21 Mart 2018 Çarşamba

Birgül Oğuz - Hah


"Babanın ölümü" edebiyatta büyük olaydır. Geride kalan erkek evlat(lar) ise babanın boşalan tahtına talip olmak söz konusu olduğundan Freud'dan girer, Tanrı'nın ölümüne bağlar, devletten çıkarsın. Hamlet, Karamazov Kardeşler vesaire. Fakat eğer ölen kadının babasıysa bu düz kontak okuma çalışmaz. Literatür (hem bilimsel hem de edebi anlamıyla) erkek yazınına göre oldukça sınırlı olduğundan, dolambaçlı okumalar için de araçlar (feminist psikanaliz vb.) sınırlı kalır, sanıyorum ki. Bu yüzden (ve bu sayede) böyle bir temada üretilen her bir eserin çığır açıcı nitelik arz etmesi potansiyeli oldukça yüksek. Elbette bu, olumlu ya da olumsuz fark etmez, ele alınan baba-kız ilişkisinin özgün dinamiklerinin üzerine gitmekle mümkün olsa gerek. Fakat "Hah", bu dinamiklerde dikkate değer herhangi bir özgünlük saptamıyor. Yalnızca ilk bölümde minnacık bir kısımda (baba iyi ve sosyalist bir insan olduğundan) Fidel Castro'yla özdeşleştirilmesi dışında böylesi bir değinim yok. Kaldı ki bu kısım da yazarın tedavi gerektirecek derecede saplantılı olduğu görülen edebi/felsefi gönderme hastalığına (Haydar Ergülen, Ahmed Arif ve Samed Behrengi referanslarına aynı sayfada şahit olabiliyorsunuz) kurban gidiyor: Tam "iyi otoriter baba"yla tanışacakken "yamuk bakmak" ve "elçi" ifadeleriyle karşılaşarak neye hizmet ettiği belli olmayan bir referansa gitmeye zorlanıyoruz: Zizek'in Holbein'in Elçiler tablosundan hareketle açıkladığı Yamuk Bakmak kitabı.

Fidel - Baba - Zizek
Biz göndermelere boğuladuralım, kaybedilen babanın dünyayı anlamlandırma sistematiği içerisinde  bir kimlik kazanabildiğini yeniden yalnızca bir kez (yazarın başka erkeklerle olan ilişkinin konu edildiği ikinci bölümde) görüyor, kalan kısımlarda ise göndermelere boğulmaya devam ediyor ve bir yas sürecinin anlatımı denemesinin şahidi oluyoruz. Kitap bir matem anlatısı olmaktan çok böyle bir anlatı imkanının arayışına odaklanınca, belli belirsiz hikayelerin üzerinde yükselerek onları gölgeleyen bir dil çalışması kalıyor elimizde. 

Yazarın dil konusundaki cüreti takdire şayan, yeteneğiyse aşikar. Fakat gerek dilin düzyazı normlarından çok sık sapması, hatta bazen düpedüz şiire dönüşmesi, gerekse de anlatılan yan öykülerin ele alınan temanın ağırlığıyla örtüşmeyen gündelik hayat enstantanelerine yer yer savrulması elimizde bütünlüklü bir bir "yas anlatımı arayışı"ndan ziyade fazlasıyla -ama fazlasıyla- öznel "yas günlüğü" fragmanları bırakıyor. Bu yas günlüğünde ölenin kişiliği yok, herkesçe paylaşılan ölümün ve ölüm sonrası ritüellerin "kazısı" yok. Yalnızca sesler ve imgelerle örülü, yarı hesaplı bir "psikolojik vaka" var. Meraklısı incelesin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder