24 Ocak 2018 Çarşamba

Görünmez Kentler - Italo Calvino

Yazar takibi konusunda malımdır. Bir yönetmeni çok sevip bütün filmlerini izlemek kadar doğal bir şey yoktur, ben de aynısını yaparım. Fakat iş yazarlara gelince, tuhaf bir mazoşizm hali olsa gerek, çok sevdiğim yazarların arasına binlerce boktan kitap sıkıştırırım. 

Calvino da benim için böyledir. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'yu okuyup da kafamdaki edebiyat tanımı darmadağın olduktan sonra uzun bir süre başka bir Calvino kitabı okumadım. Ta ki 2010 sonlarında Atalarımız üçlemesini okuyana kadar. Yazıktır ki Atalarımız "Bir yazarı önce başyapıtıyla tanımak" denen uğursuzluğun gadrine uğramış, Bir Kış Gecesi...'nden sonra benim için pek de çarpıcı olamamıştı.

Acaba bu yüzden mi, dile kolay 7 yıl sonra okudum Görünmez Kentler'i, Calvino'nun bir diğer başyapıtı olarak anıldığını bilmeme karşın? Hayır değil. Sadece bu etki 7 yıllık arayı açıklayamaz. Sanırım bunun temel sebebi kent meselesi üzerine düşünmenin biz orta doğulular için biraz lüks kaçtığına olan utanç verici de olsa gerçekçi, gizli inancım. Tartışma için bir çıkış, bir referans noktası olabilecek herhangi bir kenti olmayan bir ülkenin fertleri olarak, Haziran 2013 protestolarına kadar (ki fitilini ateşleyen olayın Gezi Parkı olması da tamamen tesadüftür ya o ayrı) "kent hakkı" diye bir şeyin var olabileceğinden dahi haberi olmayacak kadar dar bir demokratik tartışma alanına sahip olan insanlarız. En önemlisi de, savaş başta olmak üzere bin bir farklı gündem maddesinden mütevellit, "kent" tartışmasına hiçbir zaman sıra gelmemesi; "kent" üzerine tartışmanın burjuva işi ya da birinci dünya problemi olarak görülebilmesi (ve bunun haklılık payının olması).

Fakat insan çevresini saran korkunç sorunlar karşısında bazen öyle çaresiz kalır ki; her şeyi boş verip kabuğuna çekilmek ve "şimdi sırası mı" denen, ikincil önem atfedilen meselelerle uğraşmak gerçekten mümkün olur: Lenin'in 1. Dünya Savaşı sırasında Hegel'in Mantık Bilimi üzerine çalışma yapması gibi. Tuhaf ama; orta doğuda kent meselesini tartışmak için iyimser bir tahminle en az bir yirmi-otuz sene daha beklememiz gerektiği ve şu an ne okursak okuyalım bugün için pratik bir karşılığının olmayacağı düşünüldüğünde, sanırım kent üzerine okuma yapmakta hiçbir sakınca yok.

Gelelim Görünmez Kentler'e. Muazzam olduğuna şüphe yok, fakat üstelik son zamanlarda okumaktan büyük haz duyduğum ender kitaplardan biri olmasına karşın kraldan çok kralcıların "Mmm Calvino ve labirentler, Perec ve evet Borges..." süslemelerine gizlenmeden kusurlu gördüğüm yönleriyle beraber ele alarak gideceğim.

Öncelikle elimdeki YKY baskısında (22. baskı) kitabın 57. sayfada başlamasını, bundan önce toplam 50 sayfa boyunca Calvino'nun kitap üzerine iki metniyle beraber çevirmenin epey uzun, gereksizcesine akademik sunuşunun yer almasını yadırgadığımı ve okumadığımı belirtmek isterim. Klasiklerin önsözlerinde kitabın başından sonuna kadar anlatılıp bütün dönüm noktalarının, sürprizlerin vs. bok edilmesi adettendir, biliyorsunuz. Siz tam Jean Valjean'ın akıbetini öğrenmek için 1500 sayfalık Sefiller'i okumaya hazırlanırken geri zekalı yayınevi size iki sayfalık önsözde Jean Valjean'ın son sözlerinden bahseder falan. Benzer şekilde "Bu kitapta şu sembolü bulacaksınız, bunu böyle yorumlayınız, şu tematiğin kullanımını şu yazarla birlikte okuyunuz" diye okurun yapacağı okumayı en baştan şekillendiren yazılardan da nefret ediyorum. YKY editörlerine, genel yayın yönetmenine, falan fistanına sorsanız "Bir eser tamamlandıktan sonra yazarından çıkmıştır, artık onun sahibi okurdur" amentüsünde birleşirler, fakat böyle aymazlıkları yapmaktan da beri durmazlar. Bu nefreti kustuktan sonra, benim okuma kronolojime göre sonradan gelse de, kitapta yer alış sıraları itibarıyla önce bu önsözde dikkatimi çeken tek hoş detaydan söz etmeliyim sanırım: Calvino'nun bir konuda yazmaya karar verdiğinde o konuya dair yatay temalar için ayrı dosyalar tutup aklına fikir geldikçe o dosyaya bir kağıt parçacığı atması, ve dosya dolduğunda artık oradan yazacak bir şey çıkacağını anlayarak işe koyulması. Gerçekten hoş bir yöntem. Sevim Burak'ın fikirlerini çengelli iğneyle parça parça perdeye tutturması da iyi fikirdi. İnsanın kendine göre fikir havuzu oluşturma biçimleri bulması gerçekten de elzem, benim telefonda taslak SMS oluşturma yöntemim pek verimli olmuyor zira.

Nihayet kitaba geçebilirim. Kitabın izleği malum: Venedikli gezgin Marco Polo, Tatar imparatoru Kubilay Han'a onun imparatorluğunun şehirlerinde gördüklerini anlatıyor. Bu tema gerçekten ustalıkla seçilmiş: Kentlerin sahibi olan kişi sarayında sabitken, onların anlatısını hiçbirinin sakini bile olmayan bir gezgin, bir misafir kuruyor. İşte içinden çıkılmaz karşılıklı bir ilişki: Merkeze giden kent anlatıları merkezin kentler hakkındaki düşüncelerini belirlerken, merkezin düşüncelerinin şekillendirdiği kentler de bu anlatılara zemin oluşturuyor. Tam bir Michel de Certeau okuması: Şehir yukarıdan bakanlar için opaktır, onların teknokratik bakışı şehri şeffaf sanır, fakat şehir, aşağıda onu pratik olarak yaşayanların ürettiği tuhaflıklarla var olur. Ben bu noktada Certeau'nun düşüncesinde gereğinden fazla umut ışığı görüp "aşağıdakilerin" eylemlerinde zafer pırıltıları görenlerden tiksinirim aslında. Neticede onlar "yukarıdakilerin" belirlediği makro ölçek içinde küçük kaçış alanları yaratmaya muktedirdirler ancak. Evet bu kaçışlarla açılan delikler büyük çatlaklara dönüşme potansiyeli taşırlar; ama bu konuda gereğinden fazla iyimser olmak, makroya da müdahil olma mücadelesinden kaçmak için mazeret aramayan bir aptallıktan başka bir şey değildir. İnsanların AVM'leri karşı-iktidar üreten oyun alanlarına dönüştürmesini umut etmek, hatta utanmadan buna dair küçük emareler bulup boncuk gibi pazarlamaya çalışmak yerine AVM'lere temelden itiraz etmek gerekir. Fakat böyle bir Polyannacı gerizekalılık var diye de tam tersine savrulmamak; merkezi iktidarların attığı her planlı adımın da mutlaka iktidarlara yaramadığını, halkın gündelik direnişler üretebildiği gerçeğini de göz önünde bulundurmak da gerekir ki iktidarı gözünde fazla büyütüp korku ve yılgınlık hissiyle titreyen acizlerden olmayalım. De Certeau'nun düşüncesi bana tam da bunu söyler. Bu anlamda Calvino'nun "kentleri betimleyenler"le "kentleri belirleyenler" arasında kurduğu bu dengeyi önemli buluyorum.

Bizi hayal kentlerinde tam da bu yukarıdaki bakış açısıyla gezdirecek olan kitap, "kentleri belirleyenler"den olan Kubilay'ın imparatorluğunun geleceğine dair umutsuzluğuyla açılır. Bu girizgaha göre Kubilay, yıkıma karşı işleyen bir dinamiği ancak bu kent anlatılarında görebilir. Biliyoruz ki şehir devletlerden tutun da "Roma" İmparatorluğuna varıncaya kadar her kent bir imparatorluk kıvılcımıdır, demek ki Kubilay için kent fikrinin sonsuzluğu imparatorlukların da sonsuzluğunun kanıtıdır. Burada tamamen yeni bir konu çıkıyor karşımıza: Neden köyler değil de kentler imparatorluk tohumları görülür? Bu sorunun cevabı, "bütün köylerin birbirine benzerliğine karşın kentlerin özgünlük mekanları olması" olsa gerek. Öyleyse soruyu genişletelim: Neden bütün köyler birbirine benzer de, özgünlük kentte başlar? Çünkü köy kendi kendine yeterli bir ekonomik birimdir, üretilen artı değerse kente akar: kentte düğümlenen ekonomik ağlardan taşan ekonomik artık, burada köy ölçeğinde görülmesi imkansız kültürel biçimlerin ortaya çıkmasını sağlar. Öyleyse kent dendiğinde akla gelen ilk husus "takas" olmalıdır. Oysa bu ilk bölümde, kentlerin ele alındığı on bir farklı kategoriden  Anı, Arzu ve Göstergeler'i ağırlıklı olarak ön plana çıkarır Calvino. Üstelik, bunlar farklı kategorilermiş gibi görünse de Arzu'yla anılan Dorotea'da Anı ("O sabah, Dorotea'da..."), Anı'yla anılan Zaira'da ise Göstergeler öne çıkar ("Oysa kent geçmişini dile vurmaz ... bir elin çizgileri gibi barındırır içinde.") Neden? Bunlardan "Anı" başta olmak üzere ilk iki kategoride ağır bir melankoli, kentin hazlarına bir geç kalmışlık ya da her şeyin en başından başka türlü gelişebilecek oluşu damga vurur. Kentleri hafızanın ve arzuların kurduğu, ve denklemin öteki yanında ise kentlerin belleğimizi ve arzularımızı şekillendirdiği tuhaf bir dinamiği anlatısının merkezine alır Calvino (ikinci bölümden itibaren de başlangıçların, şimdinin ve bitişlerin birbirleri üzerindeki belirleyiciliğidir aslolan). "Kentler ve takas" ise ancak ikinci bölümün sonlarında çıkar karşımıza ilk olarak. Öyleyse Calvino'nun felsefi derdi insan için bir "kent ideali" oluşturmak adına mevcut kentlere bir "tersine mühendislik" uygulamak değil, kent sistemi içerisinde bireye bakmak gibi görünür. Kent de, diğer bireyler içinde bir birey gibi öne çıkar, insanın kontrolünden kaçmış, bağımsızlaşmıştır Calvino'da kent. Böylece henüz ilk bölümde iki "hata" tespit ediyorum ben: Biri Takas'ın ihmal edilmişliği (Her biri eşit önemdeki on bir kategoriden yalnızca biri olarak ele alınması). Diğeriyse "Kentler ve X" kategorizasyonunun geçişkenliği, gereksizliği ve plansızlığı. Gerçekten de, "Kent" dendiğinde akla gelecek on bir kategoriden biri "İnce Kentler" midir, bir diğeri "Sürekli Kentler" midir? "Kentler ve gıda" önemli bir kategori olamaz mı mesela, veya "Kentler ve ses", ne bileyim, neden "Kentler ve meslekler" değil, "Kentler ve adetler", "Kentler ve törenler" değil?

Kitabın içeriğine gelirsek, belirli bir yönde ilerlediğini söyleyemeyiz; ütopik kentlerden kötü örneklere doğru bir gidiş, ya da geçmişten geleceğe kent tarihselliği içinde bir yolculuk değil bu. Bir dükkanda rastgele gezer gibi daha çok, herkesin zevkine göre bir şeyler bulacağı bir kentler galerisi. Bu açıdan son derece şahsi okumaların kitabı diye düşünüyorum Görünmez Kentler için.

Anlatılan elli beş şehir içinde, benim bilhassa etkilendiğim, üzerine epey düşündüğüm kentler şöyle:

Despina: Pire'yi hatırlattı bana; hangi yönden gelinirse gelinsin diğer yöne gitmenin bir aracından başka bir şey olarak görülmeyen, yalnızca bir kaçış limanı işlevi gören zavallı Despina.

Maurilia: Metropolleştiği için nostaljik bir lezzet olarak yalnızca geçmişi ile var olan, geçmişinin güzelliği yalnızca bugün varolmadığı için hatırlanan şehir. Anadolu'daki pek çok "büyükşehir" gibi.

Fedora: Burada geçmişte düşlenmiş bütün "ideal Fedora"lar sergilenir. Şunu düşündürür: Kentin bugününü ve geleceğini konuşabilmek için ona dair hiçbir hayal asla unutulmamalıdır. Gerçek anlamıyla "bilimsel plancılık" bu değil midir?

Olivia: Bir kente tıpkı bir restoran gibi mutfağıyla birlikte bakabilmek. Kentin cilalı yüzünün arkasında onu var eden çirkinlikler vardır.

Sofronia: Lale devirlerini bekleyen, sefahat için kurulmuş kent. Bugünün zavallı Beyoğlusu.

Eutropia: Yurttaşların sürekli bir devinim içinde yeni toplumsal roller edinmesine olanak tanıyan "setler". Sosyalist bir düş.

Ottavia: Örümcek ağı üzerine kurulu şehir. Müthiş bir sürdürülebilir kentleşme" fikri. Ekolojik, ekonomik ve demografik sınırlarının farkındalığıyla yaşayan, "mecburen bilinçli" yurttaşların şehri.

Ersilia: Güç ilişkilerinin ideal olanı kurabilmek için grafikleştirildiği, sibernetik akla sahip şehir. Teknikle desteklenmiş demokrasi.

Leandra: Burada geçmişin ve şimdinin kültürleri her daim hesaplaşır. Bugünün yurttaşları geçmişte kurulana mı adapte olmuşlardır, yoksa geçmiş bugün tesis edilen yepyeni kültürün içinde mi anlamlandırılır? İstanbul'u düşünelim: Müslümanlar İstanbul'u fethederek İslamlaştırdılar mı, yoksa yüksek Roma kültürü içine aldığı İslam medeniyetini kendine mi benzetti?

Fakat daha birçok tema var kitapta: birinde orijin mitlerinin önemine dikkat çekilir, bir diğerinde kentin her bir yurttaşı için farklı bir anlamı, farklı bir çehresi olduğu gerçeği vurgulanır; şehrin merkezinin sürekli kayması, şehrin homojenizasyonu, ekümenopolis sendromu, "kurulamamış", plansız şehirler (örneğin Balıkesir, görmediyseniz bir şehir nasıl kurulamaz gidip görün), diyalektik bir karşıtlık üzerinden gelişen şehirler... Tamamı konu edilir.

Tüm bu sayede, dört başı mamur bir kılavuz olmasa da (böyle olmak gibi bir iddiası zaten bulunmuyor) kent üzerine düşünmek, konuşmak, kentle ilgilenmeye bir yerlerden başlamak için ilham kıvılcımlarıyla dolu bir barut fıçısı Görünmez Kentler. Kısa bölümlerden oluşan, bağımsız yapısı sayesinde de tam bir başucu kitabı. Okuyan herkesle uzun uzun konuşmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder