20 Ağustos 2019 Salı

Hacı Manuil "Beykoz'da Neler Oldu" -Thrasos Kastanakis

Image result for Hacı Manuil "Beykoz'da Ne OlduTuhaf, bu kitabı da okuduktan sonra buraya işlediğimi sanıyordum, hatta bundan emindim ama şimdi bulamıyorum. Bu vesileyle iyi bir okur olmaya çalışan biri olarak bu blogu öncelikle kendim için açtığımı bir kez daha ve o kadar kuvvetli biçimde anladım ki. Kitabı okumamın üzerinden çok değil, birkaç ay geçti; ama Hacı Manuil hariç diğer karakterlerin adlarını çoktan unutmuşum bile. Neydi o Türk kaymakamın adı, bu kaymakamın yaveri Arnavut muydu, Hacı Manuil'in karısı kimdi... Olay örgüsü de, romanın ana aksı hariç, silinmeye yüz tutmuş zihnimden. İşte okuduklarının, düşündüklerinin, hatta gördüğün rüyaların kaydını tutmak bunun için önemli: Bizzat neyi deneyimleyip deneyimlemediğinin önemi yok, hafızasından silineni yaşamamıştır insan. "Tanrının Ölümü" ile ortaya çıkan krizde Proust'un "Tanrı Olarak Bellek" önerisinin ne kadar makul olduğunu anlamak için böyle vesileler gerekiyor belki de.

Kitaba dair izlenimlerimin bir eleştiri yapamayacak kadar silindiği, lafı uzatıp konuyu umarsızca değiştirme çabamdan anlaşılıyordur herhalde. Evet üzerine aylar sonra (yeniden) düşünülmüş bir metni ayrıntılı olarak ele almak mümkün değil. Fakat bambaşka bir coğrafyaya yapılan bir ziyaretin - konu saptırma kalkanları yine devrede - insanda ne bıraktığı da döner dönmez anlaşılmaz çoğu zaman, yaşanan en çarpıcı anların hararetinden çıkan buğu "büyük resmi" flulaştırır çünkü. Anlatı içeren sanatlarda da böyledir, duygulanımların manipülasyonu altında (X karakterine duyulan nefret, Y sahnesindeki tasvirin çarpıcılığı, mizahi pasajların başarısı...) metinle esas yüzleşme gerçekleşmeyebilir. 

Hacı Manuil, tam da böyle bir kitap: Dönemin Rus romanlarını aratmayan bir psikolojik tahlil yeteneği, hikaye anlatıcılığının önüne geçmeyen usta işi gözlemler, sadeliğe halel getirmeden işlenmiş "sanatlı" cümleler... Hacı Manuilin bu anlamdaki kalitesi, bugünden bakınca romanı tarihsel bir tanıklık olarak değerlendirme fırsatını gölgeliyor gibi. Tarihsel tanıklıktan kastım, kısa devreden akla gelebileceği gibi "Ah ki bir zamanların kozmopolit İstanbul'u" feveranı ya da işgal altındaki İstanbul'u bir gayrimüslimin gözünden anlatması üzerinden belge vasfı taşıması değil. Bunlar da var muhakkak, fakat benim açımdan, içinde bulunduğumuz "kimlikler" çağından geriye bakınca romanın bu anlamdaki materyalist tutumu.

Rum'un bir başka gayrimüslime nazaran ayrıcalıklı konumundan, Levantenlerin yaşadığı ekonomik çöküşüne kadar, hatta İstanbul siyasal elitinin kendi içindeki ve Müslüman tebaayla arasındaki dikenüstü hiyerarşiye kadar İstanbul'un özgün kozmopolit karakterini idealize etme gereği duymadan, olduğu gibi yazan bir roman bu - çünkü kimlikleri bir koruma halesinin içinde alma gereğinin ortaya çıkmadığı, böyle yazılabilen bir dönemin ürünü.

Bugün İstanbul yine kozmopolit. Küreselleşme sağ olsun, belki de hiç olmadığı kadar. Beş sene önce İstanbulluların bile uğramadığı Kadıköy'de bugün Avrupalı expatlardan oluşan bir masaya elindeki ürünleri satmak için yanaşan bir Suriyeli seyyar satıcıyı Orta Asyalı garsonlar uzaklaştırabiliyor. Bu grupların hiçbiri turist değil, burada mukimler. İstanbul'un sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel hayatına damgalarını vuruyorlar. 

Onları koruma kalkanına almayan, maddi gerçeklikleri içinde öyküleştirebilen sanat nerede öyleyse?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder