18 Şubat 2018 Pazar

Türk Edebiyatındaki Anadolu - Demirtaş Ceyhun

Miladı nedir bilmiyorum, muhtemelen Anayurt Oteli'nin basımı ya da filminin vizyona girişidir diye düşünüyorum, belki sonrasında küllenen bu konuyu Mayıs Sıkıntısı harlamış da olabilir. Ama bir "aydın - taşra gerilimi" tartışmasıdır ki aklım sanat sepete ermeye başladı başlayalı döner. Bu sayededir ki Türkiye'de sanatçısı, sosyoloğu vb. asla konusu sıkıntısı çekmez, "Hele bir deniz havası alıp da geleyim," dercesine "taşraya bakar" (malum, insan olduğu yere bakamaz, baktığı yerle arasındaki mesafeyi kabul eder). Enteresandır ki çiğne çiğne bitmeyen bu sakız müthiş de verimli bir topraktır: Nuri Bilge'nin son iki filmini bu bağlama oturtması ve bunların filmografisinin en iyileri olması tesadüf olmasa gerek. Veya Hasan Ali Toptaş'ın yine aynı dil yeteneğiyle fakat bu kez İstanbul hikayeleri yazdığını düşünelim, acaba ne derece başarılı olurdu? Taşranın bu açından pornografik olduğunu da düşünebiliriz. Kentli alıcı, taşra realitesiyle haşır neşir olmaktansa kendi fantezilerine uygun taşra estetizasyonlarıyla (velev ki düğün sahnesinde Alevi deyişiyle göbek atılan Mustang örneğindeki gibi öyle bir taşra gerçekte var olmasın) kendi kendini tatmin etmeyi sever.

İşte Demirtaş Ceyhun'un bu kitabı bu aydın-taşra meselesine (ne yazık ki kapsamı 80 öncesiyle sınırlı olsa da) materyalist diyebileceğim bir yöntemle yaklaşıyor. İki açıdan materyalist: Öncelikle aydınları, ideolojilerinden bağımsız olarak, etiyle kemiğiyle somut insan halleriyle ele alıyor ve taşrayı yansıtma biçimlerini, taşrayla tanışmalarının vuku bulduğu zaman/mekan üzerinden açıklıyor. Ve bu yöntem sayesinde solcu aydınların taşra(lı)yı hapishanelerde, Kemalist aydının askerde (elbette emir eri olarak), devletin gözünden düşen/merkezden dışlanan (Refik Halid Karay gibi) bir kısmının ise sürgünde tanıdığını ve bu özgün tanışma hallerinin bu kişilerin eserlerine de yansıdığını iddia ediyor. Örneğin solcu aydınların hapishanede toprak kavgası nedeniyle yatan köylülerle çok sık karşılaşmaları üzerinden, bu toprak (aslında tarla sınırı) kavgalarını Anadolu'da feodalite varmış gibi (Ceyhun'a göre yoktur) algılamalarının birincil sebeplerinden sayıyor. Ha keza, Refik Halid'in öykülerindeki kadın portresini de yazarın sürgündeki cinsel problemlerine bağlıyor. Yakup Kadri'nin Yaban'ına getirdiği, Kemalist subayların idaresindeki askerlik bitip de emir-komuta zincirinden çıktıktan sonra o eski (yani "itaatkar") kimliğinden sıyrılan taşralının gerçek halinin Kemalist aydında yarattığı hayal kırıklığını açıklama biçimi özellikle enteresan.

İki açıdan materyalist demiştim, ilki aydının somut durumuydu. İkincisiyse Ceyhun'un eserlerden beklediği taşranın somut durumuna sadakat. Fakat bu kısımda ne yazık ki kendi ideolojik tuzağına düşüyor Ceyhun. Osmanlı'da toprak mülkiyetinin hanedana ait olması ve Batı tarihindeki anlamda bir feodalite olmaması gerçeğine "Anadolu'da tarımı Hristiyanların, hayvancılığıysa Müslümanların yaptığı" yönündeki şahsi yorumunu (tabii yazar buna "benim kendi yorumum" demiyor, bu iddiayı da gerçek sanıyor) ekliyor. Bu konudaki açıklamasıysa evlerden ırak: Yazara göre Anadolu'da Müslümanlar hayvancılıkla uğraşıyor, çünkü Türkler Orta Asya'dan beri tarihsel olarak göçebe. Kitap 1996 basım, devlet en üst merciden "Kürt realitesini tanıyoruz" diyeli üç sene geçmiş. Yazar -ki kendisi bir sosyalist- Kürtleri gerçekten de "Dağ Türkleri" sanıyor olabilir mi? Lazların, Arapların varlığından habersiz olabilir mi? Kaldı ki Anadolu'daki "Türklerin" ciddi bir kısmının İslamlaşmış Hristiyan olduğunu nasıl göz ardı eder? Hristiyanlar Türkleşirken tarihsel birikimlerini de buna uygun olarak yeniden mi biçimlendirdiler acaba yazara göre? İşte bu noktada yazarın kendi somut durumuna ilişkin paradoksu ortaya çıkıyor: Somut Anadolu'yu arayan yazarın kendisi de Anadolu gerçeğini kendi ideolojik koşullanmaları doğrultusunda çarpık algılıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder