26 Aralık 2017 Salı

Ölümlü Nesneler - Saramago

Öncelikle kitabın adına takmamdan başlamalıyım. Kitabın orijinal adı "Objecto Quase", İngilizce'ye çevrilince net anlamı ortaya çıkıyor: "Quasi Object". Türkçe'ye "Nesnemsi" veya "Neredeyse Nesne" diye çevrilebilir. Hatta çeviriye kaskatı uymak gibi bir zorunluluk hissedilmiyorsa (ki Türkçe'de verilen isimden anlıyoruz ki zerre kadar hissedilmiyor), başlıkta küçük oynamalar yaparak esas anlamın yarattığı duyguyu daha iyi vermek de mümkün. "Hani Neredeyse Nesne", "Görsen Nesne Sanırsın" vb... Artık orası çevirmene kalmış. Ama "Ölümlü Nesneler"???

İtirazımın sebebi şu: Saramago kitaba Marx ve Engels'in yazdığı Kutsal Aile'den bir alıntıyla başlıyor: "Eğer insanlık çevre koşullarına uymak zorundaysa, bu koşullar insanca belirlenmeli." Burada "çevre" ile kast edilen şey "ekoloji" kapsamındaki dar anlam değil, bütün dışsal dünyadır. 

Şimdi biraz Marksizm. Marx, (özellikle de Kutsal Aile'yi de içeren gençlik döneminde) merkezine insanı alır. Bunun da yukarıdaki alıntının sınırladığı çerçevede "insanın insanca koşullarda yaşaması" olarak düşünülmemesi gerekir. Öncelikle, Marx'ın bütün bilgi ve varlık felsefesinin çıkış noktası insan pratiğidir. Bir başka ifadeyle Marx için insanın pratik faaliyeti vasıtasıyla etkileşimde bulunmadığı varlıklar yok hükmündedir. Marx arzu ettiği tam olarak buradan çıkarak belirler: İnsan, evrensel bir canlı olarak kendini dışsal dünyayı kullanarak yeniden yaratır. Doğa, dışsal dünya, nesneler insanın bir uzantısıdırlar, insanileşmiştirler, nesnel insandırlar. Marx'ın eleştiriye tabi tuttuğu kapitalizmde ise insan doğada kendini yeniden üreteceğine, kendini bir meta olarak yeniden üretir. Üretim ilişkileri nedeniyle insan nesneleşmiştir. Bir makina artık insanın rakibidir, çünkü insan yalnızca çalışan bir bedene, bir makinaya indirgenmiştir.

Dolayısıyla, kitabın orijinal ismi yaptığı alıntıyla beraber düşünüldüğünde, edebiyatının oyun alanı olarak Saramago'nun kapitalizmin insan ve nesne arasındaki sınırı bulandırdığı yeri seçtiğini görebiliriz. Bu anlamda kitabın İngilizce edisyonlarına seçilen "The Lives of Things" adı da kötü olmakla birlikte bir hayat sürecinden bahsettiği için bu insan-nesne muğlaklığına bir gönderme içeriyor. Oysa "Ölümlü Nesneler" gibi saçma sapan bir ismin neden tercih sebebi olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Zaten ölümsüz nesne diye bir şey yok, "ölümlülük" de zorunlu olarak bir "hayat"ın varlığına işaret etmiyor.

İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan eski baskısının adının "Kısırdöngü" olmasına müsaadenizle hiç girmiyorum.

İsminin çevirisini bu kadar eleştirdikten sonra içeriğe bu kadar kapsamlı girmeyecek olmamsa benim değil Saramago'nun suçu. Bu nedenle lafı Saramago'da benim tespit ettiğim genel özelliklerden açalım. 

Açıkçası, Nobelli mobelli fark etmez, bence Saramago kalburüstü bir edebiyatçı ama daha fazlası değil. Önce övgü: Ben Samarago'nun konu seçimlerinde özgün olduğu kadar, anlatısının ölçeğiyle kurduğu ilişkiyle de takdire şayan olduğunu düşünüyorum. 

"Ölçekle kurduğu ilişki" derken şunu kast ediyorum: Her anlatının zaman ve mekanı, hele ki anlatının odağında sıradışı bir olay bulunuyorsa, teknik zorunluluk gereği sınırlanmalıdır. Örneğin Kafka'nın Dönüşüm'ünü ele alalım. Dönüşüm, bir insanın böceğe dönüşümünü bir evde başlayıp aynı evde bitirir. Böcek evden dışarı çıkamadığı gibi, evin dışarıyla ilişkisi de sınırlanmıştır. Çünkü aksi takdirde daha fazla karakter, daha fazla olay vb. devreye girecek, sorgulama alanı da genişleyecektir. Samsa'dan başka böceğe dönüşen var mı? Neden yok? İleriki günlerde olacak mı? Olay gazetelerde yer alacak mı? Toplumun reaksiyonu nasıl olacak? Konu hakkında tıpçı, ilahiyatçı vb. karakterler konuşacak mı? Mekan genişlediği anda buna benzer sorular da geçerlilik kazanmaya başlar ve yazarın olayı tartışmak istediği çerçevede tutabilmesi zorlaşır.

İşte Saramago, yarattığı dünyanın istediği kısmına istediği zaman yakınlaşıp odaklanabilirken istediği zamansa ölçeği büyütüp büyük resmi anlatabilmesiyle takdiri hak ediyor bana göre. Körlük'ü düşünün: Körlük, bir adamda gerçekleşerek metaforik bir anlamla sınırlı kalmıyor. Yine anlatıcıyı rahatlatmak üzere çokça tercih edilen "Bir adaya düşen / ıssız bir köyde yaşayan / uzak bir dağda kamp yapan ... karakterler kör olmaya başlar" kolaycılığına da kaçmıyor. Adam araba sürerken, kent hayatının orta yerinde kör oluyor. Bitmiyor, körlük toplumsal bir olay olarak ele alınıyor. Elbette sonrasında körlerin yerleştirildiği kamp vasıtasıyla mekan yine daraltılıyor, fakat olay orada başlamadığı gibi orada da bitmiyor. Saramago'da ölçek her zaman geniş, olay en geniş anlamıyla toplumsal tutuluyor. Ve tam da burada, sırf anlatının ölçeği büyük diye "ana karakter" kullanmaktan imtina etmiyor Saramago. Öznel deneyimlerine şahit olabileceğimiz ana karakter vasıtasıyla bireysel ve toplumsal kaderler bir Marksiste yakışır şekilde örtüştürülüyor. 

Fakat Saramago olay'ı derinleştirmeyi unutuyor. Aslında yukarıda belirtildiği gibi bunu yapabilecek olanağı var, ana karakterin öznel deneyimiyle toplumsal değişimi örtüştürme olanağı. Fakat Saramago'da öznel deneyim hemen hemen hiçbir şey ifade etmeyen (bu nedenle yan-öykü denmeyi dahi pek hak etmeyecek) faaliyetlerin arasında kaybolup gidiyor.  

Ortaya bir düşünce deneyi atıyor Saramago, sözgelimi "bir gün uyansanız ve sol elinizin olmadığını fark etseniz ne olurdu?" diyor. Çok enteresan tartışmaların fitilini ateşleyebilecek bu soruya Saramago'nun yanıtı şu düzeyde gidiyor: "Önce şok olurdunuz. Sonra kahvaltınızı yapardınız. Kahvaltı dediğime bakmayın, sütsüz kahve ve bir iki tarçınlı kurabiye. Tuvalete de giderdiniz mutlaka. Günün gazetenizi tek elle okurken biraz zorlanırdınız. Sonra otobüse binip..." Ulan el gitmiş el! Büyütsene şu tartışmayı, bize ne tarçınlı kurabiyeden? İşte bu gereksiz detaylar Saramago'nun bütün öykülerini boğuyor. Metni süzmüyor, inceltmiyor, "Bu cümle gerçekten gerekli mi," diye sormuyor Saramago.

İşte bu kitap da böyle öykülerden oluşuyor. Toplamda altı öykünün yalnızca üçü ilginç diyebiliriz. Bunlardan birincisi, sürücüsünün kontrolünü ele alan bir arabayı anlatan Ambargo. Bir diğeriyse hemen (üçüncü öyküye sonra geleceğim) hemen aynı konuyu işleyen, yani yine kontrolden çıkıp insanlardan bağımsız davranmaya başlayan nesneleri anlatan (müthiş yaratıcı ismiyle) Nesneler. Bu iki öykü kitabın odağına aldığı meseleye de, benim Saramago değerlendirmeme de en yakın olanlar. Her iki öykünün de mekanları geniş, öykü boyunca bütün bir kenti dolaşıyoruz karakterimizle beraber. Peki nereye varıyoruz? Pek de bir yere değil, biraz meta fetişizmine, biraz (başta da anlatılan) nesne-insan sınırlarının muğlaklığına. Pekiyi Marx'ın yüz yıl önce yaptığı bu tespitlere bir virgül dahi olsun ekleniyor mu? Maalesef hayır.

Geriye kalan öykülerden ikisine hiç girmiyorum çünkü üzerlerinde konuşmaya değmeyecek kadar çok kötüler. Başka bir tanesi (Kısırdöngü) ilginç olabilecekken, tam da Saramago'yu övdüğümüz noktanın, yani bir karakterin öznelliği ile büyük resmin birlikte gösterilebilmesinin, büyük resim lehine kaybı dolayısıyla oldukça kötü bir öykü olup çıkıyor.

En iyi öyküyse ilk öykü olan Sandalye. Ülkesindeki diktatörün ölümüne sebep olan sandalyeye övgü olarak yazılmış bu öykü, kitabın merkezine aldığı meseleyle uyuşmuyor aslında, fakat yazarın Salazar'ın ölümünden aldığı hazzı satır satır öyle hissettiriyor ki, insan imrenmeden edemiyor.

25 Aralık 2017 Pazartesi

Perihan'la Alakadarlar Cemiyeti - Ferat Emen

Diyelim ki küçükken anneniz babanızı av tüfeğiyle vurmuş. Öyle herkese söylemiyorsunuz. Ezbere bir yalanınız var, babam trafik kazasında öldü. Yıllar içinde kazaya dair detaylar bile geliştirmişsiniz, ne kadar detay verirseniz gerçeklikten o kadar uzaklaşıp rahatlıyorsunuz çünkü. Veya lisede bir arkadaşın cebinden bir miktar para araklamışsınız, ortaya çıkınca adınız hırsıza çıkmış, yıllar boyunca alay edilmişsiniz. Sırtınızdaki bir çocukluk hastalığından kalma büyük yara iziniz yüzünden vücudunuzdan utanıyor da olabilirsiniz, her sene yaz gelmesin diye dua ediyorsunuz ki kısa kollular, şortlar giyilmesin. Arkadaşlar denize çağırınca bahane bulmak zorundasınız. Ulu orta konuşmadığınız, "kendimle barışığım" gösterisi yapamadığınız bir veya birkaç travma. Herkesin vardır.

Şimdi bir de arkadaş ortamı gelsin gözünüzün önüne. Yakın dostlar birlikte. Laf lafı açıyor, birinin aklına konuyla ilgili komik bir fıkra, bir anekdot geliyor. BAM. "Av tüfeğiyle götünden vurmuş!" diyor fıkrada. BAM. "Amına koduğumun hırsız piçi, bir de bacak kadar bişey" diye anlatıyor arkadaş. BAM. "Hatunu soydum ki bir baktım sırtında cılk yara, aynen geri giydirip yolladım." Herkes gülüyor. Travmanızdan habersizler. Dostunuzun kötü bir niyeti yok. Bu yüzden siz de güler gibi yapıyorsunuz. Ama canınız pis sıkılıyor. 

Bir başka arkadaş ortamı. Yine sizin camia. Ama içinde pislik tipler de var. Aranızın kötü gittiği biri var mesela. Laf lafı açıyor, bu köpek soyunun bir espri yapacağı tutuyor. Veya bir anısını anlatacak. BAM. O esnada gözlerinizin içine bakıyor. Gözlerinde hastalıklı bir ifade. Dudaklarının kenarında kusmuk sızar gibi bir sırıtış. Şerefsiz. Travmanızı biliyor. Daha önce birine anlatmışsınız. Onun da kulağına gitmiş işte. Avcuna düşmüşsünüz bir kere. En rahat hissetmeniz gereken ortamında sadizmin doruğuna varıyor. Alenen "Senin şöyle bir travman var," dese, bilen bilmeyen herkese duyursa bu kadar ızdırap veremeyecek, biliyor. Kıvrandırmak daha zevkli.

allahın sadisti
İşte Ferat Emen de bizim edebiyatımızın sadist ruhlu herifi. Öykü değil fıkra anlatıyor. Şerefsiz adam fıkraları. Bazen güldürüyor da. Hatta çoğu zaman. Dinlendirip dinlendirip dövüyor çünkü. Her şeye rağmen dünya güzel bir yer, diye düşünmeye başladığın anda hissetmiş gibi kendini hatırlatıyor. Dondurma kasesindeki kıl gibi. Tam hatunla buluşacağın gün burunda çıkan öküz gibi sivilce ya da. Patlatmaya çalışınca daha pis kızarıp büyüyor. 

Kimilerine göre Haneke çok rahatsız edici olabilir. Ferat Emen Haneke'yi rahatsız etmeye oynuyor. Mahallede top oynayan bacak kadar veletlerin oyununa karışan lümpen mahalle abisinin şerefsizliğiyle öykülerin akışını bozuyor. Olmayacak yerde bir küfür savuruyor. Saçma sapan karakterleri yan yana oturtuyor. Ertesi gün gireceği sınavın stresiyle uykuya dalan çocuğun rüyasında iflas eden Meksikalı bir tekstil devi olduğunu görmesinin manidar mantıksızlığı gibi.

Perihanla Alakadarlar Cemiyeti'ni ikinci kez, aynı heyecanla okudum. Aradan belli bir süre geçsin, üçüncü kez de okurum. Hüsniye Hanım'ın Ağzı'nı birine vermişim sanırım, bulsam onu da okuyacaktım. Teknik ve içerik olarak günümüz yazarları arasındaki tek özgün kalem Ferat Emen. Böyle topluma böyle öyküler.

17 Aralık 2017 Pazar

Kabil - Jose Saramago

Kabil, Saramago'nun son romanıymış. Bir insandan artık son eserini yazıyor olduğunun farkında olmasını, hele hele bu farkındalığı bir bilince dönüştürerek son noktayı bir başyapıtla koymasını beklemek biraz haksızlık. Kimse "Bu eserden sonra zaten ölürüm" psikolojisiyle yaşamak istemeyeceği gibi, büyük zihinlerin bir "Ömrüm vefa ederse şunu da yapmak isterim" projesi de hep vardır muhakkak. Yine de insan o sahneden çekiliş anında avuçları patlayıncaya kadar alkışlamak istiyor. Bu da büyük ölçüde saygıdan tabii, o büyük isimleri "Onun zaten bitmişti," diye anmamak için. Ama bir de aydınların dümdüz bir çizgiye benzeyen bir bilgelik yolunda yürüdüğünü düşünüyor insan ister istemez, dün anlam dünyamızı onca zenginleştiren biri zihinsel olarak gerilemediğine göre bugün neler yapmaz, vs... Fakat öyle olmuyor, belki yaşlılığın yorgunluğu ince işçiliği baltalıyor, belki de tam da o beklediğimiz bilinç ters bir etki yapıyor ve son eserler bir yetiştirme telaşının içinden yeterince işlenmemiş olarak çıkıveriyor.

Kabil bende bu etkiyi yarattı. Bir edebiyat devinin son romanında Eski Ahit'i bir odyssey'e çevirmesi, hele ki Habil/Kabil hikayesi üzerinden, tüyleri diken diken eden bir fikir. Hakkını teslim etmem lazım, fikrin forma yansıması muazzam. Hikayeler oldukça pürüzsüz. "Fırsat bulmuşken konu üzerine düşüncelerimi boca edeyim" cazibesine kapılmadan kutsal kitapların kıssa formundan şaşmayan bir metin. Tabii ki sonuçta adam Saramago, ilk kitabını yazan heyecanlı bir gençten söz etmiyoruz ki düşmediği tuzakla övmenin bir mantığı olsun.
İçerik olarak varoluşçu bir kitap demek kolaycılık mı olur bilmiyorum ama diyeceğim. Camus'nün Yabancı'sındaki Mersault'nun işlediğine çok benzer bir saçma cinayetin faili Kabil'in "anlam"a saldırısı bana bunu dedirtiyor. Buradan yine forma dönersek, yaratılanın yaratana onun metninde savaş açması Camus'nün açtığı yolu bir adım ileri de götürmüş oluyor (Camus bu savaşı yargı ve rahip önünde yapıyordu). Odyssey izleği kullanılarak varoluşun bütün saçmalıklarının şimdiki zamanda üst üste bindirilmişliği, yani bugünün bireyinin geçmişin ve geleceğin günahlarının, saçmalıklarının, genel olarak tarihselliğinin sorumluluğu içerisinde sıkışmışlığının resmedilmesi de çok etkileyici.

Fakat... İki paragraflık övgünün forma odaklanması rastlantı değil. Saramago'nun ironisi, nasıl desem, yeniyetme ateistin dinle alay etme heyecanını biraz fazla andırıyor. Hele ki Kabil sahneye çıkana kadarki Adem ve Havva bölümleri şoke edici ölçüde zayıf. En kötüsü de "babayı öldürmek" dürtüsüyle hareket eden Kabil bu (varoluşsal) sancıyı hiç yansıtmıyor, başından sonuna kadar kararlı, tüm davranışları tutarlı. İnsan, hele ki kitap öyle ya da böyle bir "yol hikayesi" iken, ana karakterin yol boyunca açmazlara düşerek, acılar çekerek, dersler çıkararak vb. olgunlaşmasını bekliyor. Yine Yabancı'ya döneceğim: Evet, Mersault da ilk sayfadan sonuna kadar aynı insandı ama o bir insan değil kendine edebiyatta temsil bulmuş, "vücuda gelmiş bir düşünce"ydi. Zaten biraz da bu nedenle felsefi olarak güçlü fakat edebi olarak vasat bir kitaptır Yabancı

Bu yüzden o "son" kitaptan beklediğim gibi bir başyapıt değil Kabil. Sanıyorum Saramago da bu "son" kitabı sana bana değil de Tanrı'ya yazdı, sırf bak o "son" geldi ve sana yenilmedim, nanik, diyerek dil çıkarmak için.

13 Aralık 2017 Çarşamba

Türk Hikaye Antolojisi (Der. Seyit Kemal Karaalioğlu)

Türkiye'nin edebiyat tarihinde bir "devler ligi" varsa, bu ligde çok çok on, bilemedin on beş yazar var. Buna karşın ikinci ligde, yani berbat yazmayan, kendini okutmayı başarabilen, fakat eşe dosta tavsiye etmeyi gerektirmeyecek, dönüp dönüp bakma arzusu uyandırmayacak sanırım ik-üç yüz kadar yazar vardır. Edebiyatı bir boş zaman aktivitesi olarak geçirmeyen, bir ülkenin edebiyat tarihine üç aşağı beş yukarı hakim olmak isteyen biri için fazla kalabalık bir toplam bu. Her yazarın derdine, tarzına dair bir fikir sahibi olabilmek için birer kitaplarını okumaya kalkmak bile yıllar süren bir macera anlamına geliyor. 


İşte bu noktada antolojiler giriyor devreye. Daha önce okuduğum Çağdaş Yunan Edebiyatı Antolojisi'nin yeni Yunan yazar keşfetmemde bana sağladığı faydadan hareketle sahafta Türk Hikaye Antolojisi'ni görünce hemen atladım. Ne de olsa iyi öykücü de, kötü öykücü de kendini iki sayfada bile gösterebiliyor. Fakat her öykücünün dönemleri var. Örneğin Sabahattin Ali'nin Atsız çevresindeyken yazdığı öyküleri hakikaten berbattır. Bu derlemenin en büyük eksikliği, yer verilen öykülerin hangi kitaplarda/dergilerde yer aldığını ve yayın tarihini öğrenmemizin mümkün olmaması. Bu nedenle o öykünün yazarın hangi döneminin eseri olduğunu anlayamıyoruz. (Mesele Tanpınar'ı bilmeyen bir insan, onu bu derlemede yer verilen Adem ile Havva öyküsü üzerinden tanısa bir daha dönüp Tanpınar okumasının imkanı yok.) Dede Korkut'la başlayıp (gerçekten) neyse ki doğrudan Tanzimat'a atlayarak onu da hızla geçen ve Selim İleri ile biten 1984 tarihli bir derleme bu. Okuyunca yukarıda yaptığım "lig" kategorizasyonuna daha da ikna oldum. Müthiş önyargılarım sayesinde henüz tek bir satırını okumamış olduğum Demir Özlü, Halikarnas Balıkçısı, Selim İleri, Tarık Buğra gibi insanların gerçekten de okunmayı ne kadar hak etmediğini insan çok iyi anlıyor. Yine de bahsettiğim eksiklik nedeniyle insanın içinde bir "acaba?" kalıyor.


Bu acabalar bir yana bırakıldığında koca derlemeden, zaten çoktan okuduğum Sabahattin Ali, Yaşar Kemal gibi isimleri saymazsak, "keşif" babında bana yalnızca Necati Tosuner ismi kaldı. Bir de hep okumak istediğim ama kitapçıya gidince de hep arada kalıp almaktan vazgeçtiğim Necati Cumalı'ya bir göz atmak gerektiğine -yine- ikna oldum.

Olsun, bu da bir şeydir.

4 Aralık 2017 Pazartesi

Adnan Özyalçıner - Alaycı Öyküler / Aradakiler

Türkiye'de öykünün seyrini değiştirdiği söylenen 50 kuşağı öykücülerinden (zaten Türkiye'de başka bir öykü akımı da duymadım ya neyse) Adnan Özyalçıner'i hiç okumamıştım. Ben onu Sennur Sezer'in kocası ve sol edebiyat yarışmalarının daimi jüri üyesi olarak bildim yalnızca. Bir sahafta bu kitabı gözüme çarpınca hiç düşünmeden edindim.

Vay edinmez olaydım. Evrensel Basım Yayın'ın dört ciltlik Adnan Özyalçıner serisinin sonuncusu olması tesadüf değil sanırım. Belli ki yazarın en niteliksiz ürünleri sona bırakılmış. "Alaycı Öyküler" adlı ilk bölümün en dikkat çekici özelliği, öykülerin alaycı olmaması. Çoğunluğu yazarın (boşluklarını uydurarak doldurduğu) anılarından oluşan bu öyküler edebiyat tarihimiz açısından belirli bir önem arz ediyor olabilirler fakat edebi olarak dikkate değer bile değiller. Aynı bölümde yer alan ve anıdan çok öykü formuna göz kırpan metinlerde de -yazarının içimizden biri, samimi biri vb. olduğu izlenimi vermeleri dışında- gözle görülür hiçbir estetik değer bulunmuyor.

Yazarın birini 60'larda, diğerini 70'lerde ve sonuncusunu 90'larda yazdığı üç uzun öyküden oluşan ikinci bölüm ise daha da kötü olmakla beraber, en azından dikkate değer. Zira yazarın edebi kabiliyetinin git gide nasıl gerilediğini gösterir bir belge niteliğinde. Gerçekten de biraz Bilge Karasu, biraz Ferit Edgü tadı aldığım (60'larda yazılmış olan) ilk öykü Çıkmazdaki, Kafka'nın Dava'sından bir alıntıyla başlıyor ve vasat üstü bir Kafkaesk deneme olarak en azından biçim-içerik uyumu açısından bir özgünlük arz ediyor. 

İkincisi, yani 70'lerde yazılan Batak öyküsüyse bir halk çocuğunun mecburiyetten toplum polisi olması ve bu nedenle yaşadığı sıkışmayı anlatmaya girişen fakat ne diliyle ne de olay örgüsüyle farklı bir şey söyleyebilen bir metin. Bu öykünün, İsmail Kılıçarslan vasıfsızının 15 Temmuz sonrasında yazdığı, iki dindar kardeşten birinin mecburiyetten Fettullahçı asker olup sonradan darbeye karışmasını ve aynı darbe girişiminde diğer dindar kardeşin direnirken ölmesini vb. konu alan öykümsü köşe yazısı ile aynı estetik değere sahip olduğu söylenebilir. 

Sonuncu öykü Gezginci Seyfo ise iyiden iyiye fecaat. Yazarın böyle bir öyküyü "öykü" diye yayınevine sunmaktan imtina etmediği düşünülürse, Özyalçıner'in o yıl etrafında -varsa- olgunluk döneminin bitip tükenme döneminin başladığı tarih olarak da en geç 1999 yılı verilebilir. Köyü yakılmış bir Dersimlinin İstanbul'da emeğiyle hayata tutunma mücadelesini konu alan öykü, köy yakmaları da, Dersimli olmayı da, İstanbul'da emek mücadelesi vermeyi de bu kadar sığ ele alışıyla okuru şaşkınlıklara sürüklüyor. İçerdiği zayıf, hatta sakıncalı argümanlar, çok kötü kotarılmış bir olay akışı ve çiğ çiğ karakterleriyle ancak edebiyatla uğraşmaya yeni başlamış, hevesli, solcu bir liselinin kaleminden çıksa mazur görülebilecek bu öykünün müellifinin usta öykücülerimizden sayılan biri olduğuna gerçekten inanamıyor insan.

Bir sözüm de Aydın Çubukçu'nun önsözüne. EMEP tayfasının özellikle de kültür sanat alanındaki ideologlarından olan Çubukçu, önsözde Özyalçıner'in öykücülüğünü överken "kapitalist ilişki biçimleri, olay-nesne-insan üçgeni" vb. gibi terimlerle sosyalist edebiyat okurunun gözünü boyamaya çalışmadan önce keşke öyküleri okusaymış. Lafım Çubukçu'nun bu öyküleri beğenmesine değil, isteyen istediğini beğenir elbette. Ama beğenisini öykülerde herhangi bir yere denk düşmeyen bu argümanlarla ifade ediyorsa orada çok büyük bir sorun olduğu muhakkak.

Önsöz olarak yer aldığı kitapla hiçbir alakası olmayan söz konusu önsözü linkteki haberde bulabilirsiniz.

27 Kasım 2017 Pazartesi

Bitik Adam - Thomas Bernhard

Yine bir Tanpınar tespitinden yola çıkarak yorum yazacağım, kimse kusura bakmasın. 

Tanpınar'ın bir pasajında Proust'u överken Stendhal ve Dostoyevski'ye "ikinci derece psikologlar" diye dudak büktüğünü okuduğumda şok olmuştum. (Tespit doğrudur yanlıştır o ayrı, ama görünen o ki o zamanlar ya sevdikleri yazarları kültleştiren fanlar yokmuş, ya bu fanlar şimdiki gibi linççi değilmiş ya da Tanpınar'a yetirecek güçleri yokmuş.) Ben Stendhal hiç okumadım, bilemeyeceğim ama Dostoyevski'yi, hele ki psikoloji söz konusu olduğunda, ikinci klasmana yerleştirmek için gerçekten çok iyi argümanlara sahip olmak gerek. 

Kendi tipine bakmadan elalemden
iğrenen Bernhard'ı görüyorsunuz
Benim Bernhard için pek güçlü argümanlarım yok, zaten Bitik Adam okuduğum ilk kitabı, fakat genelde pek de şaşmayan edebi sezgilerim bana Bernhard'ın genelde de en az bu kitabındaki kadar "üçüncü derece psikolog" olduğunu söylüyor.

Bu kısa romanda piyano eğitiminde tanışmış üç genç yetenek söz konusu. Biri sonradan dünya çapında virtüöz olmuş (gerçek bir karakter, Glenn Gould), biri anlatıcı, bir diğeri ise Gould'un dehası karşısında kişilik buhranına sürüklenen Bitik Adam.

"Üç", çatışma için muhteşem bir sayıdır aslında, hatırlayınız: İyi, Kötü, Çirkin ve üçlü düello vesaire... Siyah versus beyaz, iyilik versus kötülük vb. olarak hemencecik indirgenebilen, çocuksu, kaba karşıtlığı Ayşe Teyze'nin iyi temizlenmemiş çamaşırlara yaptığı gibi yırtıverir üçüncü taraf. Daha doğrusu bu bir imkandır, kullanılabilirse. Fakat bu kitapta bu yok. Adının da işaret ettiği üzere, üç silahşörden yalnızca birine odaklanıyor tüm anlatı, üstelik anlatıcı da olaya dahil olduğu halde. Bitik Adam'ın kişilik oluşumunda/buhranında anlatıcıya pay verilmediği gibi anlatıcı da kendisini herhangi bir kriz içerisinde konumlandırmayınca üçün biri yine boşa düşüyor ve elimizde kaybedenin kendi kafasına sıktığı teke tek bir düello kalıyor.

Burada kaybeden vurgusu pek önemli değil, siz ona Dostoyevskiyen bir tabirle "yeraltı insanı" vb. de diyebilirsiniz. Bu tipleri ezbere biliyoruz artık, haset duygusu içerisinde kıvranan, fakat şiddeti kendi varoluşuna yönelten vb. şablon karakterler... Bernhard da bize bu şablondan zerre kadar şaşmayan bir portre sunuyor.

Peki anlatıcı ne yapıyor, "ben anlatıcı" kullanımı ne işe yarıyor? Bence hiçbir işlevi yok. Yalnızca yazara Bitik Adam'ın hazin macerasının izini sürme kisvesi altında fırsat bu fırsat diyerek aklına gelen her konuda nefret saçma olanağı tanıyor. 110 sayfalık kitapta tahminimce yüz kez kadar "iğren-" kökünden gelen kelime geçiyor, kendimden iğrendim, iğrenç restoran, iğrenç toplum, bu sabah iğrenerek uyandım vesaire... Hani nanemolla bir okur gerçekten de sırf iğrenmeli kelime kullanımı nedeniyle kitabı okurken mide rahatsızlığı geçirebilir. Bu iğrenilen şeylere dair tahlillerse hiç yerinde değil, bunlar çoğunlukla tahlil bile değil, burnu havada birinin çemkirmelerinden öte hiçbir şey değil. 

Bu nedenle kitap sık sık kendini tekrar ediyor, öykünün yeni veçheleri kendini gösterdikçe tahmin edilebilirlik artıyor ve açıkçası kitap "sürpriz son" ile noktalandığında insan Bernhard'dan iğreniyor. Dostoyevski'ye kurban olun siz.

13 Kasım 2017 Pazartesi

Jules Verne - Edom,Frrit-Flakk,Humbug (Fantastik Öyküler)

Edebiyatçılar üzerine yazılan tezlerden nefret ederim. Bu çalışmalar çoğunlukla zorlama olurlar, edebi ürünlere boylarını fazlasıyla aşan önemler atfederler. Ama sanırım Jules Verne üzerine yazılan nitelikli bir tez basılsa parası neyse verip alırım. Hele ki "çocuklara pozitif bilimi sevdirme" misyonunun Jules Verne edebiyatına bindirilmesi olgusu başka ülkeler için de geçerli midir, ciddi merak ederim. Bir de Jules Verne'nin döneminin toplumu ile ilişkisini tabii, çünkü metinlerine baktığımızda denizler altıydı, aya yolculuktu derken Jules Verne için bilim toplumdan kaçıştan başka bir anlama gelmez. Zaten bu iki husus birbiriyle ilişkilidir bence: 19. yüzyılın bilim sevdasına toplumsal ilerleme ve refah gibi somut imkanlar üzerinden değil, dünyayla oyuncak gibi oynayabilecek olmanın heyecanıyla kapılmış gibidir Jules Verne. Bu yönüyle bilime yönelik heyecanı saf bir çocukluktur. İşte tam bu yüzden yeni felsefi/toplumsal sorgulamaların alanı olan bilimkurgu türü onun elinde çocuksu bir macera oyunu olur.

Jules Verne'in daha önce hiç duymadığım, tesadüfen karşılaşınca nostaljik bir merak içinde bitiriverdiğim bu kitabı da görüşlerimi değiştirmedi. Jules Verne gerçekten bir edebiyatçı olarak çok kötü. Kullandığı edebi tekniklere bakılarak değerlendirildiğinde ona "edebiyatçı" demek, eline makas alan herkese "terzi" demekten farksız. Fakat resimdeki bu sakallı makallı adamın bilimin herhangi bir dalını gözünün önüne getirdiğinde "Bu bilim ne maceralara kapı açar be!" diye kendisinden hiç beklenmeyecek şekilde kapıldığı o çocuksu heves ne yalan söyleyeyim bende tuhaf bir saygı uyandırıyor.

Haruki Murakami: Kafasına Sputnik Kadar Roman Düşesice

Image result for haruki murakami sputnikNasıl ki Kaleci Hayrettin işini yapışından çok yapamayışıyla kültleşmişse, Murakami de benim için edebiyatın Nobel'i alamayanıdır. Sputnik Sevgilim'i okuyacak kadar sabır sebat sahibi olan okusun, neden alamayacağını da anlayacaktır. Aynı adla barış ödülü de verilirken, edebiyat komitesinin o kadar da zalim olabileceğini zannetmiyorum. 

Tevekkeli, Sahilde Kafka, 1Q84 gibi kitaplarının yazılışıyla ayrı, Türkçeye çevrilişiyle ayrı kopardığı yaygaraların daha etrafımdaki bir Allah kuluna çarpıp yankılanmışlığı olmadı. Zaten bir yazarın "X kitabıyla çok ses getirdiği" haberini ancak Y kitabı çıktığında duyduğumuzda o yazarın bir pazarlama balonu olduğunu anlarız. Sinema sektöründe gişe rekorları kırmış bir filmin rüzgarıyla keriz avlamak için çekilen filmlerin tanıtımında kullanılan bir pazarlama yöntemi vardır (örneğimiz Matrix olsun): "Matrix'i sevdiyseniz Equilibrium'a bayılacaksınız!" Sanırım Murakami'nin kendini pazarlamadaki benzer çırpınışlarını yukarıda adı geçen kitaplarındaki aciz anıştırmalar da ele veriyor. Hem de hiç saklama lüzumu duymadan. Kafka'nın "gerçek edebiyat" pırıltısını al, fakat bunalım munalım gibi çağrışımlardan arındırmak üzere sahile yatır. Hemen şimdi açıp bakalım, eminim ki "yaz kitapları" öneri listelerinin ciddi bir kısmında Sahilde Kafka demirbaştır. 

"Sputnik Sevgilim" kitabına gelince, Kitabın içi de pek farklı değil, adeta bir anışveriş listesi "N" burada kasıtlı, "An gülüm, ver gülüm" hesabı. Çevrimiçi alışveriş sitelerinin "Bunu alan bunları da aldı" taktiğine göz kırpan anıştırmalar, okurun sahip olduğu varsayılan kültürel tüketim paketine göndermeler... Ayrıca pek de masum olmadığı düşünülebilecek Toyota vb. ürün yerleştirmeler. 

Yani yazar çoksatar olmanın tüm gereklerini yerine getiriyor. Bunun doğrudan sonucu olarak ise içerik bomboş. Çeviri hatası mı bilemeyeceğim ama kitabın kalitesini göstermesi açısından oldukça iyi bir örnek olduğunu düşündüğüm bir alıntı mesela: "Kimseyi rahatsız etmeyecektim. Kimseye rahatsızlık vermeyecektim." İlkine hiçbir şey katmayan ikinci bir cümle - ki linguistik olarak mümkün olsa eşdeğer bir üçüncüsü de yardıma gelirdi muhtemelen. İşte kitap da böyle, bir cümleyi iki yapmak, bir sayfaya sığacak hikayeyi on sayfaya çıkarmak için şişiren fazlalıklarla dolu. Fakat elbette senin benim için saç baş yolduran bu saçmalıklar, gerizekalı okurlar için tüketimi kolaylaştırmasıyla ideal bir yere oturuyor.

Kitabın anlattığı olaya, derdinin analizine falan hiç girmiyorum, çünkü boş. Bomboş. Aklı olan kendini korusun.

Puan: 3.5/10

7 Kasım 2017 Salı

Ağır Roman - Metin Kaçan

Filme uyarlanmak çoğu zaman bir kitap için büyük şans, kıyıda köşede unutulmuşken bestseller'lığa bile götürüyor. Bazı kadersiz kitaplarsa sırf uyarlamaları kötü olduğu için okunacağı varsa da okunmuyor. Sanırım Ağır Roman daha çok bu ikincisine giriyor (tabii özgün bir şekilde, çünkü o kötü uyarlama, okumayan kitlenin çok sevdiği bir film olmuş).

Roman hakkındaki eleştirileri henüz okumadım. Ne de olsa Bakhtin'in 'karnavalesk' kavramıyla incelendiğine eminim. Bu yüzden bunu geçiyorum. Benim dikkatim kitabın daha çok lugatına odaklandı ve bu yönüyle romanı belki de en çok ilişkilendirilemez olana, Yaşar Kemal romanlarına benzettim. Yaşar Kemal'in bilhassa Çukurova romanlarında yazarın "ev sahipliğini" hisseder okur. Bazı kelimeleri bilmez, oralı değilse bilmesine imkan yoktur. Bu kelimeleri sözlüklerde arasa da bulamaz, bulsa da kendi lugatına katamaz, eğreti durur. O yörenin toprağı, sermayesi başkalarının; dili ise Yaşar Kemal'in tasarruf alanıdır. Yaşar Kemal böylece coğrafyanın diline olan "hakimiyetiyle" toprak egemenlerinin meşruiyetinin altını oyar, onlara meydan okur. Bu şekilde dil vasıtasıyla mekanı entelektüel alanda ele geçirir. Okur, "Yaşar Kemal'in Çukurova'sı"nın gerçekliğine meyleder. 

Yaşar Kemal dışında kendine has bir lugat vasıtasıyla kendi mekanında hak iddia eden bir başka yazar hatırlamıyorum (Hakan Günday'ın Malafa'daki şifreli dili apartman çocuğu işi bir oyun kurgusu olduğu için o kitabı saymıyorum). İşte Metin Kaçan bende bu etkiyi yarattı. Argoyu albenili bulup da sonradan derdini anlatabilecek kadar öğreneninkilerden çok farklı, kendi kenar mahallesinin diliyle (argo değil) şiir yazan bir dil Metin Kaçan'ınki. 

Benzer şekilde, normalde Çukurova'nın dağlarında yolunu kaybedecek okur nasıl Yaşar Kemal'in rehberliğinde patika patika geziyorsa, Dolapdere'ye kolay kolay giremeyecek (girince de belki de çıkamayacak) okur da Metin Kaçan'la birlikte Dolapdere'nin karanlık sokaklarında bitirimlerle fink atar.

Benzerlik bununla bitmiyor: Yaşar Kemal, ele aldığı coğrafyadaki entelektüel hakimiyetini ideolojik bir müdahalede bulunma imkanı olarak nasıl kullanıyorsa ("Tanrı"sı olduğu kurmaca Çukurova'nın içinde iktidarı nasıl sembolik olarak İnce Memed'e aktarıyorsa) Metin Kaçan da Ağır Roman'da aynısını Gıli Gıli Salih için tatbik eder.

Tüm bu yönleriyle düşünüldüğünde, Metin Kaçan'ın 90 sonrasında belirgin biçimde kırdan mahalleye kayan yoksul nüfusun sosyolojisini mikro ölçekte (başka türlüsü de pek mümkün değildir) ortaya koymakla kalmayıp (örneğin öve öve bitiremesem de Minare Gölgesi bununla sınırlı kalıyordu) mahalledeki mikro-politikaya ve bu kapsamdaki imkanlara da değinerek, laf yobaza, esnaf çakallığına vb. geldi mi lafını da esirgemeyerek adeta beklenen her şeyi veriyor.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Uyku Krallığı - Kerem Eksen: ya da Ertuğrul Özkök ve "Gelin İtiraf Edelim" Konsepti (Spoiler İçerir)

Tanpınar, romanın Batı'daki ve bizdeki eşitsiz gelişimini açıklarken Hristiyanlıktaki günah çıkarma geleneğinden söz eder. Buna göre romanın Batı'dan yükselişinin sebebi Hristiyan bireyin bu kendi içine dönme alışkanlığıdır. Bu tespitin kaldıramayacağı kadar su yüklemek istemem, fakat buradan ilhamla açılabilecek yeni bir bahis var: Vicdan azabı dürtüsü ve kul hakkının sorulacak olması korkusu hariç tutulursa, bizde "itiraf" proaktif değil reaktif bir eylemdir, zira "suçüstü" yakalanmanın ya da ciddi ithamlarla muhatap olmanın bir neticesidir. Resmi (polis, savcı vb.) ya da gayrı resmi (sms'leri okuyan kıskanç eş) bir iddia makamına karşı yapılır. Bu minvalde objektif değil subjektiftir, yaptığını bütün çıplaklığıyla anlatmanın değil mümkün mertebe reddetmenin, çarpıtmanın, reddedilemeyen yerdeyse "Yaptım ama sor bir neden yaptım,"  açıklamaları iliştirmenin pratiğidir. Fakat elbette toplumlar ne homojen ne de sabittir, dolayısıyla "Bizde bu iş böyle olur," demek fazla toptancı bir hüküm. Üstelik bu noktada kanımca Doğu'yu da, Batı'yı da birleştiren nevzuhur, ince bir taktik var: "Samimi" itiraf. "Yaptım ve pişmanım" da değil, "Yapmadım" da. Daha çok şu: "Yaptım ama hangimiz yapmazdık ki?"

Her ne kadar kendisi "Uyku Krallığı, bir itirafnameden ziyade, bir hatırlama sürecinin ve bir halet-i ruhiyenin anlatısı benim için," dese de Kerem Eksen'in Uyku Krallığı'nı okurken bu "itiraf" pratikleri üzerine düşündüm.

Öncelikle neyin itirafı olduğunu ortaya koyalım. Kitabın kısa özeti bile bu konuda yeterli fikir verecektir: Öğretim üyesi, "şairlik geçmişi olan" bir tarihçi, Fikret, adı açıkça anılmasa da Gezi benzeri bir eylemlilik esnasında ve üstelik kendi okulunda da bir işgal söz konusuyken hasta olduğu için bir Pazar günü salonda yatmakta, dünü ve bugününü düşünmektedir. Dolayısıyla itiraf da orta sınıfın politik ve etik falsolarının itirafı.

Burada bir parantez açalım: Gezi'nin edebiyatımıza yansımasının nasıl olacağı Gezi'den beri tartışma konusu. Başlı başına bir "Gezi romanı" olmasa da Gezi'nin ciddi bir unsur olarak öne çıktığı Uyku Krallığı'nı Gezi'den beri tartışma konusu olan bir başka hususla birlikte ele alalım: "Gezi bir beyaz yakalı isyanı mıydı" meselesi. Bana kalırsa Gezi elbette karmaşık bir sosyoloji içeriyordu, içinde Ethem Sarısülük'ün de, Okan Bayülgen'in de yer aldığı (biri canını verirken öbürünün parkta kitap okuyup ertesi 1 mayıs'ta polisle selfi çektirdiği) bir olaydan söz ediyoruz. 

İşte bu karmaşık sosyolojinin farkında olan ve romanında da bunu teslim eden Kerem Eksen de temsilcisi olduğu entelektüel küçük burjuvazinin yalnızca Gezi hakkındaki düşüncelerini değil, bir bütün olarak ideolojik konumlanışını samimi bir biçimde yansıtıyor, samimi olamadığı yerlerdeyse bahaneler üretiyor. 

Biraz detaylara girelim. Roman yazmak istiyorsunuz ama "o ilk cümleyi" bir türlü bulamıyor musunuz? Peki şu nasıl:

"Bazen Amerika'daki yıllarımızın Nilgün'le geçirdiğimiz en güzel zamanlar olduğunu düşünüp üzülürüm."

Bu itirafla başlıyor Kerem Eksen romanına. Orhan Pamuk'un "Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum"unu çok ama çok andıran, yazarın roman boyunca kendini defalarca kanıtlayacak olan dil yeteneğinden -nedense- eser barındırmayan, iddiasız mı iddiasız, handiyse "itici" denebilecek bir giriş cümlesi bu. (Romanın tarzı da bu anlamda çok ilginç: Kerem Eksen kalemi eline almış ve iyi mi kötü mü olduğuna bakmadan -müthiş bir samimiyetle- cümleleri ardı ardına eklemiş gibi, tek bir harf silmemiş sanki.) Fakat? Fakat, samimi işte. "Üzülüyor" bir kere yazar, okur daha ilk cümleden empatiye çağrılıyor. Yazarın ve Nilgün'ün Amerika'nın dışında geçirdiği zamanlarda üzülecek bir şeyler var, mendilleri hazırlayın.

Peki ne vardır bu Amerika'da da, en mutlu anlar orada? Neler yok ki: 

Yeniyetme tarihçimizin rol modeli oradadır bir kere. Buradaysa akademi vicdansız, faşist öğretim üyelerinin elindedir. (Peki bu yanlış bir tespit mi, tartışmasını sonraya bırakalım.) 

Orada banliyö evinizin camından baktığınızda huzur bulursunuz, buradan bakınca hiçbir ortaklık kuramayacağınız insanları taşıyan arabalar görürsünüz. (Gerçi samimiyetle itiraf etmek lazım: Sizin camınızdan barikatların kurulduğu Sultanbeyli, Gazi, Okmeydanı, Taksim görünmüyosa sizin suçunuz ne? Sizin neden o barikatlarda ya da o mahallelerde olmadığınız sorulacak olabilir, bunu da sonraya bırakalım.)

Oralı (genel olarak Batılı) olana ne mutlu ki yaşadığı şehrin yıkımını görmeyecektir. Oysa İstanbul'un kaderi Beyrut'la, Bağdat'la birdir. Biz, İstanbul'un yıkılışını göreceğiz (sf 150).

Özetle, fazlasıyla tanıdık Batı'ya kaçma argümanlarını edebi formları içerisinde buluruz romanda.

Ama şimdi sonraya bıraktığımız tartışmalara dönelim: 

Batı'daki akademi gökten zembille inmedi, mücadele edersek buradaki akademi de nitelikli olabilir, mi diyorsunuz? Doğu'nun kaderi yıkım değil, biz de barikattaki, işçi mahallesindeki yerimizi alabiliriz, mi diyorsunuz?

Yahu siz kiminle dans ediyorsunuz kuzum? Burjuvanın zihin dünyası zaten zengindir hani ya, en çok da mücadeleden kaçmanın teorisiyle doludur.

Bu romanda burjuva kaçışçılığının olumlanması kahramanımızın tarihçiliği üzerinden halledilir: "Her şey her zaman kötüye gider: tarihin yasası" (sf 194).

Elbette "tarih" yalnızca edebi bir tercih. Kahramanımız söz gelimi astrofizikçi olsaydı da bu kaçışçılığın teorik altyapısını pekala doldurabilirdi: Hani dünyayı çok da önemsememek için "koca kainatta bir toz zerreciği" olma söylemi vardır, sen ne kadar ciddiye alırsan al, kainatın büyüklüğü karşısında ne olduğunu düşündüğünde her şey anlamsız gelir. Evet bu yöntem insanın gözünde büyüttüğü acılarla mücadelesi için oldukça faydalıdır, fakat aynı mantıkla ilerlendiğinde bütün ahlaki değerlerin, bütün mücadelelerin de hükmü kalkar (aklıma gelmişken konuyla ilgili bir espri için bkz). 

Kerem Eksen, romanda bunu tarih ile yapıyor: Koskoca bir tarih var ve biz küçücük bir noktayız. Devasa "Tarih"e karşı bizim hükmümüz nedir ki? 

Hele hele bu tarih devingen değil de, durağan, hatta hatta topyekun bir gerileme dönemindeyse? "Bir çölü geçmek zordur" hadi ya, "peki bir çölde doğduysak?" (sf 177)

Hele hele harcanıp giden İran devrimcilerinin anısı hafızamızda tazeyken, değil mi ya? Romandaki İranlı karakterimizin, devrimci babası hakkındaki sözlerini hatırlayalım: Artık Amerika'da yaşayan İranlı İsmail " 'Bizim devrimimiz' denen şeyden söz ettikçe öyle bir devrimin hiçbir zaman yaşanmadığını, dönüp bakıldığında öyle bir ihtimalin zaten çok ama çok uzak göründüğünü..." söyler babasına. (sf 93) Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! (Hem zaten o baba şimdi senede 400.000 dolar kazanan bir doktordur, fırsatlar ülkesi Amerika'da.)

Bu kapsamda romana kasten yerleştirilmiş olan flagellantların hikayesi devreye girer. Durup dururken, kendilerini kırbaçlayarak gezen bu tarikatın fikir babası Joachim Von Fiore'nin tarih anlayışını öğreniriz: Meğer "[...] kayda değer hiçbir şeyin vuku bulmadığı [...] uyku çağları" vardır (vurgular yazara ait) bu anlayışa göre  "[...] gaflet içinde doğan, yaşayan ve ölen kuşaklar, beyhude geçen ömürler..." (sf 198). 

Evet, aranan "bulgu" özetle budur: "Bir şeyler oluyordu hep, evet, bütün dünyada durmadan bir şeyler oluyor ve hiçbir yere varmadan, öylece olup duruyordu." (sf 212)

Madem bir şey değişmeyeceği bilimsel olarak gösterilebiliyor, şu üç günlük dünyada devrimci olmaya değer midir?

Bitmedi. İşin tarihsel olduğu kadar, felsefi boyutu da var. 

Romanda kahramanızım Fikret'in Alman dostu, tarihçi Wolfgang aynı zamanda dağcıdır. Şöyle der Wolfgang, dağcılığı hakkında: "[Yukarıdan] baktığımda herkes haklı görünür gözüme, tabii aynı zamanda da herkes haksızdır ve bu ikisi aynı şeydir, neticede her şeyi olduğu gibi kabul ederim, evet, hepsi kabulüm der dururum içimden, olan biten neyse kabulüm. Böylelikle nihayet kurtulduğumu, o aşağıdaki aptallıkların artık bana dokunamayacağını düşünüp sevinirim - ve aslında bu his de aptalcadır." (sf 201)

İşte küçük burjuvanın samimiyeti tam olarak buradadır: Hayatını üzerine inşa ettiği zeminin aptallık olduğunu adı gibi bilir, ama bunu yine de yapar ve bunu saklama gereği bile duymaz. Nihilizmi sorumluluktan kaçışı için bir kalkan olarak kullanır fakat aynı nihilizmden yola çıkarak hazdan kaçmaz örneğin. Şöyle der kahramanımız: "Hepsi kabulüm, deyip duracaktım, tarihçi olmaya geldim ben Wisconsin'e değil mi, evet ya, çok iyi bir tarihçi olacağım" (sf 202). (Her şey anlamsızken çok iyi bir tarihçi olmanın ne anlamı varsa artık?)

Koca kainatta bir toz zerreciği olduğu için dünyayı önemsemez, ama paradoksa bakın ki dünyanın içinde bir toz zerreciği olan kendinden daha önemli bir şey de yoktur. Ünzile'nin öyküsünü anlatan Sezen Aksu şarkısını yarısına kadar dinleyebilir (sf 185) fakat geçirdiği bir Pazar gününü 230 sayfa boyunca anlatmaya değer bulur! (Hatta tarihçi kahramanımız Fikret, romanda kendine özel bir tarihçi -Fikolog- bile kurgular: bireyselciliğin zirvesi.)

Romanın buraya kadar ele aldığım kısmının çok güçlü bir yanı olduğunu kabul etmem gerek: Ertuğrul Özkök'ün "gelin itiraf edelim" konsepti olarak dimağlara yerleşen ince taktiğinin ustalıklı kullanımıdır bu. Yazar bireysel günahlarının itirafına soyunmamıştır yalnızca, samimiyetiyle okurun da bilinçaltına sızar ve onu itirafa zorlar: "Siz de sorumluluktan kaçmak için benzer bahanelere sığınmıyor musunuz? Siz de bazen Batı'ya kaçma hayalleri kurmuyor musunuz?"

Doğrudur, insanların mücadeleden kaçmak için aptalca bahanelere sığındığı, bazense yalnızca ama yalnızca kaçmak istedikleri anlar vardır. Fakat burada edebiyatın görevi nedir? Bu duyguların ayartıcılığıyla mücadele etmek mi, yoksa onları samimiyet ambalajıyla satışa çıkarmak mı? Yazarın Ertuğrul Özkök'ten farkını bu sorunun cevabı belirleyecektir.

Romandaki karakteri yazarla özdeş değerlendirmem yadırganabilir. Neticede kahramanın görüşleri yazarın görüşlerini yansıtmak zorunda mı? Kerem Eksen bir anti-kahraman yaratmış olamaz mı? Elbette, kahraman-yazar özdeşliğini yekten kurmamak gerekir. Yazar, ideolojik konumlanışını kahramanında değil, kahramanının başına getirdiklerinde gösterir. Ve işte ben de tam buradan hareketle kahramanı yazarla özdeşleştiriyorum. Zira Fikret'in bu kaçışçılığı romanın sonunda bizzat yazarın müdahalesiyle haklı çıkarılıyor. Kitabın sonunda Fikret, evlerindeki kedinin ayağını yanlışlıkla incitmesine sebep olur. O an, kedinin çektiği acıyı hisseden Fikret gaflet uykusundan uyanıverir. Hasta olmasına aldırmadan yatağından fırlar ve devam etmekte olan direnişe katılmak üzere okuluna gider. Fakat o da ne? Direnişçiler taleplerinin mümkün olan en uyduruk biçimde karşılanmış olmasını kabul edip direnişlerini bitirmiş, Taksim'de kutlama yapıyor olmasınlar mıdır? 

Fikret, yaşadığı "uyanış" sonrası okuldaki direnişe katılarak kalıcı bir değişim yaşayacağına, okuldaki mücadelenin "kolpalığı" ile Fikret'in tüm kaçışçılığı haklı çıkarılır. İşte yazarın Fikret'le özdeşleşmesi tam da burada ortaya çıkar.

Kısacası şu sıralar Avrupa'ya kaçma planları yapan, fakat kendini ve çevresini bu kaçışın haklılığına ikna etmek için yeterli psikolojik-felsefi donanıma sahip olmayanlar kendilerine bu kılavuzu sunduğu için Kerem Eksen'e ne kadar teşekkür etseler az. 

Mücadelenin değerine inananlar içinse bu roman küçük burjuva zihin dünyasında bir gezintiden ibaret - fakat yol çok kasisli.

24 Ekim 2017 Salı

Burhan Sönmez'in İstanbul İstanbul'u: Bu Zindanlar Ne Yana Düşer?

"İstanbul İstanbul" iddialı bir isim. Tanpınar'dan sonra İstanbul'un duygu coğrafyasından bahsetmek çok ama çok zor. Örneğin kimileri için belki de Tanpınar'ı geride bırakmıştır -ki Nobel ödülü bile "kentinin melankolik ruhunun izini sürmesi ile ilişkilendirilmiştir- fakat Orhan Pamuk'un bile İstanbul'a yeni bir anlam katmanı eklemekteki başarısı bence yok denecek kadar azdır (zaten Orhan Pamuk büyük bir balon ya neyse). İhsan Oktay Anar'ın yarı tarihi-yarı masalsı İstanbul'unu da unutmamak gerek. Öyle bir kent ki, bazı yazarlarının birlikte anılma ölçeği semtlere kadar inmiş, Sait Faik - Burgazada gibi, Demir Özlü ve Beyoğlu gibi. Hal böyleyken bir edebiyatçı için İstanbul'u ele almak, İstanbul tabelasını görünce "Sana yenilmeyeceğim!" diye bağıran yurtiçi gurbetçinin hissiyatı gibi Don Kişotvari bir deli cesareti ister. Hal böyleyken postmodernizm imdada Hızır gibi yetişir. Sözcüklerle inşa edilen bir İstanbul, "herkesin İstanbul'u kendine özel" fikrinden yola çıkarak yazmaktan başka yol kalmamıştır. 
Burhan Sönmez de buna girişmiş, bildiğimiz anlamıyla İstanbul'u değil, karakterlerin hikayelerinde kurulan kavramsal İstanbul'u anlatmış. Bazen bir düş ülkesi yapmış onu, bazense modern medeniyetle, yani büyük harfle yazılan Kent'le eş anlamlı kılıp insana dair kimi soruşturmalara dekor olarak kullanmış. Alt alta iki İstanbul, hangisinin daha "gerçek" olduğu sorusunu uyandırarak tam yerinde kullanılmış. En nihayetinde bu büyük bir başarıdır. Dil büyüleyemese de çok çok nadiren aksamış, oldukça sık şiirselleşmiş, muhteşem ince bir işçilik ürünü değilse de göze hitap etmeyecek tüm unsurlardan özenle arındırılmış, süslemeleri olmayan ama çok zarif bir yapı gibi. Kurgu usta işi, hikayenin oyuncu yönü muazzam.

Elbette beğenmediğim çok kısım var. Örneğin her ne kadar metinlerarasılık diye meşrulaştırmak kolay olsa da hikayeciliği bu kadar başarılı bir yazarın metninde Moby Dick vb. gibi halihazırda var olan hikayelerin İstanbul'la zayıf bir şekilde dahi ilişkilendirilmeye gerek kalınmadan yeniden anlatılması doğru olmamış, doğru olmamaktan öte esprili bildiğiniz bir arkadaşın Yiğit Özgür'den gördüğü esprileri yanınızda tekrar yapması gibi yazarın kabiliyetini yeniden sorgulatan bir etki yapmış. İşkencenin sanatta kullanımı konusu da kanımca oldukça hassastır, işkencecinin karanlık yüzünü anlatmak önemli bir iş, fakat sobaya yanaşan çocuğa cısss yapar gibi insanlara "Devrimci olursanız başınıza işte bunlar gelir," diye sayfalar dolusu acı tasviri yapmanın muhalif bir tavır olmadığını düşünüyorum. 

Bu iki itirazım da öyle dipnot değil, beni ciddi ölçüde rahatsız eden hususlara dair. Fakat bir sonuncusu daha var ki bence kitabı en çok boşa düşüren kısım da bu: Yazarın reel İstanbul'u bilmemesi. 

Evet Burhan Sönmez kapasitesinin farkında olarak girişmişti İstanbul anlatısına, o bir Tanpınar ya da Orhan Pamuk değildi, onlar gibi İstanbul doğumlu da değildi zaten ve kendisi de bunu bildiğinden İstanbul'un kendisi için opak kalan kısımlarını edebiyatın yorumuyla billurlaştırmıştı. Fakat aynı dertten muzdarip İhsan Oktay Anar bunu masala ve tarihe kaçarak yaparken Burhan Sönmez romanının zamanı olarak bugünü seçtiği için bu gardlarından biri (tarih) düşmüş ve laf ne zaman reel İstanbul'a gelse (ki konu itibarıyla ne kadar kaçsanız da gelmek zorundasınız) reel şehir tıpkı Kültür ve Turizm Bakanlığı broşürü gibi "anıtsal İstanbul" etrafında dönüp durmuş -kitabın kapağı da bu kapsamda çok manidar. Kız kulesi, adalar, saraylar... Evet, İstanbul'un landmark'ları bunlar. Fakat İstanbul bundan ibaret değil, hele ki kahramanlarınız devrimcilerse hiç değil. Atıldığı hücrede "Burası İstanbul mu?" diye soran Küheylan Dayı gibi, merdivenaltı tekstil atölyelerinde "Burası İstanbul mu?" diye soran insanların şehri burası. Kitap yanımda değil, bu nedenle tam cümleyi aktaramadığım gibi sayfa numarası da veremeyeceğim, fakat yazarın bu yoksunluğunu ele veren çok kısım var romanda. Bir yerinde "Sirkeci'den trene bindik, yıkık mahallelerden geçerek son durağa kadar gittik," diyor. Yıkık mahallelerin, son durağın adı yok. İstanbul'da yalnızca merkez bir isim kazanıyor yani, bazen Sirkeci, bazen Haliç oluyor, onu çepeçevre saran varoşlarsa "varoşlar" olarak kalıyor. Aynı şekilde ve hatta tam olarak yazarın bakışını veren nokta, karakterlerimizin buluştuğu Doktor'un balkonu. Yahya Kemal'in "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul"u gibi merkezi ve yüksek bir konumdan kente bir haz nesnesi olarak bakan bu balkonda bakış merkezin dışına (benim görebildiğim kadarıyla) bir kez kayıyor, "Anadolu yakasının varoşları," denilip geçilirken. Gerisi varsa yoksa batan günışığında Kalamış manzarası, falan filan... Karakter tercihleri de yazarın bu zaafını ele veriyor: bir doktor, bir öğrenci ve yazarın hemşehrisi bir köylü. Bir tek diğer karakter, Kamo bize bizzat "Öteki İstanbul"un temsilcisi olma potansiyeli taşıyor fakat hayır, "marka İstanbul"dan bir kez çıkıyor Kamo, evsizlerin arasına (yine Suriçi'nde!) karıştığında, fakat bu imkan penceresinde bile şarap içip şiir okuyan, son derece banal bir "evsizlik" arketipi görünüp kayboluyor ancak. Yazarın hakkını yemeyelim, öğrenci Demirtay'ın bir varoş mahallede saklanması gibi kısımlar da yok değil. Fakat nicel olarak yeterli değil bu yan hikayecikler. Nitel olarak da değil: Herkes hikayelerinde kendi İstanbul'unu kuruyorsa eğer, varoşların da yarınların yapı taşı olmak üzere kurduğu bugünün hikayeleri, masalları olsa gerek. Efsanevi direnişlerin, ilham veren dayanışmaların hikayeleri olsa gerek, arka sokaklarda bir yerlerde Robin Hoodlar, İnce Memedler vücut bulsa gerek...

Dolayısıyla iki İstanbul var evet, biri üstte biri altta tamam, ezenler ve ezilenler, eyvallah. Fakat yazarın indiği "aşağıdaki İstanbul" o gerçek "aşağıdaki İstanbul" değil ne yazık ki, aşağısıyla ve yukarısıyla "gerçek İstanbul"dan kaçılmış bir sığınak yalnızca.

17 Ekim 2017 Salı

Yahudi Sorunu - Karl Marx

Bu kitap Marx'ın ilk eseri. Yıl 1843. Ele aldığı konu ve yaklaşımı ise 170 küsür yıl sonrası için hala çok yakıcı.

Bruno Bauer'in Hristiyan devlette Yahudilerin statüsünü ele aldığı metnini eleştiren Marx, özetle "Yahudi"nin dini bir kimlik olarak ele alınmasını sorunlu buluyor ve toplumsal koşulların yarattığı (dindarıyla, seküleriyle) gerçek Yahudi'nin kimlik meselesini ortadan kaldıracak olan çözümü tartışmalıyız, diyor. Bunun yolunun da insanı dine yönelten ihtiyaçların toplumsal olarak giderilmesiyle dinin ortadan kalkması, Yahudi'yi kendini koruyabilmek için para kazanmaya iten çarpıklığın da paranın çözdüğü sorunların toplumsal olarak çözülmesiyle ortadan kalkacağını, böylece ortada ne din devleti, ne dini ortadan kaldırıp dindarlığı güvence altına almaya çalışan ikiyüzlü laik devlet kalacağını söylüyor.

Kısacası Marx tartışmalarında pek de lafı geçmeyen bu küçük kitap günümüzün hararetli konuları için gerçekten çok aydınlatıcı bir çıkış noktası.

16 Ekim 2017 Pazartesi

Seher - Selahattin Demirtaş

Arka kapak yazısında Oya Baydar ve Zülfü imzası gördüğüm için almaya elim gitmemişti. Şuydu, buydu derken içim yana yana aldım. Uzun süredir bir gün içinde okuyup bitirdiğim tek kitap oldu. Arka kapak hariç çok güzel bir kitap. Elbette amatör öyküler de barındırıyor, ama içinde oldukça maharetli yazılmışları da var ("Mustang" gibi), en samimi olanlarsa otobiyografik olanlar. Uzun uzadıya eleştirisine girişmeyeceğim fakat gerçekten de Selo başgan'ın kendini verir de ince ince edebiyat dokursa çok çok enteresan işler çıkaracak bir kumaşı var.


11 Ekim 2017 Çarşamba

1844 Elyazmaları - Karl Marx

Çok uzatılacak bir konu değil. Zamanında okuduğum ama hiçbir şey hatırlamadığım (muhtemelen okuduğumda da pek anlamadığım) Elyazmaları'nı bu kez ders için, dikkatle ve dersin ışığında okudum. Daha iyi bir okuma yapabilmek için de, devrimciliği nedeniyle destek olmak istediğimiz fakat Çağatay Türkçesi kullanımına ifrit olduğum Sol Yayınları'nın baskısı yerine (Allah affetsin) nefret etsek de iyi çeviri olacağını düşündüğüm İletişim'in Birikim Kitapları versiyonunu aldım. 

Almaz olaydım! Çeviri İngilizce metinden, bizzat Murat Belge'ye ait. Ne ki bu da Çağatay Türkçesi!?! Tanıtlamalar, saltıklıklar falan hiçbir açıklamaya yer vermeksizin havada uçuşuyor. Bu işin linguistik kısmı. Felsefi olarak ise söz gelimi Hegelci terimlere düşülmüş hiçbir dipnot yok, bu da tam bir kavram karmaşasına yol açıyor. Hadi bunu geçiyoruz, üç el yazmasından oluşan kitabın "İçindekiler" bölümünde el yazmalarına atıf yok, yalnızca her bir el yazmasının sonunda "Bu el yazması da burada bitiyor" notu var. Okura böylesi bir kolaylık sağlamaktan bile imtina edilmiş.

Bu nedenle bu bir pişmanlık postudur. Ben ettim siz etmeyin, düşmanın oyununa gelmeyin. Alacaksanız Sol Yayınları'ndan alın bu kitabı. Ne de olsa anlamayacaksınız, bari onu anlamayın.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Hüküm - Türker Armaner

Hüküm, edebiyatçılığının yanında felsefe profesörü de olan Türker Armaner'in üç öykü kitabı ve bir romandan sonra gelen romanı. Bu anlamda, olgunlaşıp oturmuş bir edebi stil beklentisi içindekileri hayal kırıklığına uğratabilir. 

Roman; çok ama çok nadiren, karakterlerin zihinsel bulanıklıklar yaşadığı anlardaki bir, iki paragraflık -ve hakkını teslim edeyim ki gayet güzel- dil değişimleri bir yana bırakılırsa üzerinde pek çalışılmamış bir anlatıma sahip. 

Ancak eksiklik dille sınırlı değil. Okurla metin arasındaki anlam oyununda okura bir nefes alanı dahi bırakmayan, karakterlerin sürekli sesli düşünerek davranışlarını okura açıkladığı (Türk tv dizilerindeki gibi) romanda, ilk birkaç bölümde oluşturulan polisiye havanın da boş çıkmasıyla okurun okumaya niçin devam etmesi gerektiği sorusu ortaya çıkıyor.

Elbette yazarın felsefeci olmasının metne verdiği bir güç var; ama metne yedirilmemiş, edebiyatın gücünü kullanmayan, dolayısıyla romanı felsefe-yoğun bir edebi metin olmaktan çok edebiyat görünümlü bir felsefi metin kategorisine çeken bir güç bu. Lastik reklamındaki gibi, kontrolsüz güç.

Yazarın diğer eserlerini bilmiyorum ama bu kitabın (muhteşem kapağı dışında - ki insan en çok da ona kanıyor) şevk kırıcılığı nedeniyle merak da edemeyeceğim ne yazık ki.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Edebiyat Nasıl Okunur - Terry Eagleton

Üzerinde çok konuşmaya değecek bir kitap değil. Son on beş - yirmi okumam arasındaki en büyük hayal kırıklığım oldu. Elbette Eagleton bu kitabıyla teoriye katkı için ya da akademik eğitime yönelik olarak yazmadığını kendisi de söylüyor. Edebiyatla haşır neşir olan ama eleştirel bir çerçeveden yoksun amatör okurların okuma deneyimini zenginleştirmek için basit bir kılavuz tasarlamak istemiş. Ama çocuk masalları yazan biri bile "Yahu ne de olsa çocuklar için yazmıyor muyum, ilk bölümle son bölüm tutarsız olmuş ne fark eder?" demiyor ve işini ciddiyetle yapıyorken, Eagleton amatör okuru ciddiye almayan, vaatlerini yerine getirmeyen, aklına ne eserse onu yazdığı bir metin ortaya koymuş ne yazık ki. Ayrıca kitap çok kötü zorlama esprilerle dolu, hani arada sırada iyi espriler çıkarabilen sessiz bir arkadaşınız bir gün bir ortamda gaza gelir de zamanında espri yapma şevkini kırmadığınıza sizi pişman eder ya... Öylesine saçma sapan, yersiz espriler.

Okumayın, okumayın, okumayın.

Edebiyat Nasıl Okunur - Terry Eagleton | İletişim Yayınları ...

18 Eylül 2017 Pazartesi

Güvercinler Gittiğinde - Merce Rodoreda

Çok ilginç bir roman. Barselona'da (şimdinin hipster cenneti olan Gracia semtinde) geçiyor ve romanın önemli bir bölümü İspanya İç Savaşı dönemini de kapsıyor. Buna karşın bir iç savaş, kahramanlık romanı değil, yazarının da ifadesiyle bir aşk romanı. 

Çok kötü başlıyor, adeta beni okuma dercesine. Duygudan, derinlikten yoksun, olay olarak albenisiz. Fakat okurun sabrına güvenen bir roman bu, oldukça kısa bölümlerden oluşan yapısıyla okura bu sabrı kendi elleriyle de veriyor aslında, tesadüf değil yani. Sonra gittikçe açılıyor, yavaş yavaş hani şu aşina olduğumuz (şüphesiz gerçek de olan) "dünyanın yükünü çeken kadınlar ve dünyayı zor bir yere dönüştürmekten başka hiçbir şeye yaramayan boş işlerle uğraşan erkekler" ikiliğini yaratacak şekilde gelişiyor. Ta ki (hiç içerisinden bakmadığımız) iç savaş başlayıp cephe gerisi bir kadının savaş alanına dönüşene kadar. 

İşte romanın tam da bir romana dönüştüğü kısım bu ve buradan sonrası oluyor, ikircikli finaline rağmen. Hem de kolay okunur bir roman, kısa cümleler vesaire; üstelik çok çok basit cümlelerden rüyanın, hayalin, buhranın diline geçiş yapıverdiği anlar muazzam. 

Fakat edebiyatta ölümüne nefret ettiğim ve bana ölmüş kadına küfrettiren o iç mekan tasvirleri hariç. Yok kapıdan girince solda konsol vardı, konsolu geçip sağa dönünce kapı taşlığa açılıyordu, taşlığın üstündeki balkon genişçeydi fakat bir merdivenle sahanlığa da bağlıydı... Lan anlamıyoruz işte anlamıyoruz! Edebiyat çok güçlü bir sanat, fakat üç boyutlu uzam anlatmakta başarılı değil, yapmayın bunu! Aynı acıyı bana Masal Masal İçinde ile John Barth da çektirmişti, onun da köküne kibrit suyu.

Kitabın sonunda yazarın notu var. Romandaki etkilerden söz ederken, bir bölümde Joyce'un Dublinliler'inin etkisinin görülebileceğini söz ediyor. Halbuki hiç de özel bir bölüm olarak hatırlamıyordum ben o kısmı. Dönüp bir daha okudum. Yok usta, gayet vasat bir bölüm. Demek ki insanlar büyük esinlerle vasat bölümler yazabiliyorlar ya da tam tersi, vasat bir bölümü yazacakken bile büyük esinlere başvurabiliyorlar. Dediğim gibi, çok ilginç bir roman.

Sahnenin Dışındakiler - Ahmet Hamdi Tanpınar (Spoiler İçeremez)

Tanpınar, kimilerine göre Türkçe'nin en iyi yazarı. Bana göreyse en iyi değilse de, dile hakimiyeti açısından eşsiz oluşuyla felsefi anlamda doluluğu onu edebiyatımızda yazdığı her şeyi pişmanlık duymadan okunabilir kılan üç-beş yazardan biri yapıyor. 

Bu kitabı ise bilindiği üzere Mahur Beste ve Huzur ile birlikte gevşek bir şekilde birbirine bağlanan bir ana anlatının üç parçasından biri. Söz konusu iki romanı okumuştum ve bu üçüncüyü de aralarına katmış bulunuyorum. Açıkçası bunlardan yalnızca Huzur klasik anlamda tamamlanmış bir romandır denebilir, yani tamamlanmış bir eserden beklenileceği üzere bir finali vardır. Mahur Beste ve bu eserin ise yalnızca başları vardır, finalleri yoktur ya da önemsizdir. Oysa her ikisi de (Huzur'dan farklı olarak) önemli siyasi tartışmaların ortasındadır: Biri Abdülhamid-Meşrutiyet tartışmasını ele alır, bir diğeri 1920 İstanbul'unu. Her ikisi de bu dönemlere elbette tam ortasından değinir, fakat bu arka planla uyumlu birer hikaye ortaya koymazlar. Elbette "arka planda savaş, ön planda aşk" romanlarına hepimiz aşinayız, bu romanlar da aşağı yukarı bunu verirler ancak bu iki romandaki aşk hikayelerinin kurgulanma ve esere yediriliş biçimlerinin de teknik anlamda iyi oldukları söylenemez.

İşgal altındaki İstanbul'u anlatan kuşkusuz ünlü/ünsüz çok roman vardır, benim aklıma bunlardan yalnızca birini okuduğum geliyor, Kemal Tahir'in Esir Şehrin İnsanları. Gerçi ona da roman denemez, tezli roman mı, romanlı tez mi olduğu belli olmayan, edebi hiçbir haz vermeyen bir kitaptır. Tahir'in kahramanı birbirlerine çok maharetsiz biçimlerle bağlanmış her bir bölümde bir başka "tip" ile karşılaşarak işgal altındaki İstanbul'daki insan profillerini gösterir. Fakat en azından iddiası büyüktür o kitabın. Sahnenin Dışındakiler'de ise, kitabın adı gibi ve kitabın adını veren diyalogdaki gibi, 1920 İstanbul'u sahnenin dışı olduğu için bir oyundan, alınan rollerden de söz edilemez; söz gelimi kitabın dört sayfası (oldukça eğlenceli de olsa, anlamsız) bir burun tasvirine ayrılabilmişken olay anlamında ciddi bir kısırlık söz konusudur.

Bu nedenle salt dili, ya da tarihsel tanıklığı için okunabilecek bir roman olarak görülebilir bu kitap, ya da Huzur'un tamamlayıcısı olarak. Ama başlı başına bir eser olarak okurunu beklediğini söylemek maalesef mümkün değil.

5 Eylül 2017 Salı

Al Gözüm Seyreyle Salih - Yaşar Kemal (Spoiler İçerir)

Büyük yazarlar korkutuyor. İçsel veya dışsal nedenlerle iyi bir okuma yapamazsam, kitabın derinliğine giremezsem, belki bir ömür zihnimde taşıyacağım replikleri, imgeleri, öykücükleri, nükteleri heba edersem diye çekiniyor, bu kitapların bir zamanlarının olduğuna, o an geldiğinde kitabın kendini okutacağına inanıyor insan. Bu bende en çok Yaşar Kemal için böyledir. Şu ana kadar (bu sonuncu dahil) altı kitabını okuduğum ve hepsiyle de beni sarsan, büyüleyen yazarın Bir Ada Hikayesi dörtlemesine başlamaya hala çok korkuyorum söz gelimi. Neyse ki, tatlı bir zorlama neticesinde Al Gözüm Seyreyle Salih'i okuyabildim de yine kavuştum Yaşar Kemal'e. 

Diğer kitaplarına hem çok benziyordu, hem de oldukça ayrıksı yönleri vardı bunun. Örneğin ilk basımı 1971'de olan Binboğalar Efsanesi'nde bazen tevatürle, bazense salt kendi kendilerine konuşarak bir anda kendi gerçeküstü anlatılarını kuruveren karakterlere çok benziyor ana karakter Salih (bu kitabın ilk basımı 1976). Öte yandan artık bu anlatılar hayal aleminde yalıtılmış değiller, gerçeğin içine her an her saniye sızıyor ve karakterler için bir gerçeklikten kaçış yöntemi olmaktan çıkıp gerçekliği var eden bir boyuta bürünüyorlar. İkinci olarak, hem Yaşar Kemal'den, hem de yazıldığı dönemden beklendiği üzere bir "X sorununa parmak basma", "Y'nin yok oluşuna bir ağıt" romanı değil Salih. Ancak masalsı yapısının arkasına sığınarak toplumsal sorunlara da gözünü kapatmıyor, hatta nasıl İnce Memed'de ya da Binboğalar Efsanesi'nde dönemin politikacıları bile gerçek isimleriyle bu büyülü anlatının içinde var oluyorsa, bunda da onca masalsılığın içinde Ali Rıza Binboğa kasabaya gelebiliyor örneğin.

Bir büyüme romanı olarak okudum ben Salih'i. "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusunun (sorumluluğun üniversite tercih uzmanlarına emanet edildiği ya da "asker/polis olacağım"a esir düştüğü çağdan hemen önce) tılsımını büyük ölçüde koruduğu dönemde, okula verilmemiş Şileli bir çocuğun gözünden rol modeller üzerinden kaçakçılık dahil bir mesleki panorama çıkartılmış romanda. Hepsi bu çocuğun gerçekliğine göre sunulmuş; hiçbiri kağıt üzerinde değil çünkü her biri neticede çocuğun hayatına temas eden bir karakter ile ilişkili, kaçakçılık bir macera mesela, doktorluk güzel ama yabancı, balıkçılık meraklı ve korkunç, demircilik yalnız, öfkeli, kıvılcımlı...

Bu bağlamda Yaşar Kemal'i büyük romancı yapan, misal Kemal Tahir'den kat be kat üstün kılan şey bu büyüme hikayesini gerçekten bir hikaye kılması. Kemal Tahir'in "Esir Şehrin İnsanları"nı hatırlıyorum, kitapta gerçekten de işgal altındaki İstanbul'daki İstanbullu profillerini çıkarmak istemiş ve oldukça gevşek bir olay örgüsü ile kitabın her bölümünde bir başka profili okura tanıtmaya varan bir çiğlik çıkmıştı ortaya. Yaşar Kemal'in bu kitabın adını "Hangisi Gibi Olsam" koyduğunu ve her bölümde bir başka meslekten karakterle bir olay yaşayıp dersler çıkardığını gözünüzün önüne getirin. Getiremezsiniz.

Bu açıdan baktığımızda, kitaba damgasını vuran iki unsurun meslek dahi olmaması manidar. Bunlar yaralı bir martı yavrusu ile mavi bir oyuncak kamyon. İkisi de başta renkleriyle olmak üzere (renkler, kokular Yaşar Kemal'de her zaman çok baskın öğelerdir ya zaten) Salih'in aklını başından alan bu iki temel unsur uyandırdıkları tutkular üzerinden hikayede belirleyici rol alırlarken büyümeye dair pek bir şey söylemiyorlar gibi görünse de, daha derin bakıldığında Salih'in arayışına dair ipuçları barındırdıkları söylenebilir sanırım. Biri materyal dünyanın albenisini simgelerken bir diğeri doğanın bir parçası olarak insan olmayı hatırlatıyor sürekli. Mavi kamyonun büyüsü bir kamyon enflasyonu içerisinde kaybolup giderken, iyileşmez denen martının iyileşip üstüne bir de uçmasının ölümün de, yaşamın da mucizevi oldukları kadar aleladeliklerini ortaya seriveriyor; can vermek de, can almak da zorluklarına karşın sıradanlaşıyor. Nihayet Salih can aldığı için onmayan balıkçılıkta karar kılsa da Yaşar Kemal'in müdahalesi ile cevhere can veren demircilik kaderi oluyor Salih'in.

Tanrı'nın Ölümü ve Kültür - Terry Eagleton

Dağınık başlasa ve güncel sorunlara temas edince eli yanarak apar topar bitse de çok faydalı, dolu, yoğun bir kitap Tanrı'nın Ölümü ve Kültür. Yoğun, çünkü mesele felsefenin kutsal metin tefsirlerinden kurtulup kendi yolunu çizebildiği çağda bilginin, hatta hayatın kaynağının nerede aranacağının çok daha ötesinde; Tanrı'yla birlikte onun meşruiyet sağladığı sınıfın alaşağı edildiği çağda bu yeni felsefenin yeni toplumsal düzenin çimentosu olma testinden de geçmesi gerekliliğinde düğümleniyor. 

Bu kapsamda felsefenin ürettiği yanıtlar ("çifte hakikat", yani Tanrı'nın öldüğünü biz filozoflar bilelim ama halka din gerek düşüncesi, ya da Hegelci tin gibi Tanrı'nın yerine yeni aşkınlıklar koyma çabası) arasında uzun mu uzun bir gezintiye çıkıyoruz kitapta. Aydınlanma düşüncesinin (Akıl'ın yerine Sanat'ı koyan Romantikler bir kenarda tutulduğunda bile) kendi içinde ne çok çelişkiler barındırdığını okumak, ayrıca ortalama bir entelektüelin referans listesinde yer alan Comte, Hume, Rousseau gibi isimlerin önemi Aydınlanma dönemi için ne denli büyükse de Herder, Fichte, Burke ve benzer düşünürlerin de çarpıcı felsefi müdahaleleriyle karşılaşmak, okurun kendi adına çoktan bitti sandığı Aydınlanma tartışmasına yeni boyutlar ekleyebiliyor ve
beynin yüzeyindeki tozlara üfleyiveriyor.

Kitabın tek ama en büyük sorunu ne yazık ki yazarın kendi arayışı. Sayfalar, sayfalar boyunca "gerçek ateist felsefeyi" arıyor Eagleton, bir Marksist olarak Marx'a bile burun kıvırıyor ve sürpriz, onu Nietzsche'de buluyor. "Gerçek ateist felsefe olmadan Tanrı'yı öldürmek mümkün değil" teziyle ilerleyen kitap, sona eriştiğinde "Günümüzün radikal dincilik probleminin Nietzscheci postmodernizme karşı reaksiyoner bir semptom olduğu" iddiasıyla son bularak kendi kendisinin arayışını haksız çıkartıyor.

22 Ağustos 2017 Salı

Reha Mağden - Yazgıların Tableti

Birçokları gibi, benim de Murat Uyurkulak'ın Bazuka'daki hatırlatması neticesinde haberim oldu böyle bir kitabın varlığından. Peki "İyi ki de olmuş," diyebiliyor muyum? Hayır. Olduğuna yanıyor muyum? Ona da hayır. Bu ikinci "hayır"; kalburüstü, sürükleyici bir polisiyeyle hoşça vakit geçirdiğim için mi? Ona da hayır. Ya ne öyleyse?

Bilmiyorum. Bu kitap hakkında söyleyebileceğim uzun boylu laflarım yok. Polisiye türünün özel bir takipçisi değilim. Ancak okumuşluğum var. Türün kendi içinde çeşitli dönüşümler geçirdiğini, önceleri (Agatha Christie, Sherlock Holmes gibi) okura ipuçları ve şaşırtmacalarla bir tahmin ve zeka oyunu vadederken yavaş yavaş konseptin sınırlarını araştırmaya başladığını, en basitinden "suç" kavramını sorgulatmak gibi ikirciklikler içerecek şekilde altmetinlerle yoğunlaştırıldığını .... vesaire, biliyorum. Bu kitabı da bu minvalde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Çoğunluğu oldukça kısa öyküler zaten "Katil kim?" üzerinden ilerlemiyor. Daha çok "Neden?" sorusunun cevabını arıyor dedektif Murat Davman (ve mecburen okur). Cinayetlerin haklı olabileceğini ya da en azından haklı/haksız ayrımının zorlaştığı gri bölgelerde bulunabileceğini, cinayet sebeplerinin hayatın ne kadar da içinde olduğunu, hatta bazen cinayetlerin arka planının cinayetin bizzat kendisinden daha sıradışı olduğunu gösteren öyküler bunlar. Bu yönüyle güzel mi - güzel. Peki neden "Bu kitabı iyi ki de okumuşum," diyemiyorum?

Kitapta tek bir dedektif var: Murat Davman. Ve her öykünün katili ya da kurbanı: Yusuf. Hikayeler için "Hepsinin ortak yanı, bir'ilerinin, Yusuf'un kuyusu kadar derin iç dünyalarına nüfuz etme çabasından ibarettir,"diyor tanıtım yazısında. Peki böyle bir ortaklık var mı gerçekten? Yusuf'un kuyusu var mı, varsa boş mu, dolu mu? Bence bu soruların cevapları sırasıyla: "yok", "yok", "varsa boş". Bir sorun burada. 

İkinci sorun ise teknik. Öykülerin kısalığı her bir cinayeti sulandırmadan, arka plandaki duygusal ve anlamsal yoğunluğu hissettirmek için önemli bir unsur olmuş. Her cümlesi çok yoğun, söz israfından ustalıkla kaçınılmış öyküler bunlar. Fakat dezavantajı da yine burada saklı: Okurun ağzına okuduğunun polisiye olduğunu hatırlatmak için birkaç meraklandırıcı soruyla bir parmak bal çalınsa da bu soruların cevapları çoğunlukla hiç de tatmin edici olmuyor, okurun en çok cinayet(ler)in sebep(ler)inde tatmin olması, aradığı edebi hazzı burada bulması isteniyor. Sanki dedektifinden katiline, hatta yan karakterine varıncaya kadar herkes bir cinayet ihtimaline binaen konuşmalarını önceden hazırlamış, üstünden geçmiş, eşe dosta da okutup son halini vermiş gibi; doğallıktan payını almamış, alabildiğine irfan dolu hatta yer yer filozoflara taş çıkaracak mahiyette sözlerle konuşuyor.

Yine aynı nedenle durum, atmosfer, mekan, hatta dedektif dahil olmak üzere karakterler geliştirilmiyor, okuduğumuz onca öyküden sonra elimizde kahvesini konyak katarak içen, kafasını sarışın bir kadınla dağıtan stereotip ötesi bir dedektif kalıyor örneğin. Hiçbir karakterle empati kurulamıyor, hiçbir karaktere kızılamıyor. Oysa yazarın sanatlı bir konuşma yetisi olduğu yer yer kurduğu ustaca cümlelerden anlaşılıyor, tahayyül gücü kendini ördüğü cinayet ağlarında belli ediyor. Fakat tüm bunlar yüzünden, her biri ayrı ayrı romanlaşsa belki de tarihe geçecek metinler, öykü formunda adli kayıtların soğukluğunu alıyor.

NOT: Kitabın Edebi Şeyler yayınevinden çıkan birinci baskısını okudum. Onlarca imla hatasıyla dolu bu baskı da okuma kalitesini ciddi ölçüde düşürüyor. Konuyu kendilerine bildirdim ama sağ olsunlar hiçbir yanıt vermediler.

15 Ağustos 2017 Salı

Suat Derviş - Fosforlu Cevriye (Spoiler içerir)

Çok tanıdık melodramatik unsurlar barındırırken aynı zamanda türden çok tuhaf bir biçimde kopan bir roman Fosforlu Cevriye. Belki o günkü şartlarda yazılmasa yahut yazarı Suat Derviş olmasa, illegal çalışan civanmert bir devrimciyle tanışan düşkün bir kadının doğru yolu bulmasıyla son bulan "romantizmle sulandırılmış bir sosyalist hidayet romanı" olarak kalabilirmiş. Ancak romanın tefrika edildiği dönemin Derviş'in "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?" kitapçığını yazması nedeniyle de sıkıntılar yaşadığı 40'lı yıllar olmasıyla yazarın dehası birleşince; Suat Derviş'in uygulaması gereken otosansür bir tür oulipo etkisi yaratarak romanı büsbütün başka bir yola sokmuş.

Sanatta ve mizahta yasak biraz ters tepebiliyor malumunuz. Yine Fosforlu Cevriye'yle aynı dönemde Marko Paşa dergisi ve ardılları birbiri ardına kapatıldıkça nasıl "Merhum Paşa", "Malum Paşa" gelip bir öncekinin yerini aldıysa ve her yeni dergi hem kapatma yasağını fiilen delip hem de onunla bir de maytap geçmeyi başardıysa, hiçbir erkekle ikinci bir defa yatmayan bir kadını dürüstlüğü, iyiliği, kadirşinaslığı ile kendine aşık eden bir adamın "komünist" olduğunu söylemeyi yasaklamak da Suat Derviş'e engel olmak şöyle dursun onun elini kuvvetlendirmiş. 

Böylece, romandaki herkes gibi bir isimle ve/veya namıyla, lakabıyla, zanaatıyla anılabilecek olan "o", "o" olarak kalır. Ama komünist olduğu için insani bir şahsiyet edinemeyen "o", bu bahsedilemeyişiyle bir kutsiyet halesi edinir: öyle biridir ki "o", yeraltındaki tek "gerçekten iyi"dir. Tam da bu nedenle eroinden bir sene yatılan, katillere hafifletici sebepler bulunan hukuk düzeni içinde en suçlu odur, idam mahkumudur. Öldürülecek olan ("insanlığın günahlarının affı için kendini feda ettiği" de söylenebilir) "o", ama uğrunda ölünecek olan da yine "o"dur. Oralarda bir yerlerde gizli; keşfedilmeyi, tesadüf edilmeyi bekleyen bir maşuktur. "O"nun gözü yaşlı, çile çeken bir annesi vardır. babasından söz edilmez. 

"Cevriye, gün geçtikçe kalbinde [...] Allah'a ayırdığı yerin onun tarafından işgal edilmeye başladığını hissediyordu." (sf 155) 


Lafı çok uzatmaya gerek yok, "o", bir ahir zaman İsa'sıdır. Zaten hem Allah'a hem Panaya'ya dua edilen kozmopolit İstanbul; tam gazinoda şarkı söyleyeceği anda güzelim sesini kaybeden hafızların, veya bir ananın ahını aldığı için iki büklüm kalan güzeller güzeli Ermeni şarkıcıların hikayelerinin iç içe geçtiği "dinlerüstü bir mistisizm"in İstanbul'udur. Kitabın ona adını veren şarkıyla kurduğu ilişki de gizemli, tuhaftır. Romanda şarkı, Fosforlu'nun hikayesinin kehaneti gibidir. Özellikle romanın ikinci bölümünde kör udi "kız kolunda damga var"ı söylediğinde Fosforlu'nun bileklerini açarak damgalarını göstermesi, dini metinleri andırır. 

Kitabın sonunda fosforlu ölürken şarkının ikinci bölümünün eşzamanlı olarak söylenmesiyle şarkının kehanetsel niteliğini; ya da şimdi şu anda yaşanan hikayenin sanki daha önce de yaşanmış olduğunu, tuhaf bir hikayenin kendini tekrarlayıp durduğunu hissederiz. Öyleyse İsa ve Maria Magdalena'nın İstanbul'da yeniden zuhur etmesinde de pek bir gariplik olmamalıdır. Evet, Fosforlu da Magdalena'sıdır İsa'nın. Fosforlu Sümbül Dudu'nun deyişiyle namusludur, iffetlidir zaten, yalnızca ismetsizdir. Kazancakis'in Yeniden Çarmına Gerilen İsa'sında şöyle der Magdalena: "Bir erkeği unutabilmem, kendimi kurtarabilmem için, vücudumu bütün erkeklere teslim ettim!" (sf 113). Bahsettiği erkek İsa'dır tabii ki. Denebilir ki Fosforlu da, kendi İsa'sını bulana kadar "ismetsizlik" yapmaya mecbur kalmıştır. Romanda İsa'nın öyküsünü hatırlatan başka unsurlara da rastlanır. Havarilerin sayısı gözardı edilirse, son akşam yemeğinin yendiği bile söylenebilir. Cevriye adeta yerden bitmiş veya yıldızlardan düşmüştür, "o"nun ise ne başını biliriz ne sonunu. hem belki Cevriye'nin denize "karışmasından" sonra yeni bir yıldız, yeni bir Cevriye olarak dünyaya yeniden düşecek, yine kendi İsa'sını bulacaktır. sanki İsa ve Magdalena arasındaki aşk; cennetin yeryüzüne ineceği "o gün" gelene kadar sokak kadınlarının da idam mahkumu devrimcilerin de hiç bitmeyeceği kozmopolit şehirlerde tekrar tekrar yaşanacaktır. 

Romantizmle sulandırılmış bir sosyalist hidayet romanı olarak kalabilecek bir metin, Marksist ve kozmopolit bir tasavvufi aşk romanına işte böyle dönüşmüştür.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Thomas Korovinis - Fahişe Çika ve Kostas Tahçis - Artakalan

Üzerinde uzun uzadıya konuşulacak bir kitap değil bu. Ama mutlaka okunmalı.

Kurmaca değil, kuram değil. Bir insancığın teybe kaydedilmiş öz yaşam öyküsünün metin formunda sunumu. Onu özel kılan, Birinci Dünya Savaşı'nun hemen öncesinde  dünyaya gelen ve küçük yaşta İstanbul'a gelip kalan Giresunlu bir Rum kızının 80 yılı. 

Genelde bu tür azınlık anlatılarına işlevsel bakılır, sözlü tarih belgesi niteliği taşıması doğrultusunda değer atfedilir ya da edilmez. Mübadeleyi, varlık vergisini, 6-7 Eylül'ü nasıl anlatıyor vb... Sıradan insanların tanıklıkları elbette önemlidir. Filler tepişirken her çimen aynı kaderi yaşamaz ve her birinin özgül deneyimi idrakimizi zenginleştirir, kimi önkabullerimizi sorgulatır ya da haklı çıkarır vesaire. Fakat bu tarihsel momentlere verilen ağırlık nedeniyle, sanki o anlar olmasa bu insanların yaşamamış gibidir de öte yandan. "Kurban" olarak adeta fetişleştirilen aynı öznelerin gündelik pratikleri hatta "kahraman" oldukları vakalar silikleşir (sözgelimi Anadolu Rumlarının yaşadığı her trajedi solda adeta saat saat bilinir de Türkiye sol hareketinin oluşumundaki rolleri hakkında ancak meraklısı bilgi sahibidir, gibi).

Fahişe Çika'ya dönersek, o bir kahraman değil, o da kurban. Fakat neyin, kimin kurbanı? Biraz babasının, biraz devletin, biraz patriyarkanın, biraz kaderinin biraz da kendi iradi seçimlerinin. Kitabı "özel" kılan bir şey varsa o da bu kısmı: Gerçek bir anlatı, ve bu yüzden hem çok çeşitli ideolojik çıkarımlara müsait, hem de bunların her birini reel dünya deneyimiyle sınayıp yetersizliğini gösteren muhtevaya sahip.

Fahişe Çika 72 sayfa. 1 günlük bir okuma. Okumamanın bahanesi yok.

*****

Kostas Tahçis'in yarı-otobiyografik Artakalan'ı ise gerçekten de arta kalması gereken berbat bir kitap. Eşcinsel yazarın cinsel kimliğini keşif ve yaşayış sürecini, elbette farklı öykülerle de birlikte okuduğumuz bir kitap bu. Fakat öyle yavan, öyle mesafeli, öyle "hikayesiz" ki...

Bir de yukarıdaki özyaşam öyküsüyle kıyaslayın. Bir yanda hayatın sillesini yemiş, anlatı tekniği üzerine muhtemelen hiçbir eğitimi olmadığı gibi bunun için geçerli bir sebebi de olmayan, içini döken biri. Diğer taraftaysa kendine "yazar" diyen, bir öyküsünde bir başka öyküsündeki edebi müdahalesinden (çok da ustaca bir şeymiş gibi) utanmadan bahsedebilen bir yeteneksiz.

İnanın bana, bu kitabın tek bir sayfasında bile edebi hiçbir şey bulamayacaksınız. Kimse boşuna okumasın.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Ayfer Tunç - Mağara Arkadaşları (Spoiler içerir)

Ayfer Tunç'la tanışıklığım Aziz Bey Hadisesi kitabından ibaretti. Dolayısıyla romancılığına dair bir fikrim yok. Öykücülüğü hakkındaki fikirlerim ise ufak ufak netleşiyor. Aziz Bey Hadisesi'ni okuyalı altı yıl kadar oluyor. O dönem notlar alarak okuyan biri olmadığım için o kitap hakkında uzun boylu laflar edemeyeceğim. Yalnız bende bıraktığı çok güçlü bir etki var ki -ne okusam bilemediğim zamanlarda Ayfer Tunç'u kalıcı bir seçenek kılan şey de budur- o da Ayfer Tunç'un erkek psikolojisi ve bu psikolojiye uygun dünyalar yaratmaktaki başarısı. Bu başarı çok kolay düşülebilecek olumsuz (eril/maço) stereotipleri ya da verili toplumsal bellekte yer alan bildik arketipleri (şiirsel konuşan evsiz şarapçı vb.) birazcık elden geçirip yeni bir kıyafete büründürme tuzağından ustaca kaçınarak özgün iç dünyalar kurgulayabilmesinden ileri geliyor. 

Bunlardan Aziz Bey Hadisesi'ni değil, onun beni neden Mağara Arkadaşları'na yönlendirdiğini ve dolayısıyla bu kitaptan nasıl bir beklentim olduğunu anlatmak için bahsettim. Aziz Bey Hadisesi'nden bir önceki kitabı olan Mağara Arkadaşları'nda ise bu beklentiyi karşılamanın işaretleri var, kendisi değil. Bütün öyküleri birbirine bağlayan "erkeklik" gibi bir tema yok her şeyden önce. İlk dört öykü belirgin bir biçimde modernitenin temel sembollerinden olan "apartman" yaşantısı etrafında örülü olsa da (ki yazıya iliştirdiğim Can Yayınları 3. baskısının kapak da buna işaret ediyor), sonrasında bu çizgiden net biçimde ayrılan öykülerle de karşılaşıyoruz. Bundan başka öne çıkan bir yatay eksen de olmadığına göre, bu kitaba Ayfer Tunç'un belirli bir dönemde yazdığı (yazar ve yayınevi tarafından) kalburüstü (bulunduğu anlaşılan) öykülerin derlemesi diyebiliriz.

Bu dağınık bileşime yönelik görüşlerimi de bu nedenle dağınık biçimde vermemde sanırım bir sakınca yok. 

  • Gençlik Sabah Çiyidir, Küçük Kuyu ve Siz ve Şakalarınız öykülerinde üzerlerine konuşulacak bir şey göremiyorum. 
  • Ses Tutsağı en azından ilginç, edebi hazzı düşük olsa da. "Şahidi olunan bir hayatın sorumluluğunu alma sorunu" diyebileceğimiz, özellikle de sanatçıları ("Afrikalı aç çocuğun fotoğrafını çeken adam" hikayesini hepimiz biliriz) ve sosyal bilimcileri çok yakından ilgilendiren bir konu hakkında olduğundan önemli. Önemli, fakat neden çarpıcı değil? Öykünün finalindeki korkaklık, nesnesiyle birlikte ölen öznenin bu gerçekliği bir öyküleme müdahalesiyle kırarak kaçışı yüzünden olduğu çok açık değil mi? Bu çok önemli noktaya geri döneceğim.
  • Cinnet Bahçesi ise hem bir hikayesi olduğu için hem de işlerliği kanıtlanmış bir anlatı şablonuna göre hazırlandığı için okunurluğu çok yüksek bir öykü. Fakat Aziz Bey Hadisesi'ne daha vakit var: Demem o ki yalnızca anlatı değil, karakterler de doldurulmuş şablonlar bu öyküde. Stereotipik bir eril erkek, stereotipik bir naif erkek, stereotipik bir meyhaneci... Bu nedenle bir sanat filminden çok, başarılı bir Marvel uyarlamasını andırıyor.
  • Ara Renkler Grubu tek bir başlığa sığdırılmış üç kısa erkek öyküsünden oluşuyor, ve bu da Aziz Bey Hadisesi'ne dair görüşlerimi pek de doğrulamayan bir toplam, söz konusu üç öykücükten yalnızca bir adedi çarpıcı olmayı başarabiliyor.

Geriye iki öykü kaldı. Mağara Arkadaşları ve Alafranga İhtiyar. Ve bu iki uzun öykü de kanımca üzerlerinde uzun uzun konuşmayı hak ediyor.

Yanlış Bir Alegori: Mağara Arkadaşları


Kitaba adını da veren Mağara Arkadaşları'nın ilk iki kelimesi "Ayyıldız Apartmanı", kör göze parmak: Köhnemiş, yıkımını bekleyen bu apartman hakkındaki öykü bir Türkiye alegorisi. Siyasal alegoriler zordur, çünkü yazarın ideolojik konumlanışını çok kolay ele verirler. Bu nedenle müthiş bir sistemik kavrayış gerektirir, sistemin çözümlenmesinde en ufak bir falso, alegoriyi de darmadağın eder.

Bu kapsamda öykünün 1994 tarihli olduğunu göz önünde bulunduralım. Madımak yakılalı iki, Uğur Mumcu öldürüleli bir yıl olmuş, belediye seçimlerine Refah Partisi damgasını vurmuş. Bugünkü adlandırmayla "Eski Türkiye", bir varoluş krizinde. 

Öyleyse mühim soru şu: bir yazar bu krizi nasıl resmeder? Yıkıma giden Türkiye'nin gerçekliği, sosyolojisi ayyaş bir yazar, hafifmeşrep bir kız ve bunak bir ihtiyar ile bunların altında ezilen Müslüman bir kapıcı üzerinden temsil edilen bir apartmanın söz konusu kapıcı marifetiyle intiharı mıdır? 

Öykünün 1994 tarihli oluşundan yola çıkmıştık, tam bu noktada o tarihe geri dönelim. 1994'e ve berisine değil, ilerisine bakalım. Gazi İsyanı'na bir yıl var. Kadıköy 1 Mayıs'ına, Susurluk olayına ve bunu müteakip gerçekleşen yaygın protestolara ise sadece iki yıl. Peki bu gerçeklik nerede? Patlama noktasına gelmiş Aleviler ya da Devlet-Mafya-Aşiret üçlüsünün üzerine yürümeye hazır milyonlar nerede?

Tüm bu sorulara verilen cevapsa yalnızca ve yalnızca yazarın kaçışı. Cevap apartmanın tam olarak da Türkiye'yi sembolize etmeyişi (kuruluş yılı 1923 değil vb.), etse bile ne de olsa patlamayacağı, hülasa bir Ses Tutsağı olan yazarın kendi kurmacasıyla kendini kandırışı.

Alafranga İhtiyar: Sahi Biz Batı'nın Nesini Aldık?

Kitabın en azından lisan zaviyesinden en ayrıksı öyküsü Alafranga İhtiyar. Şeklen bakıldığında bu öykü, yazarın istediği zaman eski dile de hakim olabildiğini gösterererek bir saygınlık uyandırıyor. Gerçi aynı yazarın Mağara Arkadaşları öyküsünde "umarsız" kelimesini "umursamaz" anlamında kullanabildiğini, Allah'ın şefaatinden bahsedebildiğini düşününce "saygınlık uyandırıyor" yerine "façayı toparlıyor" demek belki de daha doğru ya, konumuz bu değil. Öykü eski kelimelerin, hatta (yazarın araya girmesi gibi teknikler kullanarak, yer yer açıktan selam çakarak) bir bütün olarak eski romanların nostaljik hazzını veriyor vermesine, fakat ne yazık ki içerikte yine büyük bir duvara tosluyor.

Zira eğer okuduysanız, bu öykünün esasen Fatih Harbiye romanıyla diyaloğa girdiğini fark ediyorsunuz. Hani şu Fatih'teki mütedeyyin ve milli hayatla Harbiye'deki gayri milli ve ahlaksız hayatı kıyaslayan, bu mukayeseyi finalde Doğu-Batı musikisi alanına da taşıyarak bugünkü "Aslında biz Batı'dan üstünüz ama içimizdeki gayri milli unsurlar yüzünden..." zihniyetinin altyapısını içeren tezli Peyami Safa romanı.

Paralelliğe dönüp bakalım: Alafranga İhtiyar'ın olay örgüsü basit: Teknik okullu bir yazar adayı, takkeli makkeli bir dedenin klasik Batı müziği konserlerini takip edişini ilginç bulur, hikayesini merak eder, bir nevi hafiyelik neticesinde hikayeyi öğrenir: Meğer E(rzurum)lu dedemiz konservatuarda hademelik yapmıştır, başından karşılıksız bir aşk macerası geçmiştir (aşık olduğu konservatuvar öğrencisi ona değil; şan hocası olan, zarif, fakat çapkın ve yalancı Nedim Bey'e tutulmuştur), tüm bunlar olurken de Batı müziğine meftun olmuştur ("Müstahdem Hüseyinlikten musikişinas Ulviliğe terfi etmiştir"!!!).

Sonunda da şöyle diyor, Teknik Üniversiteli yazarımız: "Bazı geceler üçümüz oturup konuşuyoruz, batı musikisi ile ilim arasında bir rabıta olup olmadığını münakaşa ediyoruz. Benim şairane, pek kırılgan ve hassas ruhumu alaturka doyururken; Handan, alafranga musikinin adeta bir matematik teorisiyle yazılmış notalarında kendini buluyor."

Bu öykünün Fatih ve Harbiye'yi barıştırma çabası olduğu muhakkak. Barıştırmak tabii ki güzeldir, en azından naif bir arzudur. Fakat burada sorun şu ki, barıştırılmaya çalışılan mahalleler aslında bu dünyada yok, Peyami Safa'nın kafasındaki, var olmayan bir dünya orası. "Kötü Müslüman" diye bir şeyin olmadığı bir dünya, sözgelimi. Siz tutup bu kurguyu sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederseniz, Batı'nın teknik üstünlüğünün bir bütün olarak kültürlerinde içkinliğine, buna karşın Doğu'daki kalbin, hislerin, inceliğin de Batı'da olmadığına dair o üstünkörü kıyaslamanın yeniden üretimine işte böyle saplanıp kalır, çözüm olarak kendinizce bir melezlik önermek zorunda kalırsınız: "Keşke ülkeyi (aşık olunan kadını) Harbiyeli ahlaksızlara değil de Batı'yı layıkıyla anlamayı başarmış Fatihlilere (Erzurumlu) teslim etseydik" hayıflanmasına. Soralım o zaman: Bu "çözüm", "Batı'nın ahlaksızlığını aldık" demekten başka nedir? Peyami Safa'nın "Biz her yönümüzle üstünüz" hüsnükuruntusunun karşısına, üstelik elli-altmış yıl sonra verilecek cevap bu mu olmalıdır?

Velhasıl sevemedim ben bu öykü kitabını. Sevememekle de kalmadım, suçluyorum.