1 Kasım 2017 Çarşamba

Uyku Krallığı - Kerem Eksen: ya da Ertuğrul Özkök ve "Gelin İtiraf Edelim" Konsepti (Spoiler İçerir)

Tanpınar, romanın Batı'daki ve bizdeki eşitsiz gelişimini açıklarken Hristiyanlıktaki günah çıkarma geleneğinden söz eder. Buna göre romanın Batı'dan yükselişinin sebebi Hristiyan bireyin bu kendi içine dönme alışkanlığıdır. Bu tespitin kaldıramayacağı kadar su yüklemek istemem, fakat buradan ilhamla açılabilecek yeni bir bahis var: Vicdan azabı dürtüsü ve kul hakkının sorulacak olması korkusu hariç tutulursa, bizde "itiraf" proaktif değil reaktif bir eylemdir, zira "suçüstü" yakalanmanın ya da ciddi ithamlarla muhatap olmanın bir neticesidir. Resmi (polis, savcı vb.) ya da gayrı resmi (sms'leri okuyan kıskanç eş) bir iddia makamına karşı yapılır. Bu minvalde objektif değil subjektiftir, yaptığını bütün çıplaklığıyla anlatmanın değil mümkün mertebe reddetmenin, çarpıtmanın, reddedilemeyen yerdeyse "Yaptım ama sor bir neden yaptım,"  açıklamaları iliştirmenin pratiğidir. Fakat elbette toplumlar ne homojen ne de sabittir, dolayısıyla "Bizde bu iş böyle olur," demek fazla toptancı bir hüküm. Üstelik bu noktada kanımca Doğu'yu da, Batı'yı da birleştiren nevzuhur, ince bir taktik var: "Samimi" itiraf. "Yaptım ve pişmanım" da değil, "Yapmadım" da. Daha çok şu: "Yaptım ama hangimiz yapmazdık ki?"

Her ne kadar kendisi "Uyku Krallığı, bir itirafnameden ziyade, bir hatırlama sürecinin ve bir halet-i ruhiyenin anlatısı benim için," dese de Kerem Eksen'in Uyku Krallığı'nı okurken bu "itiraf" pratikleri üzerine düşündüm.

Öncelikle neyin itirafı olduğunu ortaya koyalım. Kitabın kısa özeti bile bu konuda yeterli fikir verecektir: Öğretim üyesi, "şairlik geçmişi olan" bir tarihçi, Fikret, adı açıkça anılmasa da Gezi benzeri bir eylemlilik esnasında ve üstelik kendi okulunda da bir işgal söz konusuyken hasta olduğu için bir Pazar günü salonda yatmakta, dünü ve bugününü düşünmektedir. Dolayısıyla itiraf da orta sınıfın politik ve etik falsolarının itirafı.

Burada bir parantez açalım: Gezi'nin edebiyatımıza yansımasının nasıl olacağı Gezi'den beri tartışma konusu. Başlı başına bir "Gezi romanı" olmasa da Gezi'nin ciddi bir unsur olarak öne çıktığı Uyku Krallığı'nı Gezi'den beri tartışma konusu olan bir başka hususla birlikte ele alalım: "Gezi bir beyaz yakalı isyanı mıydı" meselesi. Bana kalırsa Gezi elbette karmaşık bir sosyoloji içeriyordu, içinde Ethem Sarısülük'ün de, Okan Bayülgen'in de yer aldığı (biri canını verirken öbürünün parkta kitap okuyup ertesi 1 mayıs'ta polisle selfi çektirdiği) bir olaydan söz ediyoruz. 

İşte bu karmaşık sosyolojinin farkında olan ve romanında da bunu teslim eden Kerem Eksen de temsilcisi olduğu entelektüel küçük burjuvazinin yalnızca Gezi hakkındaki düşüncelerini değil, bir bütün olarak ideolojik konumlanışını samimi bir biçimde yansıtıyor, samimi olamadığı yerlerdeyse bahaneler üretiyor. 

Biraz detaylara girelim. Roman yazmak istiyorsunuz ama "o ilk cümleyi" bir türlü bulamıyor musunuz? Peki şu nasıl:

"Bazen Amerika'daki yıllarımızın Nilgün'le geçirdiğimiz en güzel zamanlar olduğunu düşünüp üzülürüm."

Bu itirafla başlıyor Kerem Eksen romanına. Orhan Pamuk'un "Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum"unu çok ama çok andıran, yazarın roman boyunca kendini defalarca kanıtlayacak olan dil yeteneğinden -nedense- eser barındırmayan, iddiasız mı iddiasız, handiyse "itici" denebilecek bir giriş cümlesi bu. (Romanın tarzı da bu anlamda çok ilginç: Kerem Eksen kalemi eline almış ve iyi mi kötü mü olduğuna bakmadan -müthiş bir samimiyetle- cümleleri ardı ardına eklemiş gibi, tek bir harf silmemiş sanki.) Fakat? Fakat, samimi işte. "Üzülüyor" bir kere yazar, okur daha ilk cümleden empatiye çağrılıyor. Yazarın ve Nilgün'ün Amerika'nın dışında geçirdiği zamanlarda üzülecek bir şeyler var, mendilleri hazırlayın.

Peki ne vardır bu Amerika'da da, en mutlu anlar orada? Neler yok ki: 

Yeniyetme tarihçimizin rol modeli oradadır bir kere. Buradaysa akademi vicdansız, faşist öğretim üyelerinin elindedir. (Peki bu yanlış bir tespit mi, tartışmasını sonraya bırakalım.) 

Orada banliyö evinizin camından baktığınızda huzur bulursunuz, buradan bakınca hiçbir ortaklık kuramayacağınız insanları taşıyan arabalar görürsünüz. (Gerçi samimiyetle itiraf etmek lazım: Sizin camınızdan barikatların kurulduğu Sultanbeyli, Gazi, Okmeydanı, Taksim görünmüyosa sizin suçunuz ne? Sizin neden o barikatlarda ya da o mahallelerde olmadığınız sorulacak olabilir, bunu da sonraya bırakalım.)

Oralı (genel olarak Batılı) olana ne mutlu ki yaşadığı şehrin yıkımını görmeyecektir. Oysa İstanbul'un kaderi Beyrut'la, Bağdat'la birdir. Biz, İstanbul'un yıkılışını göreceğiz (sf 150).

Özetle, fazlasıyla tanıdık Batı'ya kaçma argümanlarını edebi formları içerisinde buluruz romanda.

Ama şimdi sonraya bıraktığımız tartışmalara dönelim: 

Batı'daki akademi gökten zembille inmedi, mücadele edersek buradaki akademi de nitelikli olabilir, mi diyorsunuz? Doğu'nun kaderi yıkım değil, biz de barikattaki, işçi mahallesindeki yerimizi alabiliriz, mi diyorsunuz?

Yahu siz kiminle dans ediyorsunuz kuzum? Burjuvanın zihin dünyası zaten zengindir hani ya, en çok da mücadeleden kaçmanın teorisiyle doludur.

Bu romanda burjuva kaçışçılığının olumlanması kahramanımızın tarihçiliği üzerinden halledilir: "Her şey her zaman kötüye gider: tarihin yasası" (sf 194).

Elbette "tarih" yalnızca edebi bir tercih. Kahramanımız söz gelimi astrofizikçi olsaydı da bu kaçışçılığın teorik altyapısını pekala doldurabilirdi: Hani dünyayı çok da önemsememek için "koca kainatta bir toz zerreciği" olma söylemi vardır, sen ne kadar ciddiye alırsan al, kainatın büyüklüğü karşısında ne olduğunu düşündüğünde her şey anlamsız gelir. Evet bu yöntem insanın gözünde büyüttüğü acılarla mücadelesi için oldukça faydalıdır, fakat aynı mantıkla ilerlendiğinde bütün ahlaki değerlerin, bütün mücadelelerin de hükmü kalkar (aklıma gelmişken konuyla ilgili bir espri için bkz). 

Kerem Eksen, romanda bunu tarih ile yapıyor: Koskoca bir tarih var ve biz küçücük bir noktayız. Devasa "Tarih"e karşı bizim hükmümüz nedir ki? 

Hele hele bu tarih devingen değil de, durağan, hatta hatta topyekun bir gerileme dönemindeyse? "Bir çölü geçmek zordur" hadi ya, "peki bir çölde doğduysak?" (sf 177)

Hele hele harcanıp giden İran devrimcilerinin anısı hafızamızda tazeyken, değil mi ya? Romandaki İranlı karakterimizin, devrimci babası hakkındaki sözlerini hatırlayalım: Artık Amerika'da yaşayan İranlı İsmail " 'Bizim devrimimiz' denen şeyden söz ettikçe öyle bir devrimin hiçbir zaman yaşanmadığını, dönüp bakıldığında öyle bir ihtimalin zaten çok ama çok uzak göründüğünü..." söyler babasına. (sf 93) Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! (Hem zaten o baba şimdi senede 400.000 dolar kazanan bir doktordur, fırsatlar ülkesi Amerika'da.)

Bu kapsamda romana kasten yerleştirilmiş olan flagellantların hikayesi devreye girer. Durup dururken, kendilerini kırbaçlayarak gezen bu tarikatın fikir babası Joachim Von Fiore'nin tarih anlayışını öğreniriz: Meğer "[...] kayda değer hiçbir şeyin vuku bulmadığı [...] uyku çağları" vardır (vurgular yazara ait) bu anlayışa göre  "[...] gaflet içinde doğan, yaşayan ve ölen kuşaklar, beyhude geçen ömürler..." (sf 198). 

Evet, aranan "bulgu" özetle budur: "Bir şeyler oluyordu hep, evet, bütün dünyada durmadan bir şeyler oluyor ve hiçbir yere varmadan, öylece olup duruyordu." (sf 212)

Madem bir şey değişmeyeceği bilimsel olarak gösterilebiliyor, şu üç günlük dünyada devrimci olmaya değer midir?

Bitmedi. İşin tarihsel olduğu kadar, felsefi boyutu da var. 

Romanda kahramanızım Fikret'in Alman dostu, tarihçi Wolfgang aynı zamanda dağcıdır. Şöyle der Wolfgang, dağcılığı hakkında: "[Yukarıdan] baktığımda herkes haklı görünür gözüme, tabii aynı zamanda da herkes haksızdır ve bu ikisi aynı şeydir, neticede her şeyi olduğu gibi kabul ederim, evet, hepsi kabulüm der dururum içimden, olan biten neyse kabulüm. Böylelikle nihayet kurtulduğumu, o aşağıdaki aptallıkların artık bana dokunamayacağını düşünüp sevinirim - ve aslında bu his de aptalcadır." (sf 201)

İşte küçük burjuvanın samimiyeti tam olarak buradadır: Hayatını üzerine inşa ettiği zeminin aptallık olduğunu adı gibi bilir, ama bunu yine de yapar ve bunu saklama gereği bile duymaz. Nihilizmi sorumluluktan kaçışı için bir kalkan olarak kullanır fakat aynı nihilizmden yola çıkarak hazdan kaçmaz örneğin. Şöyle der kahramanımız: "Hepsi kabulüm, deyip duracaktım, tarihçi olmaya geldim ben Wisconsin'e değil mi, evet ya, çok iyi bir tarihçi olacağım" (sf 202). (Her şey anlamsızken çok iyi bir tarihçi olmanın ne anlamı varsa artık?)

Koca kainatta bir toz zerreciği olduğu için dünyayı önemsemez, ama paradoksa bakın ki dünyanın içinde bir toz zerreciği olan kendinden daha önemli bir şey de yoktur. Ünzile'nin öyküsünü anlatan Sezen Aksu şarkısını yarısına kadar dinleyebilir (sf 185) fakat geçirdiği bir Pazar gününü 230 sayfa boyunca anlatmaya değer bulur! (Hatta tarihçi kahramanımız Fikret, romanda kendine özel bir tarihçi -Fikolog- bile kurgular: bireyselciliğin zirvesi.)

Romanın buraya kadar ele aldığım kısmının çok güçlü bir yanı olduğunu kabul etmem gerek: Ertuğrul Özkök'ün "gelin itiraf edelim" konsepti olarak dimağlara yerleşen ince taktiğinin ustalıklı kullanımıdır bu. Yazar bireysel günahlarının itirafına soyunmamıştır yalnızca, samimiyetiyle okurun da bilinçaltına sızar ve onu itirafa zorlar: "Siz de sorumluluktan kaçmak için benzer bahanelere sığınmıyor musunuz? Siz de bazen Batı'ya kaçma hayalleri kurmuyor musunuz?"

Doğrudur, insanların mücadeleden kaçmak için aptalca bahanelere sığındığı, bazense yalnızca ama yalnızca kaçmak istedikleri anlar vardır. Fakat burada edebiyatın görevi nedir? Bu duyguların ayartıcılığıyla mücadele etmek mi, yoksa onları samimiyet ambalajıyla satışa çıkarmak mı? Yazarın Ertuğrul Özkök'ten farkını bu sorunun cevabı belirleyecektir.

Romandaki karakteri yazarla özdeş değerlendirmem yadırganabilir. Neticede kahramanın görüşleri yazarın görüşlerini yansıtmak zorunda mı? Kerem Eksen bir anti-kahraman yaratmış olamaz mı? Elbette, kahraman-yazar özdeşliğini yekten kurmamak gerekir. Yazar, ideolojik konumlanışını kahramanında değil, kahramanının başına getirdiklerinde gösterir. Ve işte ben de tam buradan hareketle kahramanı yazarla özdeşleştiriyorum. Zira Fikret'in bu kaçışçılığı romanın sonunda bizzat yazarın müdahalesiyle haklı çıkarılıyor. Kitabın sonunda Fikret, evlerindeki kedinin ayağını yanlışlıkla incitmesine sebep olur. O an, kedinin çektiği acıyı hisseden Fikret gaflet uykusundan uyanıverir. Hasta olmasına aldırmadan yatağından fırlar ve devam etmekte olan direnişe katılmak üzere okuluna gider. Fakat o da ne? Direnişçiler taleplerinin mümkün olan en uyduruk biçimde karşılanmış olmasını kabul edip direnişlerini bitirmiş, Taksim'de kutlama yapıyor olmasınlar mıdır? 

Fikret, yaşadığı "uyanış" sonrası okuldaki direnişe katılarak kalıcı bir değişim yaşayacağına, okuldaki mücadelenin "kolpalığı" ile Fikret'in tüm kaçışçılığı haklı çıkarılır. İşte yazarın Fikret'le özdeşleşmesi tam da burada ortaya çıkar.

Kısacası şu sıralar Avrupa'ya kaçma planları yapan, fakat kendini ve çevresini bu kaçışın haklılığına ikna etmek için yeterli psikolojik-felsefi donanıma sahip olmayanlar kendilerine bu kılavuzu sunduğu için Kerem Eksen'e ne kadar teşekkür etseler az. 

Mücadelenin değerine inananlar içinse bu roman küçük burjuva zihin dünyasında bir gezintiden ibaret - fakat yol çok kasisli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder