17 Eylül 2018 Pazartesi

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana - Yaşar Kemal

Yaşar Kemal pre-modern bir edebiyatçıdır, desem -bu cümlenin derdimi ifade etmekte ne kadar başarılı olduğu tartışması bir yana- sanırım herkes ne kast ettiğimi anlar, çünkü alelade bir gerçekten bahsediyorumdur. Yaşar Kemal pre-moderndir çünkü her şeyden önce modernite öncesi geleneksel kurumların (din, aile vb.) gücünü koruduğu kırsalın yazarıdır. Evet siyasal açıdan elbette moderndir, kırsaldaki hayatı idealize eden, gerici bir tutumu yoktur, sınıfsal olarak taraf tutar. Fakat edebi anlatım tekniğiyle sunulan sınıfsal analiz dokümanları kataloğu olarak tanımlanabilecek "köy romanı" kategorisine sokulamayacak şekilde kırın yalnızca sınıfsal ilişkileriyle ilgilenmekle de kalmaz. Hatta tam tersine, sınıfsal analizin insanı rasyonel bir tarihsel ilerleyiş zeminine oturtma çabasına kıyasla Yaşar Kemal, kırsaldaki binlerce yıllık kültürel birikimi insan denen canlıya dair bir arşiv olarak kullanarak rasyonalitenin ötesini araştırır. Daha açık ifade edersem, insanın maddi gerçekliği anlamlandırma sürecinde uydurma, çarpıtma, abartı vs tekniklere sık sık başvurmasından hareketle insan zihninin çalışma prensibi içerisinde mitlerin ne kadar önemli bir bileşen olduğunu gösterir ve böylece mitsel düşünceyi feodal toplum yapısı içerisinde "hakim sınıfın ideolojik hegemonyasının bir ürünü" olarak gören ve insan-doğa ilişkisini gerçekçi zemine oturtan toplumlarda bunun geride kalacağını öne süren (buna kapitalizm de dahildir ki bu yüzden Aydınlanma el üstünde tutulur) klasik Marksizmden ayrılır. Ona göre insan sınıfsal ilişkilerden bağımsız olarak tam da bu mitlerle yaşayan varlıktır ve "bilimsel" bir sınıf analizi de insanın bu şekilde kabul edilmesiyle başlamalıdır. 
Image result for fırat suyu kan akıyor baksanaBuna karşı verilecek hızlı ve yüzeysel tepkinin nasıl olacağını öngörmek mümkün: Batı toplumları başta olmak üzere kapitalizmin geliştiği yerlerde dini inançlar, hurafeler vs. gerilemiştir. Fakat yine aynı toplumlardaki yoga başta olmak üzere spiritüalizm sevdası, olmadı scientology ve benzeri new age tarikatlar, Madonna (ki adındaki sembolizmi ayrıca vurgulamak lazım) gibi pop ikonları, Brigitte Bardot gibi seks ilaheleri, "Lombardo duvarda bozuk para saydırıyormuş" menkıbeleri, bunların halo etkileri (kıçıkırık instagram ünlülerinin bile influencer'lık iddiasında bulunmaları) pek de rasyonal düşünceyle açıklanabilecek gibi de değildir sanki... 


Tabii Yaşar Kemal'in "Halk mitlerle yaşar ve halkı anlatmak onları o düş dünyalarının içinde anlatmaktır" gibi salt gerçekçi bir kaygıyla hareket ettiğini de düşünmüyorum. Kanımca sanatla iştigal etmekten de ileri gelen bir bakış açısıyla -mesleki deformasyon diyorlar buna şimdilerde- Yaşar Kemal'in normatif bir tavrının da olduğunu, yani "İnsan mitlerle yaşar"ın ötesinde "İnsan mitlerle yaşamalıdır" diye de düşündüğünü zannediyorum. İnsanlar geceleyin gökyüzünde akan bir ateş topu gördüklerinde birbirlerine "Bak bir gökcismi atmosferimize girdi ve sürtünmenin etkisiyle alev aldı," demek yerine -yalan olduğunu bilseler de- "Yıldız kaydı, hadi dilek tutalım," desinler;  dünyanın tatsız tuzsuz yalın gerçekliğine azıcık baharat katsınlar istiyor Yaşar Kemal. Kendi sanatını da bu nedenle araçsallaştırmıyor, Anadolu'ya yeni mitler katmak için bir adım öne çıkmıyor mu?  "Beni okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun, insan sömürüsüne karşı çıksın," diyerek bu "işlevsel mit" icadını dile getirmiyor mu?


Fakat bu noktada Yaşar Kemal'in edebiyatında gerilimli, çelişkili bir durum ortaya çıkıyor: Neyi mitleştirip, neyi çıplak gerçekliği içinde göstereceksin? Aşırı "kör parmağım gözüne" bir örnek olacak ama söz gelimi yoksulluğu gösterecek misin, yoksa ideolojik araçlar vasıtasıyla başka bir mit evrenine sokulmuş, onca yoksulluğun içinde "Dünya lideri olduk, hastaneler pırıl pırıl, Almanya bizi kıskanıyor" hülyalarına dalmış insanların sınıf mücadelesini gölgeleyen gerçekliğini kabul mu edeceksin? Böyle sorunca kolay oldu değil mi? Elbette sol bir yazar için ilki geçerli olacak. Mite karşı mit. Madem ki roman bir araç, çelişkileri örten yalana karşı çelişkiyi körükleyen yalan. 

Ama konu gri alanlara kaydığında konu tartışmalı bir hâl alıyor. Yaşar Kemal feodal hiyerarşiyi mutlaka olumsuz bir konuma yerleştirmiyor. Örneğin ilk romanı İnce Memed'de düşman karakter olarak köy ağasını görürüz evet, fakat aynı zamanda İnce Memed'in katıldığı ilk çetenin çadırında ziyaret ettiği Yörük aşiret lideri babacan biridir. Çete lideri ona zulmederken, okur aşiret lideriyle duygudaşlık kurar. Evet, bütün çeteler iyi değildir. Evet, bütün aşiret liderleri de kötü karakterlere sahip olmak, Erol Taş gibi kahkaha atarak tavuk yemek zorunda değildir. Hatta aristokratik soyağaçlarına bakıldığında sıradan insanların gösterdikleri kahramanlıklardan ötürü bu unvanların onlara bahşedildiği, "Kahramanın oğlu da kahraman kanı taşır" düşüncesiyle de o soydan gelenlerin de aristokratik tabakada kalıcılaştığı tarihsel olarak bilinmektedir. Yani Yaşar Kemal'in - Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana'da Çeçen hanına, Arapların emirine yağdırdığı övgülerde bir gerçeklik payı vardır muhakkak. İyi ama, "çelişkiyi körükleyen yalan" silahımız ne olacak, neden toplumsal hiyerarşilerin üzerine mermi yağdırmıyoruz?

Lafı sonunda Fırat Suyu...'na (bundan sonra "Fırat Suyu" deyip geçeceğim) bağlamayı başarmışken Yaşar Kemal üzerine genel konuşmadan çıkıp kitaba odaklanalım. Fakat yine mitlere ve "pre-modernliğe" bağlayarak. Yaşar Kemal'i pre-modern yapan bir başka unsur da dilin/metnin kendi kabuğuna geri çekilişini allayıp pullayan postmodernizmin ve modern romana içkin "iş bölümü yazarlığının" (yani "İstanbul'u en iyi anlatan romancı, kadın ruhundan anlayan romancı, queer teori yazarı, milli dirilişin yazarı...) dışında kalan; bütünsel bir felsefi doktrin çıkarılmaya müsait "kutsal metin" üreticiliğine soyunmasıdır. Yaşar Kemal okuyarak "Yaşarkemalist" olabilirsiniz ve emekten kadına, ekolojiden, milliyetçiliğe kadar pek çok konuda çıkarımlar yapabilirsiniz. Elbette bu yukarıda çizdiğimiz Marksist-kültüralist çerçeve içerisinde gerçekleşiyor, yani "modern" olduğu söylenebilir. Fakat "modern olan" bu şey Yaşar Kemal'in "beslendiği" kaynaktır, verdiği ürün değil. Verdiği ürünse, belirttiğim gibi, pre-modern dinsel anlatılara benziyor. İşte bir başka gerilim de burada yatıyor Yaşar Kemal'de - ve roman üzerinde konuşacak olursak Fırat Suyu'nda. Marksizmde emeğe, emekçiye ve "insani dünya"ya atfedilen değerin dinsel metinlerdeki içsel tutarlılık zorunluluğuyla çakışması Yaşar Kemal'i kendini tekrara sürüklüyor. O emeği, emekçiyi ve insani doğayı överken; mesleği gereği her gittiği düğünün gelin ve damadını sanki dünyanın en özel çifti onlarmış gibi pohpohlayan bir düğün emekçisi ya da nikah memuru hissi yaratıyor. Her kuşu, her çiçeği, denizin günün her saatindeki her tür halini, güneşin ve ayın her doğuşunu ve her batışını dünyanın en güzel manzarasıymış gibi övmek öyle zor bir iş ki koskoca Yaşar Kemal'in tasvir repertuvarı bile yetersiz kalıyor. 

Gerçekten de her bal arısı renk renk ipilemek, mis gibi kokmak zorunda mıdır? Hayatı anlamlı kılan şeylerden biri de doğa korkusu, doğayla girilen mücadele, söz gelimi arı sokmasından sonra edilen küfür vs değil midir? Çirkinlikteki güzellik bu kadar kolay ihmal edilebilir mi, edilmeli mi? 

Benzer şekilde, Fırat Suyu'ndaki istisnasız bütün balıkçılar için "Buraların en iyi balıkçısı oydu," demeye getirmek neyin nesidir? Emek güzeldir evet ama, tam da bu yüzden beceriksiz bir balıkçının haybeye harcanan emeği de övülmeye değer değil midir? Beceriksizlik de insana dair bir detaydır, belki de en insani olanı; ne bileyim, dünyayı güzelleştiren şeylerden biri de komik beceriksizlik anları değil midir? Homeros destanlarında herkesin muhteşem savaşçılar olması gibi, bütün balıkçılar muhteşem olmak zorunda mıdır gerçekten? Yaşar Kemal'in dünyasında beceriksiz balıkçılara evrimsel olarak elenmek müstehak mıdır?

Bazen dünyalar tatlısı bir insan size kendi elleriyle yaptığı bir yiyeceği ikram ettiğinde ve hiç de güzel yapamamış olduğunda ne yaparız? O yiyecekten "emeğin lezzetini" alıp mest mi oluruz? Hayır, o yiyeceğin kötü olduğunu eşşek gibi biliriz (kendi kendimizi mitlerle kandırmayız), fakat emeğin kıymetini, yapana "Ellerine sağlık" demeyi, emekçinin gönlünü hoş tutmayı da biliriz. Hayat böyledir işte. Hangimizin saçını berbat kesen bir berberden sırf berber gariban bir insan olduğu için gıkını bile çıkaramadan teşekkür edip ayrıldığı, götüm gibi saç kesimiyle bir ay ortalıkta dolandığı olmamıştır ki? Hayat emekçinin iyi niyetiyle emeğinin niteliği arasındaki uyumsuzluk sayesinde daha da zenginleşmiyor mu?

İşte Yaşar Kemal'in bu tavrı ne yazık yeni bir Yaşar Kemal romanına başlarken ne okuyacağını önceden bilmek gibi bir dezavantajı beraberinde getiriyor. Bununla da kalmıyor, hayatın realitesiyle başka bir problemli ilişkiye işaret ediyor. Çocukları ne yaparsa yapsın öven, onlara kusursuz varlıklar gibi davranan, halının ortasına sıçsalar bile "Bak babası bak biz halıya ne kadar muhteşem sıçtık," diye övmek zorunda hisseden ebeveynler nasıl bomboş bir özgüvenle çıktığı yaşam sahnesinde gerçekliğin duvarına çarpan sorunlu çocuklar yetiştirerek o çocuklara en büyük kötülüğü yapıyorsa, emek ve emekçi dostlarının bu "mükemmel emekçi" tiplemelerinin de emekçiye faydadan çok zararı vardır sanıyorum.

Bu nedenden ötürü olacak, büyük umutlarla başladığım bu "ustalık eseri" bende yalnızca bir tekrar duygusu uyandırdı. Mimar Sinan'ın İstanbul'daki eserlerini gördükten sonra Edirne'ye Selimiye Camiine gidenler de bilirler bu hissi.

***

Bunun dışında beklediğim tadı alamamama sebep olan başka unsurlar da var.

1) Adadaki karşılaşma anının aşırı uzun tutulması gerçekten yorucu. "Vasili de kedi de acıkmıştı. Balığa çıktılar. Vasili balığın bol olduğu yeri çok iyi bilirdi. Üç tane kocaman balık tuttu. Birini kediye verdi. Topladığı kuru dallarla ateş yakıp ikisini de kendi pişirip yedi. Sabah kalktı. Vasili de kedi de acıkmıştı..." döngüsüne sanırım kırk-elli kez giriyor kitap. Kitabın ortalarında çok kez ara vermeme sebep oldu bu.

2) Yaşar Kemal'in Toroslar hakkındaki ansiklopedik bilgisi Yunan adalarının kültürü için geçerli değil. Bir kere 1920'lerde Yunanlar şöyle dursun, Anadolu'da bile çay içilmezdi (Kürtleri bilmiyorum, belki İran'dan o zamanlar da çay geliyordur.) Yunanlar, şimdi de çay içmezler. Bu nedenle her sabah kahvaltıda çay tasvirine biraz kuruldum. Ha keza Yunanları iyi tanımamanın en önemli nişanelerinden biri: Yunan halk dansı denince akla "sirtaki" gelmesi. Yunan'ı da beni de çıldırtan bir hatadır, Yaşar Kemal nasıl düşmüş bilemedim. "Sirtaki" kitapta yalnızca bir yerde geçiyor, ama o "bütün halk kültürlerine hakim Yaşar Kemal" imajına gözümde bir çentik atmaya yetti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder