26 Mart 2018 Pazartesi

İzmir Postası'nın Adamları - Ahmet Büke

"Memleket hikayeleri", İletişim Yayınları'nın bu alanda ekmek olduğunu fark edip bokunu çıkarmasıyla insanı illet eden bir yazın kategorisi oldu ya, hiçbir ihtiyaç da sebepsiz değil. Tek tipleştirici ulus devlet politikalarının sonucu olarak yaşanan kültürel çölleşme çocukluk nostaljisiyle üst üste binince horoz şekerli, siyah önlüklü, kara trenli, yöresel gazozlu sanata ihtiyaç artıyor. 

Bu ihtiyaca denk düşen edebi verimle o talebi karşılamak üzere arz edilen ticari üretimi birbirinden ayırmaksa çoğunlukla kolay olmuyor. Türkiye'deki ulus devlet projesinin -Kürtler hariç- ulaştığı başarı seviyesi nedeniyle (elbette tek sebep bu değil ama bu tartışmaya şimdilik girmeyelim) mikro-kültürlerin genç kuşaklara aktarımı bıçak gibi kesildiğinden bu yönde ciddi bir üretim yapmaya niyetlenenlerin bile malzemesi maalesef çok kısıtlı oluyor: dede-nine anlatılarıdan ve çocukluk anılarından bölük pörçük ne kaldıysa. Bunun sonucunda da çölleşmeye karşı gelişen reaksiyon geleneğe dönüşten ziyade derme-çatma bir gelenek icadı ortaya çıkıyor denebilir - ki ben buna bir tür "kiraz festivali yöreselciliği" gözüyle bakıyorum. Hem yöresinin özgün ağızlarına, mitlerine, türkülerine, demografisine hakim olup hem de hikaye anlatıcılığını başarabilecek insan ya hiç yok ya da çok sınırlı olduğundan, sonuçta aşırı dozda naiflik içeren çocukluk anlatıları kalıyor elimize. (Ve İletişim Yayınları'nın bol üç noktalı rezalet arka kapak yazıları: "Boyoz kokan sokaklar, kavrulmuş çiğdem gibi avuçları ısıtan öyküler... Mahmut Egeli'nin öyküleri İzmir'in dalgalı sesini taşıyor..." "Akdeniz'in tuzuna bulanmış öyküler anlatıyor bize Mahmut Güneyli, muz serasındaki ilk öpüşme için Kıbrıs çıkarmasının karartma gecelerini bekliyor..." - Bana herhangi başka bir yöre söyleyin, size onunla ilgili de İletişim Yayınları arka kapağı yazayım, bu kadar da iddialıyım.)

Yukarıdaki çerçeveden bakıldığında sıradışı bir öykü kitabı değil İzmir Postası'nın Adamları. Fakat, edebiyat tarihçisi de değilim ama, kitabın ilk basımının 2002'de olduğu düşünülürse belki de ekolün kurucu metinlerinden olduğundan "memleket hikayeleri" akımına dahil olmakla suçlamakta biraz temkinli davranmakta fayda var. Evet, kimi öykülerde (kurucu murucu olduğuna bakmadan kaçılması gereken) "Ah pencere önündeki sardunyalarını sularken işveli işveli bakan Rum komşumuz Marika abla..." saçmalıklarına (vallahi alay ederken bile kusasım geliyor) rastlanmıyor değil, ama güvenle söylüyorum, o kadarına da göz yumduruyor kitap. Neden mi? 

Çünkü dil işçiliği beklenmedik ölçüde güçlü Ahmet Büke'nin. Belli ki iyi bir şiir okuru. Naiflikten söz ettik diye, öyle Hüsnü Arkan vıcıklığında ıslak köpek pozları değil şiirden kast ettiğim. Söz gelimi "Pişi" adındaki öykü, vallahi Orhan Veli'ye "Abi bu öyküyü aslında sen yazdın, yazdığını unutmuşsun," diye göster, yedirirsin. Ama onu geçelim. Birçok öyküsü var ki, Nazım Hikmet'in bakışlarını görüyor insan harflerin arasından. Benim için Nazım Hikmet'in bir tür mührü olan, "düşünülmesi" imkansız, yalnızca ama yalnızca bir başka gözle "görülebilecek" benzetmeler vardır: "Hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların, bal kutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi", örneğin. İşte böyle, kelimeleri janti giyinen bir emekli ihtiyar gibi görkemli bir tevazuyla ardı arkasına dizerek örmüş öykülerini Ahmet Büke. Kokulara renk veriyor, seslere dokunuş. İçerikse de içerik: Çoğu "emek" teması etrafında dönen, İzmir'in bilindik sokaklarında kah romantikleşip kah fantastikleşen öyküler bunlar.

Doğruya doğru, kitaptaki öyküler dizilirken biraz kurnaz manav mantığı güdülmüş: İyiler önde sergilenirken, arkaya dizilen kötüler de atılıvermiş pakete. Bunlar biraz bozuyor ağız tadını. Ama olsun ilk kitaptır. Ahmet Büke'nin adını çok duyar, ama okuma gerekliliği duymazdım nedense. Bundan sonraysa bir gözüm üstünde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder