(Spoiler İçerir)
İki okuma önerilen kitabın ilk (düz/geleneksel)
okumasını bitirdim. Sıçramalı okumaya geçmeyi düşünmüyorum. Neden mi?
Kitaba başlamadan önce, ikili okuma imkanı sunduğu
dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ne var ki yazarın bu ikili yapıyı
oluşturmadaki başarısının onun anlatı legosunun girinti ve çıkıntılarını
çözmüşlüğünden ileri geldiğini sanmış ve bu açıdan heyecanlanmıştım. Gidişatın
uygun yerlerinde yarılmaların (şu yan öykü yerine buraya bağlanmanın, diyaloğun
yerini iç sesin almasının, zamansal sıçramaların vb.) uygulanabileceğinin, ve
aynı zamanda bu sayede okunmuş ve okunacak olan aynı şeylerin anlamlarının
değişebilirliğinin ispatı olarak bir anlatı bekliyordum.
Bunun yerine,
sıralamanın gerçekten de kolayca kesilip biçilebildiği, çünkü çoğunlukla
sayıklamalar gibi ilerleyen, saçmalığı bol, örgünün ince bir iplikle de olsa
sürdürülebilirliği üzerinde çalışmaktansa örgüyü sık sık ve kasten yırtıp atma
üzerine kurulu bir öyküyle karşılaştım. Bu doğrultudan bakınca, yazarın bir
kurgu ustalığı sergilemediği de, sunduğu yepyeni okuma imkanının o kadar da
yepyeni olmadığı da aşikar (1’den 56’ya kadar giden ilk düz okumadan farklı
olarak ikinci okumada bu sıralamayı hiç bozmadan araya bölümler serpiştirilmiş
-1,2,3 diye gideceğine 1,100, 2, 70, 3… diye gidiyor- ve düz okumada da pek de bir yer tutmayan 55’inci bölüm akıştan
çıkarılmış o kadar).
Tuttuğum notlara geçmeden önce (ki bir
kısım notların sırf yazar okuru büyük harflerle bağırarak önemli bir şey
anlattığı ve dikkat etmesi konusunda barbarca zorladığı için kaydedildiğini
ifade etmem gerek - örneğin etik-estetik bölümünde olduğu gibi) bende bıraktığı
izlenimden bahsedebilirim, ama açıkçası bende iz bıraktığını söyleyemeyeceğim. Çok
çok kapalı bir anlatım içine yedirilmiş çok çok açık göndermeleri rahatsız edici bulduğumu söyleyerek başlamam gerek, bu bir. Sonralıkla, yeryüzünün de gökyüzünün de aynı
zeminde buluştuğu seksek’in insanın kaybettiği varoluşsal boyutun metaforu
olarak kurgulanmasında ciddi bir çarpıcılık olmadığı gibi, metindeki sembol savurganlığının okura yeni okuma imkanları açmaktan ziyade okuru metafor
avcılığına zorlamak, yoksa oyun dışı bırakmak olduğunu düşündüm. Bunların
ötesinde sinik bir adamın dengesiz bir aşk ilişkisi üzerinden tutunamaması ve
kendini ve aynı aşkı yeniden yarattığını varsayması hikayesinin ilginç olduğunu kabul ediyorum ama burada "özgün" bir başyapıt
görmüyorum. Aslında bir tür Doğu hikayesi (Mecnun’un Leyla’dan geçmesi) gibi
alıp götürücülüğü olabilecekken insanın ağzına yüzüne tıkıştırılan Batı
referansları, hayat biçimi vb. hikayeyi mistik bağlamından çıkarıp “deliliğin
kıyılarında gezinen varoluş bunalımı”na hapsediyor ve dolayısıyla bir “erme”
ile değil “intihar” ile sonuçlanmasında da şaşırılacak bir yan kalmıyor.
Kitabın
akışından alınan notların rehberliğinde, kitap ne diyor?
İlk bölümün tanışma faslından sonra, bölüm 2'de romanın haz ve ölüm arasında dolaşan
hayatın etik sınırlarını inşa edeceği ilan ediliyor. Hemen arkasından ise okurdan “metaforda gerçeği arayacağına, gerçeği bir metafor olarak yorumlaması” isteniyor.
Kuşkucu bir bakışla nerede olduğu bilinmeyen bir gerçeğe ulaşmaya
çalışmaktansa, her şeyin gerçek olduğunu kabul et ama istediğin gibi yorumla
hakkına sahip çık. Tam olarak bu iki önerme önemli. Buradan başlayarak, bölüm 7’ye kadar “başka faktörlerce varedilen biri olarak, bireyselliğini
gerçek olarak algılamama hakkını” savunan bir çizgiye rast geliyoruz.
Bu gidişat enteresan okumalara kapı açabilecekken, Bölüm 10’dan 17’ye kadar çok uzun bir ev partisi anlatısı tüm boğuculuğuyla çöküyor. Bu kısımda güzel olan şey ise, müthiş uzun
ve iyi bir caz övgüsü. Caz ve parti üzerinden bir enternasyonalizm metaforu
kuruluyor denebilir. Fakat hemen sonra, parti anlatıcıyı sarhoş ediyor. Bu esnada, oluşun özünün ne
olduğunun kavranamazlığını, bu özün (varoluş) ancak yok oluşla (ilk koşullara
geri dönüş) ortaya çıkacağını, bu nedenle toplumla birey arasındaki parça bütün
ilişkisinin de analitik bir çözümlemeyle ortaya çıkarılamayacağını iddia
ediyor anlatıcı. (Burada parti sonrası sarhoşluğun bu kaos teorisini imlediğini de
düşünebiliriz.)
İlerleyen birkaç bölüm hafıza ve beraberindeki nostaljik bir
suçluluk işleniyor. Burası aşkından (La Maga) ayrıldığı bölümler aynı zamanda.
Varoluşun özünü yitirmiş karakterin bu özü bulmak için (kaosa bakmak için)
“bütünden” ayrıldığı (kendine analitik bakma hatasına düştüğü) söylenebilir.
Hemen bir bölüm sonra, “tanınmayanla çatışılır” tezi geliyor. Tanınmayan,
bütünden kopan parça için bizzat kendisidir. Çatışma başlıyor.
Ve birden çok
çok uzun, sarkastik bir “klasik müzik” bölümü. Onca caz övgüsünün üstüne bu
planlı sıkıcılığın (aklın) alaya alınması. Sayfalar boyu anlamsızlık, ve sonra 28.
Bölümde yine aklın eleştirisi. Aynı bölüme denk düşen olay; yani çocuğun ölümü
ve bu ölüme karşı kayıtsızlık. Aşkı tamamen yitirdiğini anlayış ve sürgünden
yurda dönüş sonra (aşk = sürgün). Ve geri dönüşle beraber, metaforda gerçeği
aramaya doğru bir ricat. Sürgün’den vatana dönüşte sirk-tımarhane-morg
silsilesinde ilerleyen hayat.
Özetle,
kitabın önermesi: “Aşk, insanı kendi
olmaktan çıkarıp bütün’e doğru bir yolculuğa çıkarır. Fakat ben olmak’tan
bütün’e gidiş, aynı zamanda bir yabancı olma hissidir. Bütün, insanı sarhoş
eder ve sarhoşluk aklı pasifize ederek ben’i bütünün içinde eritir. Ben, bu
sürgünü gönüllü kabul etmeli, ancak bütün’ü istediği gibi tüketebileceğini
unutmamalı, bu hakkını kullanmalıdır. Aksi takdirde, anlamaya çalışan akıl,
önce anlamazdan gelmekle sınanır, sonraysa tamamen kendini kaybetmeye
mahkumdur.
Hayat, gerçekte zaten
ölümdür, yalnızca hayat olarak okunabildiği için ölüm değildir.”
Oldukça doğulu, spiritüel tınılar bunlar. Fakat Cortazar'ın ağzında, naçizane görüşüm, Meryem Uzerli Türkçesi gibi duruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder