15 Ocak 2018 Pazartesi

Ranciere - Suskun Söz

Ranciere'in tarih yazımı ile edebiyat arasındaki ilişkiyi incelediği Tarihin Adları'ndan sonra bu kez doğrudan edebiyatı merkezine alan bu kitabı çekti ilgimi. Ranciere can alıcı, fakat tam bu nedenle de çok su kaldıran bir meseleyi odağına almaya çalışınca "bitmiş bir kitap" olarak değerlendirilemeyecek kadar dağınık, çok kötü yapılandırılmış bir kitap ortaya koymuş ne yazık ki.

Aslında çok iyi başlıyor: 20. yy romanında üslubu içeriğe önceleyen yazarları eleştirenlere karşı, "Sizin verili kabul ettiğiniz roman türü de vaktiyle üslupçu bulunarak topa tutulmuştu," diye hatırlatarak romanın tarihsel gelişimine bakıyor. "Edebiyat" denen şeyin tanımının akışkan olduğunu ve sınırlarını tarihsel gelişimin belirlediğini ortaya attıktan sonra Aristo'dan başlayarak "edebiyat felsefesi" üzerine uzun soluklu bir tartışmaya girişiyor. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi tartışma öyle uzun soluklu ki Ranciere'in nefesi yetmiyor. Hem de projesini yönetilebilir kılmak için sahasını ciddi ölçüde daraltmasına (Alman idealizmi destekli Fransız edebiyatı) karşın.
Öncelikle yöntemsel bir hatası var: Edebiyatın seyrini tarihselleştirme iddiasıyla yola çıkıyor fakat tarihsel metodu bir tür felsefi kronolojiden ibaret kalıyor. Örneğin klasik edebiyattan kopuşu simgeleyen belles lettres'i aynı zamanda burjuvaların eski rejime karşı duruşunun ifadesi olduğunu belirtirken, ya da Voltaire'i, Balzac'ı yerden yere vururken yaptığı tarihçiliği genelleştiremiyor, yazarları maddi koşulları içerisinde ele almayı başaramıyor. Flaubert, Blanchot vb. gibi nötr kaldığı yazarların edebiyat görüşleriyle örtüştürmek üzere bir tarihsel teşhisine girişemiyor.

Tabii derli toplu anlatmayı başardığı hususlar, açtığı verimli tartışmalar elbette yok değil. Aristocu mimesis anlayışından yola çıkarak başlıyor söze: Aristo'ya göre mimesik/temsil gerçeklikle uyumlu olmalıdır. Yani karakterler toplumsal konumlarına uygun konuşmalıdır. Konu (inventio), kurgu (dispositio) ve  üslüp (elocutio) arasında öncelikli olanın konu seçimi olduğu ve diğerlerinin buna uyumlu hale getirilmesinin zorunlu kılındığı bu sisteme karşıt olarak yeni edebiyat, "bütün konuların ele alınabilirliği" ve "üslubun konudan bağımsızlığı" ilkesine dayanır. Bu tarihsel gelişim elocutio'nun git gide bağımsızlaşmasıyla ve nihayet en önemli unsur hale gelmesiyle sonuçlanır. 

Peki üslubu önce ön plana çıkaran, nihayetindeyse tek belirleyici kılan mantık nedir? Buna cevap olarak Romantizmi gösteriyor Ranciere. Aristo'daki "gerçeğe uygunluk" ilkesinin sorunu bir kez tespit edildiğinde (Gerçekleri yazmak ne demektir? Yazılanın gerçek olduğunun ölçütü nedir?) "edebiyat" ve "hakikat" arasındaki bağı yeniden kuracak bir felsefe ihtiyacı doğuyor. Romantizm (Alman idealizmi) bu noktada devreye giriyor ve toplumsal, tarihsel vb. gerçekliğin temsiliyetini "yaratıcı deha"ya atfederek işin içinden çıkıyor (ya da çıktığını sanıyor). Fakat idealizmin kayıtsız şartsız itimat ettiği bu öznellik de elbette çok problemli. Birincisi, özgür sanatçının gerçeklik temsili de tıpkı Aristocu sanatçınınki gibi bir "yansıtma" değil, bir kurgudan ibaret. İkincisi, Alman Romantikleri sanat ve gerçeklik ilişkisine dair tezlerini ispat için mitleri işaret ediyorlar, sanatçının rolünü mit yaratımı olarak görüyorlar, fakat bir paradoksla karşı karşıya kalıyorlar: Mitler, tam da mit oldukları bilinmediği için (yaratıcılarınca hakikatin ta kendisi sanıldıkları için) ortaya çıktılar, peki bile bile mit yaratmak mümkün müdür? 

Bitmedi, yeni başlıyoruz. Üslupçulukta çok daha büyük bir problem var. Kitaba da adını veren "suskun söz"ün çelişkisi. "Yazı, kendisini taşıyan ve doğrulayan herhangi bir bedenin öksüz sözü olabileceği gibi, tam aksine, fikrini kendi bedeninde taşıyan bir hiyeroglif olarak da ortaya çıkabilir. Edebiyatın çelişkisini bu iki yazı arasındaki gerilim olarak ele almak pekala mümkündür." diyor Ranciere. Yani üslup enteresan bir yol açıyor: Üslup sayesinde metnin kendisi bir mecaza dönüşebiliyor. Böylelikle edebiyat hikaye anlatma sanatından çıkarak bir tür performans sanatı haline gelebiliyor (Örneğin kitabınızda demokrasiyi anlatacağınıza nesnelerin bile konuştuğu demokratik bir anlatı kurarak metnin kendisini bir demokrasi mecazına dönüştürebilirsiniz, gibi). Novalis'in "çocuk, görünür hale gelmiş aşktır" alıntısından yola çıkarsak, üslupçu akım "Aşkı anlatacağına çocuğu göster," diyor. Ancak Ranciere'in "suskun söz"ün çelişkisinin altını çizerek dikkat çektiği üzere mecaz son tahlilde sonsuz şeyin işareti olabilir, "gösterilen çocuk" Novalis (ve başka birçokları) için aşkın mecazı olabilirken bir başkası onu "hamlık", bir diğeri "saflık" vb. olarak da yorumlayabilir. İşte suskun söz budur: Yazılıp nihai şeklini aldığından, artık konuşamayan, bu nedenle sorulan hiçbir soruya yanıt veremediği için niyetini açıklamaktan aciz, fakat tam da bu nedenle her şeyi söyleyebilen söz. İşte kod ve çözüm arasındaki ilişkinin birbiriyle bu derece kopuk olarak ele alınması içeriği tamamen bitiriyor. Bu da (Ranciere anlamsız bir şekilde hak vermek istemese de) Sartre'ın çok iyi ifade ettiği biçimiyle burjuva ilericiliğinin nihilizme dönüşmesi oluyor, gerçekten de.

Kitap özetle bunları ortaya koyduktan sonra aşağı yukarı 140'ıncı sayfadan sonra darmadağın bir hal alan kitabın bir "Sonuç" bölümü de var ki anlayan beri gelsin. Fakat gerçekten de Ranciere öyle içinden çıkılmaz bir çelişkiyle cebelleşiyor ki dağılmaması şaşırtıcı olurdu.

Yine de, şahsen kendisini üslupçuluğun karşısında konumlandıran biri olarak ben bu kitaptan önemli dersler çıkardım. Gerçekliğin temsilinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu, bunun son derece öznel olduğunu kabul ediyorum. Fakat gerçeklik tamamen yazar tarafından kurulan bir şeyse, neden yazar gerçekliği olması gereken yöne doğru manipüle etmesin? Neden üslup Aristo'daki rolüne geri çekilip bu manipülasyona yardımcı bir rol oynamasın? Kanımca edebiyat tartışmasının tam olarak buradan devam etmesi gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder