
Pek sovyetik biri değilim, hele hele Brejnev doktrininin yılmaz bir savunucusu hiç değilim; ama yine de Kundera'yı politik sebeplerden ötürü pek sevmem. Mesele de zaten Kundera'nın sosyalist olmaması ya da Batı'ya sığınması vs değil, edebi gücüne kıyasla felsefi içeriğinin geri kalmışlığı ve buna paralel olarak Batı fikrini düzayak savunurken bile sık sık tökezlemesine sebep olan içeriksizliğidir benim için. Örneğimiz kitaptan: İkinci Dünya Savaşı öncesinde büyük devletlerin temsilcileri "Almanya Çekoslovakya'yı işgal etsin mi, etmesin mi" toplantısı yaparken Çek diplomatların koridorda bekletildiğini anlatır Kundera. Fakat alabildiğine nesnel bir anlatımdır bu: Olayın ne kadar küçük düşürücü olduğunu, bugün hâlâ hissedilen utancı ya da büyük devletlere yönelik öfkeyi tariflemez (hissetmez bile belki de). "Tasvirin kendisi bu hisleri okura yeterince aktardığından, bu üslup bilinçli bir tercih olabilir" mi diyorsunuz? Çok değil, on sayfa sonra Kundera ülkesinin aslında ne kadar da Batılı olduğunu delilleriyle sunarken yine de "Doğu Avrupa" olarak nitelendiriliyor olmasındaki ironiyle baş başa bırakmaz okuru; bu nitelendirmeyi "bir sürgünü yaşamak gibi" hissettiğini vurgulamadan geçemez. Söz konusu Avrupa olunca multi-kultiyi hatırlar ve tektipçi Sovyetlere karşı "minimum alanda maksimum çeşitlilik" der, ama bu ilkeyi kendi coğrafyasına uyarlayıp Çekya'ya melez bir kimlik atfetmekten de imtina eder; Çek tarihi tamamen Batılıdır Kundera'ya göre, (dilbilimsel birlik hariç!) "Slav kültürü" diye bir şey yoktur! Uzatmanın alemi yok, Kundera bir Soğuk Savaş aydınıdır, kendini Batı için, Batı'yı kendi için araçsallaştırarak kazan-kazana oynamış dahi bir edebiyat girişimcisidir. Ve öyle Avrupa merkezcidir ki Gabriel Garcia Marquez'i Avrupa edebiyatı içerisinde sayar (sf 43)...

Peki nedir felsefi problemlerinin denemelerindeki tezahürü? Bence öncelikle estetiğe ve bu bağlamda romana biçtiği metafizik rol: Hem estetik beğeniyi hem de sanat tarihini insanın tarihinden ayırıyor Kundera. "İnsanlık tarihinin kendini tekrarlamak gibi bir zevksizliği olabilirse de bir sanatın tarihi tekrarlara katlanamaz. [...] Sanat kendi tarihini yaratmak için vardır," diyor mesela. İnsanlık tarihindeki tekrarların dahi tarihin okurları tarafından (okurların kendi tarihsellikleri sebebiyle) farklı şekilde anlamlandırılacağını unutuyor; "Tarih ... resmedilecek, suçlanacak, yorumlanacak bir nesne olarak romancıyı ilgilendirmez, tarihin romancıya çekici gelmesinin nedeni [...] beklenmedik olasılıkların üzerine ışık tutan bir projektöre benzemesidir," diyerek tarihsel bağlamı bireysel varoluşçuluk araştırmaları için işlevselleştirirken tarihin seyrini şu veya bu yönde değiştirecek bir failliği yoksa o varoluşun nasıl bir anlamı olduğu sorusunu sormayı unuttuğu gibi.
Kundera'nın derdi günü birey ve dünya arasındaki "gizemleri" çözmek, Broch'tan "Romanın tek ahlakı bilgidir," alıntısını bu yüzden yapıyor, bu yüzden "Roman kahramanları anlaşılmak isterler, roman sanatının varoluş nedeni hayatı anlamaya çalışmaktır" diyor. Fakat neticede bir anlamı yakalayıp roman diline kodlama gibi bir çabası yok, ne de en azından bu arayışa yönelik bir yöntem önerisi. Kundera "hayatın anlamı" denen çorbaya biraz daha baharat katıp yeniden ve yeniden karıştırmaya; asla sofraya sürülmeyecek o çorbanın kokusuyla anlam açlığı çekenleri heveslendirmeye sanat diyor.
Dikkat edilirse - ve çorba-baharat metaforundan devam edersek - romancının ancak "insan doğasının o zamana kadar bilinmeyen, gizli kalmış bir yönünü keşfederse" bir roman ortaya koyabilmiş olacağını söylerken kast ettiği şey iyi kötü bir "çorba" denemesi bile değil, salt bir baharat. Dostoyevski ve bir günün ne kadar yoğun olabildiğinin keşfi, Flaubert ve önemsiz bir anın koparabildiği fırtına, vesaire... Evet, bunun sanatsal bir yanı var hakikaten, ama sorun şu: Kundera yalnızca buna sanat diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder