3 Ağustos 2017 Perşembe

Sait Faik - Alemdağ'da Var Bir Yılan

Sait Faik yerli edebiyatımızın köşe taşlarından biri olarak bilinir; "Adalı" kimliği ve bu kimlikle de bağlantılı olarak bilhassa "insana dair sıcacık öykülerin yazarı" payesi ile özel bir konuma oturtulur. 

Benim şahsi tanışıklığım lise yıllarında Semaver kitabını okumamla başlamıştı. O okuma gençliğin heyecan, abartı, yoğunluk arayışı içerisinde benim için bir şey ifade etmemişti. İlginçtir ki Semaver yazarın ilk öykü kitabıydı, yıllar sonra dönüp seçtiğim Alemdağ'da Var Bir Yılan ise son öykü kitabı. Amatör bir okurun edebi kişiliğini oluşturma sürecinin başlarındaki bir yazarla tanışmasından yıllar sonra karşılaşıp  "- Ne çok değişmişsin yahu! -Valla ben de seni tanıyamadım" demesi gibi bir vaka bu.
Yalnızca bu kitap üzerinden Sait Faik'e dair edindiğim izlenimlerde sıradışı ya da tabuları yıkan bir durum söz konusu değil. Evet Sait Faik küçük insanların duygu dünyalarını anlatmakta gerçekten çok başarılı, tabiri caizse burası onun oyun alanı. Fakat bu küçük insanların yine küçük, gündelik yaşantılarına mercek tutmakta başarılıyken bunları toplumsal/siyasal düzenle ilişkilendirmeye çalıştığı anda tökezliyor. Rıza Milyon-Er ya da Bir Hastalık öyküleri bunun en güzel örnekleri. Bu öyküler milyonerliğin ya da profesyonel siyasetçiliğin bizzat kendisine eleştiri getirmek ya da bunları arzu etmenin çirkinliğinden dem vurmak yerine milyoner ya da milletvekili olma arzuları duyan küçük insanların başına gelen trajikomik olayları anlatıyor. Bu haliyle suya sabuna çok da dokunamayan, hatta "alışmadık götte don durmaz" demeye, yani küçük insanları böyle büyük meselelerden uzak kalmaya getiren öykülere benziyorlar. Kaldı ki Öyle Bir Hikaye ya da Sarmaşıklı Ev'deki usta işi anlatımdan eser barındırmayan, Marko Paşa gibi dönemin periyodik bir mizah dergisinde vakit geçirici hicivler olarak okunsun diye yazılmışçasına düz, basit, edebi olarak heyecanlandırmayan öyküler bunlar.

Fakat bunlar dışında Sait Faik'in "kendi sahasında" çok güçlü olduğunu kabul etmek gerek. Okuruyla sohbet eden öykülerinde öyle bir hakimiyeti var ki; bu anlatılarında sistematik olarak dağınık (zamanda sıçramalar, lafı değiştirmeler vb.) olmasına rağmen okuru ilk cümlede yakalayıp çok küçük fakat ustaca müdahalelerle son cümleye kadar adeta ağzının içine baktırıyor. Hani yoldan geçen tanımadığı birini çevirip, kolundan tutup tatlı tatlı konuşa konuşa, berikinin ağzını açmasına hiç fırsat vermemeyi de başararak dükkanına götürüp satış yapan usta bir bezirgan olabilirmiş diye düşünüyor insan Sait Faik için. Fakat bu bezirgan örneğinden devam edersek, tıpkı onlar kadar geveze, sözünü süzmeyen, çeşitli ikilemelere, görünür/görünmez parantezlere, kimi zaman işlerliği defalarca kanıtlanmış klişelere (nostaljik duygular, "büyük laflar eden bilge balıkçı karakter" vb.) başvurmaktan çekinmeyen bir yanı da var. (Bu klişeleşme ancak bugünden bakıldığında geçerlilik kazanan bir iddia olabilir tabii fakat bugünün okuru olarak Sait Faik öykülerini beğenip beğenmeme halimizi belirleyen de bu. Sait Faik'i "Bu öyküleri taa o zamanlar yazmış!" diye övmek başka, bu öykülerin zamana yenik düşmesi başka...)

Nihayetinde baktığımızda, Sait Faik okumanın okura kaybettiren bir tarafı yok. Kazandığımız ise hoşsohbet bir amcadan o günleri dinlemenin o dinlendirici tadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder