Ormangillerin en başarılı temsilcisi Murat Özyaşar'ın birkaç
öyküsünü okumuştum ama hiçbir kitabını baştan sona ele almamıştım. Bir dostum
sağ olsun bana Özyaşar'ın ilk iki kitabını hediye etti, ben de inceleyeyim
dedim. Ayna Çarpması'yla başladım. Takribi 80 sayfalık dosyayı bitirmem iki
günümü aldı. Çünkü sıkıldım açıkçası. Üç dört tanesi dışında hikayesi olan bir öykü
yok, bu hikayesizliği dengeleyici edebi unsurlar öyküleri - bence -
kurtarmıyor. Söz gelimi "Kış Bilgisi" öyküsü sanki yalnızca "Yol
mu benem..." ile başlayan ve epey akılda kalan o cümle yer alsın diye
yazılmış gibi; bir şairin eskiz defteri gibi kapalı ve dağınık; okur metne
parçalı bir şekilde bağlanıyor. Kitap genel olarak kötü değil, ama iyi de
değil. Bir kitapçının yerli edebiyat rafından rastgele seçeceğiniz bir ilk
kitaptan ne bekliyorsanız onu veriyor işte. Yerin dibine sokulmayı kesinlikle
hak etmiyor tabii ama muadillerine kıyasla (örneğin Ormangillerin diğer üyeleri)
niye bu kadar abartılıyor, anlayabilmiş değilim. Demek ki muadilleri çok kötü.
Okumadım, bilmiyorum. Ama ben şahsen ikinci Özyaşar kitabına geçmeden önce
araya bir bilimkurgu kitabı sokmak zorunda kaldım ki okuma motivasyonum yerine
gelsin.
Tabii Özyaşar'ın başarabildiği bir husus var: "Bülbül
gibi ötmeye zorlanan kanarya" metaforuyla gözümüze biraz fazlasıyla
sokulduğu üzere anadili Kürtçe olan bir çocuğun Türkçe sınavı bu kitap. Bir
"minör edebiyat" meselesi olarak hiç de fena işlenmemiş bir anlatma/anlatamama
gerilimi var: Susmak zorunda kalınan, çünkü söylenen her sözün düşman olarak
dönebildiği bir dünya kurmayı başarmış Özyaşar kimi öykülerinde. Konuşmayan,
çünkü konuşursa itirafçı olacak olan Selim gibi, abisinin yerini söylemeye
zorlanan çocuk gibi karakterler var mesela. Ya da bazı öykülerin detaylarında
yer alan "öksürük" motifini ele alalım, kişinin kendi bedenine ait
olmayan "irritan"ları dışarı atma eylemi, Türkçe bir öyküdeki Kürt
karakterlerin bir niteliği olarak çok iyi bir fikir. Kitaba adını veren ilk
öykü de - adının taşıdığı iddiadaki kadar çarpmasa da - bu anlamda fena değil
mesela. Kimlik yarılmasının yaşandığı çocukluk yıllarını hatırlamak istemeyen
ama buna mecbur kalan bir adamın hissettiği tehdit, kendini (babanın kastrasyon
tehdidini hatırlatan) berbere emanet etme hikayesinde can bulmuş. Böylece
yazdığı her satırda çocukluğuna zorla döndürülen, kendi iğdiş edilme süreciyle
tekrar tekrar yüzleşmek zorunda bırakılan birinin öyküsüyle açılması hiç fena
olmamış kitabın.
Fakat fazlasıyla reaktif, anlatıcının hemen her öyküde
vurgulanan topallığı üzerinden "Sakat bırakıldık" demekten öteye gitmeyen bir kitap bu. Bu
topallığa sürekli bir kudretsizlik vurgusu eşlik ediyor: Diyecektim
diyemedim'ler, içinden bile edilemeyen küfürler, kapatılmışlıklar, "bir
cigarayı bile öldürememek"... Sartre
"Yeryüzünün Lanetlileri"ne yazdığı önsözde "isyancının silahı
insanlığının kanıtıdır" diyordu. Murat Özyaşar'ın topal karakterlerinin
silah yerine tuttuğu koltuk değnekleri neyi kanıtlıyor o halde? Zulmü kanıtlıyor
tabii, iki saattir bunu anlatıyoruz. Fakat ortada bir zulüm öyküsü varsa,
diğerleri susar. Murat Özyaşar'ın zulüm öykülerinin yanına "cep telefonu
rehberinden kız seçme" öyküsü de iliştirilmiş olunca koltuk değnekleri
inandırıcılığını yitiriyor sanki biraz. Bir Tefal reklamı vardı hani,
"Yapamam ellerim yok ki" diye işten kaytaran bir kızın olduğu. Tıpkı
o reklamdaki gibi, bu topallık da bir bahane gibi görünmeye başlıyor göze bir
yerden sonra. "Sakatlanmış olan benden eylem beklemeyin. Ben
yazarım." Muhtemelen buna binaen "bazı sözleri söylemek, yapmaktan
zordur" diyor zaten Çift Kağıt öyküsündeki anlatıcı da.
Belli ki Özyaşar, Türk dilinde üreten bir Kürt yazar olarak
bu kimlik yarılmasını edebiyatının merkezine alarak, bu topallığını edebiyatın
içinde en görkemli biçimde gösterek edebi ve siyasi arzusunu kesiştirmeyi
hedefliyor. "Gece Silgisi" öyküsünde dağa çıktığı için adı usta
öykücülerin arasında anılmayan o "Kahraman" çocuk olmak istiyor
Özyaşar. Bu olası bir hedef, güzel de. Ama istemekle yapmak aynı şey değil.
Özyaşar "Bir gece ansızın 82. Kerkük, 82. Musul..." diye sayarcasına
sürekli ama sürekli (ama ne sürekli! SÜREKLİ!) Türk edebiyatının ustalarına
referans veriyor kitapta. Turgut Uyar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Sait Faik...
Her öyküsünde en az bir ustaya gerekli mi gereksiz mi olduğuna bakmaksızın
gönderme yapıyor. Boğuluyorsun okur olarak. Sanki Özyaşar yazı masasına bu
ustaların kitaplarını dizmiş, İstanbul tabelasının önünde "Seni yeneceğim
İstanbul!" diye haykırır gibi sürekli bu isimlere meydan okuyor. Fazla
arabesk, fazla yorucu bir çaba bu. Yap, göster. İyi okur sana zaten hakkını
verecektir. Sürekli ustaların adını anarak, "Bakın ben bu geleneğin
devamcısıyım" diyerek o geleneğin sonuna eklenilebilse her Edebiyat
fakültesi mezunu şimdi usta yazardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder