, "1915'in fotoğrafları vasıtasıyladır ki 1915 bugünün içindedir" diyor. Fakat bunu romanın hikayesiyle çakıştırmakta (örneğin olay örgüsünü bir fotoğraf üzerinden bugüne bağlamakta) öyle başarısız kalıyor ki romanın "tema"sı koskoca romana sonradan iliştirilmiş hissi yaratıyor.

Bu yönüyle bir romandan çok bir film senaryosuna benzediğini anlıyor insan. Holocaust'un varlığını unutturmama fonksiyonu dışında hiçbir fonksiyonu olmayan bir holocaust filmi gibi, sadece soykırım gerçeğine dair hafıza tazeleyen ikinci sınıf bir filmin senaryosu hem de. Dolayısıyla okuma sonrası yazarın bir röportajda bu konuyu önce bir film senaryosu olarak düşündüğünü öğrenince şaşırmıyor. Yazar, film senaryosu fikrinden vazgeçip roman yapmaya karar verdiğini söylüyor röportajda, gelin görün ki şeklen roman formuna sokulmuş bir senaryo, senaryo olmaktan çıkmıyor.


[1] "Bazen zihnimizin yakıştırdığıyla yetinir, yanlışa varırız; bazen de zihnimiz başka bir şeyi yakıştırır ve her nasılsa, bundan da doğruya varırız." (sf 75)
[2] "Kuru kellelerden yapılmış bir kalede insan ölümü bekler ancak..." gibi Shakespearyen bir iç geçiriş düşünün mesela (sf 154).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder