10 Ağustos 2017 Perşembe

Ayfer Tunç - Mağara Arkadaşları (Spoiler içerir)

Ayfer Tunç'la tanışıklığım Aziz Bey Hadisesi kitabından ibaretti. Dolayısıyla romancılığına dair bir fikrim yok. Öykücülüğü hakkındaki fikirlerim ise ufak ufak netleşiyor. Aziz Bey Hadisesi'ni okuyalı altı yıl kadar oluyor. O dönem notlar alarak okuyan biri olmadığım için o kitap hakkında uzun boylu laflar edemeyeceğim. Yalnız bende bıraktığı çok güçlü bir etki var ki -ne okusam bilemediğim zamanlarda Ayfer Tunç'u kalıcı bir seçenek kılan şey de budur- o da Ayfer Tunç'un erkek psikolojisi ve bu psikolojiye uygun dünyalar yaratmaktaki başarısı. Bu başarı çok kolay düşülebilecek olumsuz (eril/maço) stereotipleri ya da verili toplumsal bellekte yer alan bildik arketipleri (şiirsel konuşan evsiz şarapçı vb.) birazcık elden geçirip yeni bir kıyafete büründürme tuzağından ustaca kaçınarak özgün iç dünyalar kurgulayabilmesinden ileri geliyor. 

Bunlardan Aziz Bey Hadisesi'ni değil, onun beni neden Mağara Arkadaşları'na yönlendirdiğini ve dolayısıyla bu kitaptan nasıl bir beklentim olduğunu anlatmak için bahsettim. Aziz Bey Hadisesi'nden bir önceki kitabı olan Mağara Arkadaşları'nda ise bu beklentiyi karşılamanın işaretleri var, kendisi değil. Bütün öyküleri birbirine bağlayan "erkeklik" gibi bir tema yok her şeyden önce. İlk dört öykü belirgin bir biçimde modernitenin temel sembollerinden olan "apartman" yaşantısı etrafında örülü olsa da (ki yazıya iliştirdiğim Can Yayınları 3. baskısının kapak da buna işaret ediyor), sonrasında bu çizgiden net biçimde ayrılan öykülerle de karşılaşıyoruz. Bundan başka öne çıkan bir yatay eksen de olmadığına göre, bu kitaba Ayfer Tunç'un belirli bir dönemde yazdığı (yazar ve yayınevi tarafından) kalburüstü (bulunduğu anlaşılan) öykülerin derlemesi diyebiliriz.

Bu dağınık bileşime yönelik görüşlerimi de bu nedenle dağınık biçimde vermemde sanırım bir sakınca yok. 

  • Gençlik Sabah Çiyidir, Küçük Kuyu ve Siz ve Şakalarınız öykülerinde üzerlerine konuşulacak bir şey göremiyorum. 
  • Ses Tutsağı en azından ilginç, edebi hazzı düşük olsa da. "Şahidi olunan bir hayatın sorumluluğunu alma sorunu" diyebileceğimiz, özellikle de sanatçıları ("Afrikalı aç çocuğun fotoğrafını çeken adam" hikayesini hepimiz biliriz) ve sosyal bilimcileri çok yakından ilgilendiren bir konu hakkında olduğundan önemli. Önemli, fakat neden çarpıcı değil? Öykünün finalindeki korkaklık, nesnesiyle birlikte ölen öznenin bu gerçekliği bir öyküleme müdahalesiyle kırarak kaçışı yüzünden olduğu çok açık değil mi? Bu çok önemli noktaya geri döneceğim.
  • Cinnet Bahçesi ise hem bir hikayesi olduğu için hem de işlerliği kanıtlanmış bir anlatı şablonuna göre hazırlandığı için okunurluğu çok yüksek bir öykü. Fakat Aziz Bey Hadisesi'ne daha vakit var: Demem o ki yalnızca anlatı değil, karakterler de doldurulmuş şablonlar bu öyküde. Stereotipik bir eril erkek, stereotipik bir naif erkek, stereotipik bir meyhaneci... Bu nedenle bir sanat filminden çok, başarılı bir Marvel uyarlamasını andırıyor.
  • Ara Renkler Grubu tek bir başlığa sığdırılmış üç kısa erkek öyküsünden oluşuyor, ve bu da Aziz Bey Hadisesi'ne dair görüşlerimi pek de doğrulamayan bir toplam, söz konusu üç öykücükten yalnızca bir adedi çarpıcı olmayı başarabiliyor.

Geriye iki öykü kaldı. Mağara Arkadaşları ve Alafranga İhtiyar. Ve bu iki uzun öykü de kanımca üzerlerinde uzun uzun konuşmayı hak ediyor.

Yanlış Bir Alegori: Mağara Arkadaşları


Kitaba adını da veren Mağara Arkadaşları'nın ilk iki kelimesi "Ayyıldız Apartmanı", kör göze parmak: Köhnemiş, yıkımını bekleyen bu apartman hakkındaki öykü bir Türkiye alegorisi. Siyasal alegoriler zordur, çünkü yazarın ideolojik konumlanışını çok kolay ele verirler. Bu nedenle müthiş bir sistemik kavrayış gerektirir, sistemin çözümlenmesinde en ufak bir falso, alegoriyi de darmadağın eder.

Bu kapsamda öykünün 1994 tarihli olduğunu göz önünde bulunduralım. Madımak yakılalı iki, Uğur Mumcu öldürüleli bir yıl olmuş, belediye seçimlerine Refah Partisi damgasını vurmuş. Bugünkü adlandırmayla "Eski Türkiye", bir varoluş krizinde. 

Öyleyse mühim soru şu: bir yazar bu krizi nasıl resmeder? Yıkıma giden Türkiye'nin gerçekliği, sosyolojisi ayyaş bir yazar, hafifmeşrep bir kız ve bunak bir ihtiyar ile bunların altında ezilen Müslüman bir kapıcı üzerinden temsil edilen bir apartmanın söz konusu kapıcı marifetiyle intiharı mıdır? 

Öykünün 1994 tarihli oluşundan yola çıkmıştık, tam bu noktada o tarihe geri dönelim. 1994'e ve berisine değil, ilerisine bakalım. Gazi İsyanı'na bir yıl var. Kadıköy 1 Mayıs'ına, Susurluk olayına ve bunu müteakip gerçekleşen yaygın protestolara ise sadece iki yıl. Peki bu gerçeklik nerede? Patlama noktasına gelmiş Aleviler ya da Devlet-Mafya-Aşiret üçlüsünün üzerine yürümeye hazır milyonlar nerede?

Tüm bu sorulara verilen cevapsa yalnızca ve yalnızca yazarın kaçışı. Cevap apartmanın tam olarak da Türkiye'yi sembolize etmeyişi (kuruluş yılı 1923 değil vb.), etse bile ne de olsa patlamayacağı, hülasa bir Ses Tutsağı olan yazarın kendi kurmacasıyla kendini kandırışı.

Alafranga İhtiyar: Sahi Biz Batı'nın Nesini Aldık?

Kitabın en azından lisan zaviyesinden en ayrıksı öyküsü Alafranga İhtiyar. Şeklen bakıldığında bu öykü, yazarın istediği zaman eski dile de hakim olabildiğini gösterererek bir saygınlık uyandırıyor. Gerçi aynı yazarın Mağara Arkadaşları öyküsünde "umarsız" kelimesini "umursamaz" anlamında kullanabildiğini, Allah'ın şefaatinden bahsedebildiğini düşününce "saygınlık uyandırıyor" yerine "façayı toparlıyor" demek belki de daha doğru ya, konumuz bu değil. Öykü eski kelimelerin, hatta (yazarın araya girmesi gibi teknikler kullanarak, yer yer açıktan selam çakarak) bir bütün olarak eski romanların nostaljik hazzını veriyor vermesine, fakat ne yazık ki içerikte yine büyük bir duvara tosluyor.

Zira eğer okuduysanız, bu öykünün esasen Fatih Harbiye romanıyla diyaloğa girdiğini fark ediyorsunuz. Hani şu Fatih'teki mütedeyyin ve milli hayatla Harbiye'deki gayri milli ve ahlaksız hayatı kıyaslayan, bu mukayeseyi finalde Doğu-Batı musikisi alanına da taşıyarak bugünkü "Aslında biz Batı'dan üstünüz ama içimizdeki gayri milli unsurlar yüzünden..." zihniyetinin altyapısını içeren tezli Peyami Safa romanı.

Paralelliğe dönüp bakalım: Alafranga İhtiyar'ın olay örgüsü basit: Teknik okullu bir yazar adayı, takkeli makkeli bir dedenin klasik Batı müziği konserlerini takip edişini ilginç bulur, hikayesini merak eder, bir nevi hafiyelik neticesinde hikayeyi öğrenir: Meğer E(rzurum)lu dedemiz konservatuarda hademelik yapmıştır, başından karşılıksız bir aşk macerası geçmiştir (aşık olduğu konservatuvar öğrencisi ona değil; şan hocası olan, zarif, fakat çapkın ve yalancı Nedim Bey'e tutulmuştur), tüm bunlar olurken de Batı müziğine meftun olmuştur ("Müstahdem Hüseyinlikten musikişinas Ulviliğe terfi etmiştir"!!!).

Sonunda da şöyle diyor, Teknik Üniversiteli yazarımız: "Bazı geceler üçümüz oturup konuşuyoruz, batı musikisi ile ilim arasında bir rabıta olup olmadığını münakaşa ediyoruz. Benim şairane, pek kırılgan ve hassas ruhumu alaturka doyururken; Handan, alafranga musikinin adeta bir matematik teorisiyle yazılmış notalarında kendini buluyor."

Bu öykünün Fatih ve Harbiye'yi barıştırma çabası olduğu muhakkak. Barıştırmak tabii ki güzeldir, en azından naif bir arzudur. Fakat burada sorun şu ki, barıştırılmaya çalışılan mahalleler aslında bu dünyada yok, Peyami Safa'nın kafasındaki, var olmayan bir dünya orası. "Kötü Müslüman" diye bir şeyin olmadığı bir dünya, sözgelimi. Siz tutup bu kurguyu sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederseniz, Batı'nın teknik üstünlüğünün bir bütün olarak kültürlerinde içkinliğine, buna karşın Doğu'daki kalbin, hislerin, inceliğin de Batı'da olmadığına dair o üstünkörü kıyaslamanın yeniden üretimine işte böyle saplanıp kalır, çözüm olarak kendinizce bir melezlik önermek zorunda kalırsınız: "Keşke ülkeyi (aşık olunan kadını) Harbiyeli ahlaksızlara değil de Batı'yı layıkıyla anlamayı başarmış Fatihlilere (Erzurumlu) teslim etseydik" hayıflanmasına. Soralım o zaman: Bu "çözüm", "Batı'nın ahlaksızlığını aldık" demekten başka nedir? Peyami Safa'nın "Biz her yönümüzle üstünüz" hüsnükuruntusunun karşısına, üstelik elli-altmış yıl sonra verilecek cevap bu mu olmalıdır?

Velhasıl sevemedim ben bu öykü kitabını. Sevememekle de kalmadım, suçluyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder