12 Mart 2018 Pazartesi

Altılının Son Ayağı - Semih ve Veysel Atayman

İçeriği ya da tekniğinden ötürü gümbür gümbür iddialara sahip, duyurusu, tavsiyesi ve incelenmesinin her biri ayrı bir yaygarayla yapılan ve sonunda iddiasının hakkını vermenin kıyısından bile geçemeyen onca kitabın arasından sıyrılarak adı duyulmamış, büyük mevzular hakkında büyük deneyimler vadetmeyen, alabildiğine lokal ya da meraklısına hitap eden kitaplara yönelmek her zaman nefes aldırıcıdır. Söz gelimi saçma sapan beylik romantik güzellemeleri milyonuncu kez yeni bir pakette sunan iddialı bir "yol" hikayesi yerine 1940'larda basit bir memurun Anadolu içlerine yaptığı yolculukta tuttuğu günlükleri bulup okumak bin kat evladır. Çünkü masa başında yazılmış, elle tutulmaz birincinin aksine bu ikincisi dönem ve güzergah hakkında gerçek enteresanlıkları kayda geçirdiğinden çok daha öğretici olmakla kalmaz, okurunun zihnine yepyeni imajlar kazandırmakta da diğerine göre çok daha başarılı olduğundan daha sanatsaldır da. İzleyenler hatırlar, meşhur "çipetpet" bölümünün de yer aldığı kuşçu kahvelerinin dünü ve bugününü anlatan "İstanbul'un Kuşçuları" belgeseli, teknik olarak ne kadar iddiasızdı fakat çok çok özgün bir tutkuyu (üstelik yerel ve tarihsel bağlamını da düşündürerek) anlatmasıyla ne güzel bir iş yapıyordu.

Bu nedenle sahaf gezerken ne zaman (tercihen İstanbul'da yer alan) bir mahalle anlatısıyla karşılaşsam ilgimi çeker. Hele ki konu bir de "mahalle futbolu", "komşuluk" vb. güzellemesi kalıplarının dışına çıkıyorsa yeme de yanında yat!

İşte "Altılının Son Ayağı" ("Portakal Suyu ve Kırlangıçlar" altbaşlığını da unutmamak lazım) kitabına gördüğüm anda bu yüzden vuruldum. Samatya ve ganyancılık! Varsın böyle bir kitabın edebi değeri olmayıversindi. Daha ilginç bir şey daha vardı: İki yazarlıydı kitap. Abi-kardeş. Daha daha ilgincini söyleyeyim: Bu ilk edebi eserlerini verdiklerinde biri 72 yaşındaydı, diğeri 74 (İnternetteki bilgilere göre biri kitabın yayımından 5 ay sonra, diğeri ise sonraki sene vefat etmiş). Dolayısıyla resmen bir döneme tanıklıkla, bir duayenlikle karşı karşıyaydım.

İtiraf edeyim: Bu kitap şöyle böyle olsa bile okuduğuma pişman olmayacaktım ya, bitirdiğimde beklemediğim, beklememin mümkün olmayacağı kadar büyük bir etki bıraktı bende. Sebebi de şu:

Kitabın iki bölümü var diyebiliriz. İlkinde Semih Atayman, yer yer abisi Veysel'den de bahsederek Samatya-Veliefendi arasında geçen ganyan dünyasını müthiş tatlı bir sohbet havasında anlatıyor. Ganyancıların borç harç içinde geçen, saplantılı, aileleriyle ve çevreleriyle alabildiğinde sorunlu hayatı bir feel-good filmi gibi akıp geçiyor kitapta. 

Burada özel yer vermem gereken husus 6-7 Eylül'e değinilen kısımlar. Semtteki Rum ve Ermeni varlığı, cızırtılı plak tadı veren "Aaahh o eski cânım İstanbul" anlatılarındaki gibi mezeleştirilmiyor, veya odağına 6-7 Eylül'ü alan filmlerdeki gibi mağdur gayrimüslim, iyi Türkler ve kötü Türkler dramatizasyonuna kaçılmıyor. Alabildiğine içeriden bir tanıklıkla tam da olması gerektiği gibi not düşülüyor 6-7 Eylül'e ve geçiliyor.

Hassas gayrimüslim meselesindeki bu ustalık kadın meselesindeyse görünmüyor maalesef. Kadınlara yönelik hiçbir ayrımcı tabir vb. yok elbet, fakat erkeklere tahsis edilen bu zevkin, erkeklere sunulmuş bir başka avantaj olan bu büyük ekonominin bir günah çıkarmasını bekliyor insan. Belki feminist gözlerle bakmayanlar için buna çok da gerek yoktur. Fakat sırf yüz binlerce adam ailelerinin birikimini eritsin diye stadyum inşa edilmesi, atlar yetiştirilmesi vesaire, ve bunların güzellenmesindeki netlik insanın biraz canını sıkıyor. Mesela ben de at yarışı oynayan biriyim fakat at yarışı dünyasını anlatan bir roman yazsam erkeklik eleştirisini es geçmek şöyle dursun, birinci plana almadan duramazmışım gibi geliyor.

Fakat ilk bölüm bittiğinde şoka uğruyoruz: Abi Veysel Atayman konuşmaya başlıyor. Kardeşi Semih'in tuttuğu notları romana çevirmek için nasıl kendisinden yardım istediği vesaire. Kardeşine verdiği editörlük hizmetini anlatıyor düpedüz. Sonra da kurgu esnasında ilk bölümden çıkardığı kimi bölümleri (harcamak istememiş besbelli) mantıklı bir sıraya dizip ek anlatı olarak sunuyor. Bu beni çok rahatsız etti. Yazılanların belli bir ölçüde kurmaca olduğu böyle ilan etmenin, okuru az önce girdiği sahici dünyaya yabancılaştırmanın ne alemi vardı? Bu arada abi-kardeşin kitap üzerine, kitapta anlatılanlar üzerine kimi diyaloglarını da okuyoruz, kitabın altbaşlığındaki "kırlangıçlar" da bu diyaloglardan çıkıyor. Evet bu bölümün de edebi değeri var fakat ilkinin tadını öyle kaçırıyor ki keşke o altbaşlık hiç olmasaydı dedirtiyor.

Dolayısıyla sıfır beklentiyle başladığım bir kitap bana iyi bir novella ve o novellanın mahvını getiren bir üstkurmaca yaklaşımını beraber sundu. Daha ne olsun?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder